Ana SayfaYazarlarDevrim nedir? Dünden bugüne devrim anlayışı (3)

Devrim nedir? Dünden bugüne devrim anlayışı (3)

 

Marksizm ve Marksist devrim anlayışı, hangi ortamda, nasıl ortaya çıktı? Manifesto’nun yayınlandığı tarih 1848. Bu tarihlerde, bir yanda, feodal kabuğun parçalanmasına paralel olarak, dizginlerinden boşanmış gibi dört nala koşturan bir burjuvazi vardı ortalıkta; diğer yanda ise, burjuva devrimine katılarak “Dimyat’a pirince gitmeye çalışırken sonunda evdeki bulgurdan da olurcasına” korkunç bir sömürü altında inim inim inleyen bir işçi sınıfı… Yavaş yavaş kendi bilincine varan; sömürüye, baskıya karşı sınıf mücadelesi bayrağını açarak daha iyi bir dünya arayan bir işçi sınıfı. İşte tam bu noktada şöyle denir Manifesto’da:

 

“Serflik döneminde serf kendisini komün üyeliğine yükseltmiştir [buradaki “komün” feodal toplumun içinde, onun rahminde gelişmeye başlayan kent  toplumudur], tıpkı küçük burjuvanın, feodal mutlakiyetçiliğin boyunduruğu altında bir burjuva haline gelmeyi becerdiği gibi. Modern emekçi ise, tersine, sanayinin gelişmesiyle yükseleceği yerde, gittikçe daha çok kendi sınıfının varlık koşullarının altına düşüyor. Sadakaya muhtaç bir kimse oluyor.”

 

İşte Marksizm, işçi sınıfının içine düştüğü bu duruma karşı isyanıdır. Ergenlik çağına varan, kendi bilincini geliştirmeye başlayan işçi sınıfının, baskı ve sömürüye karşı isyanının bilincidir.

 

İşçi sınıfının temsilcileri, feodal toplumun bağrında kapitalizm nasıl gelişmiş  diye bakıyorlar; “serften komün üyesi bir işçi, bir burjuva nasıl çıkmış” ona bakıyorlar. Sonra bir de kendi durumlarına bakıyorlar; gittikçe işlerin kötüye gittiğini, baskı ve sömürünün daha da arttığını görerek yok, diyorlar, feodalizmden kapitalizmin çıkması gibi,  bu kapitalizmden de başka  bir şey (sınıfsız bir toplum) çıkmaz; bu nedenle tek çözüm onu ele geçirerek yok etmektir!  İşte Diyalektik Materyalizm böyle ortaya çıkıyor. İşçi sınıfının önce bir kalkışma ile iktidarı ele geçirip burjuvaziyi yok etmesi, sonra da buna bağlı olarak, üretim araçlarının mülkiyetinin bütün bir topluma (toplum adına da işçi sınıfının devletine) ait olacağı başka bir (sosyalist) toplumun yaratılması olarak  anlam kazanan Marksist-Leninist devrim anlayışı böyle ortaya  çıkıyor.

 

O andan itibaren artık kapitalizm, burjuvaziden ve işçi sınıfından, yani birbirini karşıtları olarak yaratmak suretiyle varolan, birinin varlığının diğerine bağlı olduğu iki sınıftan oluşan bir toplum olarak görülmemeye başlar. Kapitalist toplum eşittir burjuva toplumu. İşçi sınıfı ise bu toplumun içindeki “modern köleler” olarak (yani mevcut sistemin zıddı başka bir toplumun (sistemin) temsilcileri olarak) görülmeye başlar. Çünkü köle, bir üretim aracı olduğu için,  içinde bulunduğu toplumun doğal bir parçası, o sistemin üretici gücü  değildir.[1]

 

Bu bakış açısı veya dünya görüşü, kaçınılmaz olarak kendi felsefi temelini de yaratıyor. İşçi sınıfının, kendisini (kendi benliğini) temel alan koordinat sistemine göre şekillenen dünya görüşü, onun evrene ve evrendeki  bütün diğer süreçlere bakışını da belirliyor. Diyalektik Materyalizm böyle ortaya çıkıyor.

