Yerin ruhu

Genius Loci

 

Aslında o kadar da yeni değil, Antik Roma‘dan kalıp çağdaş mimarlık kuramcısı Christian Norberg-Schulz’un çağdaş mimarlık dünyasına taşıdığı Genius Loci” ile kastedilen de tam bu: oraya has, oraya özgü olan.

 

 

Mimari Projeleri pek bu ölçütün terazisine vurmadan değerlendiremiyoruz artık. Kavram antik dünyada daha ziyade nefes kesici ve biricik/benzersiz [unique] özelliği olanları ayırdederken Schulz’un onu varlık felsefesine yaklaştıran fenomenal (duyusal) içeriğiyle yüklenerek, mesela Bergama gibi sadece doğayla antikite karışımı olağanüstü yerlere işaret etmekten sıyrılarak; K.F. Schinkel, T.Cansever, H.Tümertekin, M.Konuralp, N.Sayın, C.Çinici gibi mimarların tasarladıkları çevreler kadar; örneğin Swissotel veya Eminönü-Mercan yokuşu curcunası kadrajlı alelade Boğaz peyzajlarına kadar genişleyebilir hale geldi. Özetle Auge’nin aynı referansla yok-yer diyeceği otoyol, havaalanı AVM, tatil köyü gibi özelliksizliği özellik edinmişliği  telafi edilmeye çalışıldıkça daha da çok birbirini andıran yerler hariç, yapılı[built]/yapısız; imarlı/imarsız; doğal/yapay her yeri yeryüzünün bir Lebensraum [yaşam alanı]  sözkonusu olduğuna göre mimarlar arasında tüketilip geçilecek bir konu değil.

 

 

 

 

Sadece insanları da değil, başta hayvanlar tüm canlıları ilgilendiriyor. Bir bitkinin yerini sevip sevmediğinden söz edebiliyoruz. Kedilerin yerlerine ne kadar bağlı olup, yer değiştirmeye dirençli oldukları bilinir. Köpeğin alıştığı canlıya, kedinin yere bağlandığı bilinen klişedir ama köpekler de açık alanda kendilerine göre yeri sahiplenip orada rakip istemezler. Kertenkelelerin de duvarda dönerek çizdikleri dairelerin orayı kendilerine maletme eylemi olduğunu okumuş, sonra da bir sahil evinde gözlemiştim.

 

 

Ama bundan ibaret değil, mistik bir açılımı da var. Yukarıda Giotto’nun “Lamentation” [ağıt] tablosundan örneklediğim gibi; Meryem, İsa, havariler vb. kutsallık taşıyıcısı insanlar ile mesela melekler; önceliği başlarında, gövdelerinden saçtıkları ışıkla resmedilirler. Bu ışık (hâle) artık onların yaşam deneyimlerine indirgenemeyecek kutsallıklarının kaynağı yapısal bir özelliktir. Kafası üzerindeki dairesel hâleyle dolaşan melek tasviri popüler kültüre de malolmuş bir klişedir. Başlıbaşına bir efsane olan dolunayın optik bir vaka olarak saçtığı ışık da nice tahayyüllerin kaynağı olmuştur. Mistik atıflar bile şart değil, “şeytan tüyü” var deyip geçtiğimiz cazibe odağı insanların da  böyle saçılan ışıkla tasviri de yabancımız değil.

 

 

Ama ben konuyu düpedüz iki gündelik tanıdık yerle örnekleyerek anlatacağım. İki somut yer örneğiyle:

 

Pudding Shop(Lale)

 

İlki Sultanahmet’te Ayasofya’ya 50-100 m mesafede bir pastane, Lale pastanesi. Dünyaya nam salmış adıyla “pudding shop” bol kepçe sulu yemek de bulunan bu pastane/lokanta, okuduğum lise çevresinde olduğundan 60’larda ayak-altı yerlerimdendi.  

 

 

Nice sonra bu adlandırmanın başka dilde karşılığı olmayan muhallebicinin şipşak çevirisi olduğunu keşfettim. Yaşam alanıma dahildi ama asıl önemini 70’lerdeki sırt çantalı Avrupa seyahatimde öğrendim, Amsterdam’dan Londra Paris’e hangi hostelde barda olsa gezginliğe niyetlenmiş ya da olmuş akranlarım İstanbul’dan geldiğimizi duyar duymaz hep aynı tepkiyi veriyordu: Ne Ayasofya Topkapı ne de Boğaz! İlle de “Puding Shop”??!  İçerideki mantar panosuyla ünlü olduğu zaten malumumuzdu da efsane İstanbul’un en önemli yeri olduğunun farkında değildik. O pano o günün sms ve/ya e-postasıydı. Uzak-asya’ya uzanan muamma yolculuklara çıkan gençlerin önceden sırf adını bilseler de yollarının düşeceğine emin olduklarından, İstanbul’daki Post-restant haberleşme terminali olarak adı belleklerinde bulunuyordu. O küçük not kağıtlarında “Sevgili X.Y, ben Sirkeci’deki Z hosteldeyim, öğlenleri burada oluyorum, ara/uğra görüşelim. Haftaya Hindistan’a doğru yola çıkıyorum, a.b” içerikli notlar oluyordu. Hindistan’ı boşuna seçmedim, yanındaki gişe-vari dükkanın önünden de bileti oradan alınan “magic-bus” namıyla hergün Hindistan’a otobüs kalkıyordu. O pastane/muhallebici aynı adla hala duruyor. İlk bakışta sırf İstanbul’da değil, en ücra taşraya kadar benzerlerine şehirlerarası yollarda bile rastlanabilecek sıradan bir ayaküstü, hesaplı, hızlı, güvenli yiyecek servisi yeri. Ne dış görünüşünün ne de iç donatısının mimari ve/ya herhangi seçkin eski/yeni kültürel  kodla tanımlanabilecek bir özelliği var. Yemekleri, servisi iyi; bir döneme damga vurmuş gezgin bir gençlik kültürünün İstanbul’daki adresi, buluşma yeriydi ve hala yaşıyor, o kadar.

 

 

Şimdi bu yerin  kıymeti, hangi, günümüz tabiriyle, “marka değeriyle” tartıya vurulur? Neyle ölçülür?

Konumuza dönersek bugün buranın başına gelebilecek tahripkar şeylerden biri, sahibinin sıçrayıp yenilenme isteğiyle harekete geçmesi  olabilir… Bütün şehir, turistik yerleriyle parladı, şubeler açan komşum Sultanahmet köftecisi de güzelce elden geçti, şuraya biraz harcayıp ben de akışa uyayım deyip yenilenmeye kalkışması en tabii hakkı. İşin ehli mimara, iç-mimara başvurmak da en düzgün yolu işin.

Meslektaşlarımı alındırmamak için kendimden örnekleyeyim. 90’larda Şişli’nin tutmayıp hemen köhneleşecek bir erken-plazasında kiraladıkları bir dükkanda Cafe Mozart adıyla Viyana kahvesi açıp işletmek isteyen dünya tatlısı bir çift başvurmuştu yerlerini yapmam için. Yandaki sonucu da ziyadesiyle benimsediler. Kahve kültürünün sadece adının olduğu, Teşvikiye ve Pera’nın zemin katlarının adeta tek merkezden yönetilen büyük cafe-semtlerine dönüşmediği zamanlarda sırf sahipleri ve mimarı değil, açılışı ve ertesinde eş-dost, geniş bir çevre tarafından benimsenip adeta  Kaktüs öncesinin,  “bizde cafe yok!” klişelerinin de klişe yanıtı: “isteyen yok da ondan, bak niyetlenince nasıl da oluyormuş.”unun ayak-altı olmayan karşılığı bir atmosfer olarak benimsendi. Hala üste örneğini koyduğum resmini görünce içime siner, severim. Sırf İstanbul’da değil, Viyana’da bile karşıma çıksa düşünmeden çekilirim. Ama kuşku yok ki “Pudding Shop” buna benzer bir şekle girse bütün büyüsü  kaybolur giderdi… Sahibinin dokunuşlarıyla ufak-tefek değişimler geçirmemiş değil, ama mimar [iç-mimar] formasyonu gereği baştan yepyeni bir atmosferi kurabilecek beceriyle donanmış ki, tehlike de orada zaten.

 

 

Konak Pastanesi

 

Pudding Shop’da halen böyle bir telikenin işareti yok ama buradan ikinci örneğe geçebiliriz.

 

 

Teşvikiye’de Vali Konağı caddesinde olduğundan “Konak” adını almış küçücük bir zemin-altı pastane vardı. “-dı” diyorum çünkü birkaç yıldır önünde resimdeki şekerleme fotoğraflı bir tahta-perde var. Başına çizdiğim türden bir senaryo gelmesinden endişeliyim. Her nedense bir türlü açılmıyor. En azından 60’lardan beri Teşvikiye’yi bir biçimde yaşam alanına katmışların istisnasız bilip-tanıdığı, benimsediği bir yerdi. Hayıflanılmaya başlandı bile… İlk bakışta yine sayısız benzerinden biriydi. Her yerde olsa da iyisine ender rastlanan mesela eklerin, büyüğü-küçüğüyle hep aynı iyi standartta bulunacağı bilinirdi.  

 

 

Ekler’in tadıyla açıklanamayacak; sahipleri ve yiyecekleri kadar maddi donatısıyla da hafızalarda yer etmiş en az elli yıllık bu hafızanın yerini tutacak ne olabilir? Servetler harcayıp değme PR’cıları seferber etmekle elde edilemeyecek bir tanınırlık ve hafızalarda yer tutmuşluktu bu: Şimdilerde “marka” denen şey… Öte yandan da çok kırılgandır, fazla telaffuza bile gelmez; aşk gibidir. O, yılların pekiştirmesiyle çökelmiş büyü bir dağılıp uçup-gitti mi, bir daha da kolay yakalanamaz.

Nitekim Lalehan Uysal aynı adlandırmayla ve mimari değil gurme gözüyle yazmış tadla ilgili benim yazamayacaklarımı. Sırf tadı değil, her sabah itinayla değiştirilen vitriniyle kokusunu da yazmış

http://www.sofra.com.tr/Yazarlar/lalehan_uysal/2010/09/20/konak_pastanesinin_buyusu  

Benim elimden gelen, yüz aşinalığı ve ayaküstü alışveriş dışında tanışmadığım sahibi ailenin kuşkusuz bildiği bu gerçeğin gereğini yapıp daha da gecikmeden kapılarını açmasını dileyip; yeni bir şeylere kalkıştılarsa da bıraktıkları yerden benzeri bir  büyüyü yaymalarını dileyerek yeniden o büyüye  kapılmayı beklemek…  

Öte yandan, “Yerini ne tutar?” sorusuna sık başvuruyoruz da adına büyü demişiz bir kere! Belli mi olur? Kontak atması misali bir şok; susmuş radyoyu bir darbenin çalıştırması gibi saman alevi benzeri parlayabiliyor da!

Hem Futbolun, Hollywood’un yıldızlarının parladığı gibi… PR projesi türü yatırımlardan ziyade, önceden kestirilemeyecek şokla tutan büyüler de olmuyor değil.

 

Susanne’ın şarkısı, Tom’un lokantası

 

 

İşte örneği: Susanne Vega, Tom’s Diner şarkısıyla  80-90’ların tetikleyicileri M.Teatcher ve R.Reagen’ın kaknem ifadelerinin damgasını yemiş uyuşuk kapitalizm atmosferini kalabalıkta tek başına bir genç kızın yalnızlığının iç sesindeki uyuşukluğun enerjisiyle aralarken, sadece gözlerimizde Edward Hopper’in kahve içen yalnız genç kadınının noksan sesini canlandırmakla kalmadı.

https://www.youtube.com/watch?v=-26hsZqwveA

 

Şarkıya adını vereceği, kimi Manhattan’lıların tabii ki bileceği, o köşe lokantaya da küresel şöhret kazandırdı. New York’a ilk gidişimde arkadaşımla orada buluştuk. Hızlı bir dijital gezinti parlamanın pek de kendiliğinden değil, şarkının tutması üzerine yapılmış muhtemel PR projesiyle olduğunu kanıtlasa da lokantanın şarkıyı değil, şarkının lokantayı küreselleştirdiğini biliyoruz. Yani Pudding Shop’un tersi. Oysa 70’lerin bir rock grubu veya yanık sesli genci Pudding Shop isimli parçayla şöhrete kavuşsa zaten hafızalarda olan tanıdık bir ada (markaya) seslenip canlandırmış olacaktı. Konak adı küreye nam salmadığından O.Pamuk romanı, F.Akın, N.B.Ceylan, R.Erdem gibi sinemacıların filmlerinin küresel ödülleri eşliğiyle dolaşıma girmedikçe olsa olsa  İstanbul içinde genişleyen halkalara kaynaklık edebilir. Fenerbahçe’de oturan yardımsever ve dayanışmaya yatkın bir yakınımın iş edinip mahallesindeki enerjisiz pastane sahibini örnek alsın diye Konak’a yollaması türünden günübirlik sıçramalar gösteri toplumunun gerektirdiği profesyonelizmi karşılayıp Lale ile Konak’ın hikayelerini birbirine yaklaştırmaz.

 

 

Marka markayı tanır

 

 

Kadıköy Baylan’ı taze marka  Kahve Dünyası’nın aldığını ve yerdeki marleyinden metal servis malzemesine herşeyi muhafaza ettiklerini duydum. Yeni marka yaratmışların taze hafızasının zindeliği beklenmeyecek şey değil ama onu isim ve logoya indirgemeyip maddi donatısıyla bütünleştirmeleri; anlattığım anlamda bir “yer”e bağlanmışlığın emaresi ki, zaten sokağı-caddesiyle kentlerin, yapılı-çevrelerin karakterleri, ağırlıkla  mimar ve plancılarca değil, sivil toplum da diyebileceğimiz, piyasa aktörü veya değil; kentlilerce belirleniyor. Mimar bazan büyükçe, plancı da denk gelmişse, müdahalenin iyice büyüğünü yapabiliyor.

 

Ötesi de var:  

 

 

 

Buradan kestirmeden mimarinin yıkıcı bir eylem olduğu gibi vülger bir aceleci sonuç  çıkmamalı. Adolf Loos’un Viyana’nın merkezindeki Amerikan barı ve Knize erkek giyim dükkanı/tüccar-terzisi gibi yerin o ruhu -modern- mimarisinden alması da, hatta küçücük dükkan ölçekli yerlerin iki adım ötelerindeki Ortacağ anıtı Stephansdom kadar belirleyici olup Viyana gibi kültürel iddasıyla mâlul kentlerin bile ruhuna damga vurması da az rastlanır vakalardan değil. Mimarlık gibi binyılların birikimi kültür bölgelerini gözden çıkarmak ışid’vari medeniyet düşmanlıklarının da yatağı yapıverir bulunduğumuz yeri. Sivil toplumun kök salmak için mimarlığa, mimarlığın da devletten ziyade sivil topluma ihtiyacı olduğu zamanlardan geçiyoruz.  

 

 

Lübnanlı Amin Maalouf’un 2011’de Fransız akademisine giriş konuşmasını bitirirken ifade ettiği mecazla(s.30)…  [mevcut] duvarları aşarken değil, yıkarken karşılaşmak, sadece onun kastettiği Akdeniz’in bölünmüş medeniyetleri için değil, sivil toplumun soluk alıp-verdiği yaşam alanları için de hayati önemde. Mimarlığı tarihine sinmiş devlet ve egemen sınıf aidiyetinden söküp çıkarmak sırf mimarların irade ve inisiyatifiyle olacak cinsten iş değil.

 

 

 

 

 

 

 

 

- Advertisment -