 

İsyan, reaksiyon ve devrim; bunlar farklı şeylerdir. Bu noktada Marksist-Leninist devrim anlayışı hakkında altını çizmemiz gereken en önemli nokta, Marksist devrim anlayışında bir noktadan sonra “diyalektik inkâr”ın yerini,  “yeni bir toplum yaratmak” için özü isyana (reaksiyona) dayanan  toplum mühendisliği anlayışının almasıdır.  Ki buradan da sonunda, sırtını pozitivist anlamda bir bilimselliğe dayayan, popülist, sübjektif idealist bir ideoloji olarak “işçi sınıfının dünya görüşü”  çıkar. İşte, senelerce peşindan koştuğumuz o ideolojik  paradigmanın özü budur.

 

[Bu satırları yazarken nasıl içim sızlıyor, biliyor musunuz! Ama ergenlik çağını yaşamadan olgunlaşan bir insan ya da toplum gösterebilir misiniz bana? Marksizm bizim delikanlılık dönemimizin dünya görüşüdür; hâlâ bizim içimizde halâ yaşıyor, ama biz yetişkinler artık onun diyalektik anlamda inkârıyız.]

 

Peki, devrim toplumsal bir altüst oluş mudur? Bu durumda (yani işçi sınıfı devrim yaparak iktidarı ele aldığı zaman) aslında sistem bir yerde altüst olmuş, tersine çevrilmiş oluyor. Özel mülkiyete dayanan tipik kapitalist  toplumun yerine, üretim araçlarının mülkiyetinin “işçi sınıfı devletine” ait olduğu, mülkiyete tasarruf yetkisini elinde tutan yeni tip bir devlet sınıfının  egemenliğinde, “anti-kapitalist, devletçi bir toplum” ortaya çıkıyor.

 

Marksizm işçi sınıfının delikanlılık döneminin dünya görüşüdür; işçi sınıfının kendi kimliğini yaratmaya çalışırken baskı ve sömürüye karşı duygusal anlamda başkaldırışıdır, isyanıdır demiştik. Ama görüyorsunuz, isyan etmek yetmiyor işte. Bir şeyin yerine yeni ve ondan daha ileri bir şeyi koyabilmek de gerekiyor. Yeni ve daha ileri olan ise sadece kafada yaratılmıyor, ya da eskiden beri varolanın altüst edilerek sistemin tersine çevrilmesiyle yaratılamıyor; ancak eskiden beri varolan maddi gerçekliğin  içinde, onun  kendi kendisini üretmesi sürecinin sonucu olarak ortaya çıkıyor. Yani baskı ve sömürüyü ortadan kaldırıyorum diye yukarıdan aşağı iradî, sübjektif idealist bir çabayla nitel anlamda yeni bir toplum  yaratmak mümkün değildir.

 

Ezilenlerin (yönetilenlerin) ezenleri (yönetenleri) alaşağı ederek kuracağı bir “anti-sistem” toplumsal bir “anti-madde” anlamına gelecektir ki, böyle bir sistemin hayatta kalması mümkün değildir.

 

Buradan gelelim, serbest rekabetçi kapitalizmin tekelci kapitalizme dönüşmesine ve uzantısında, emperyalist dönemin Marksizminin devrim teorisine.

 

Lenin, serbest rekabetçi kapitalizmin finans kapitalizmine dönüşme sürecini üçe ayırır:   (1) Serbest rekabetçi gelişimin en yüksek noktaya eriştiği 1860-1880 yıllarında tekeller henüz güçlükle farkedilebilen birer çekirdek halindedir. (2) 1873 krizini izleyen ve kartellerin büyük gelişme dönemi olan yıllarda dahi, yine de bir  istisnadırlar. Henüz kararlı ve sağlam bir durumları yoktur; geçici bir nitelik arzederler.

 

(3)19. yüzyılın sonundaki  yükseliş ve 1900, 1903 krizleri döneminde, karteller bütünüyle ekonomik hayatın temellerinden biri haline gelmiş; kapitalizm emperyalizme dönüşmüştür. Kartel ve tröstlerin ekonomik hayata hakim olması, özellikle bankaların sanayiye el atması sonucu, küçük ve orta teşebbüsler hızla silinmeye başladı. Holding sistemi aracılığıyla büyük tekeller ekonominin tek hâkimi haline geldi. Ve böylece kapitalizm yeni bir finans kapital çağına girdi. Üretimin yoğunlaşması, bundan tekellerin doğuşu, sanayi ile bankaların kaynaşması, içiçe girmesi: İşte mali sermayenin oluşum tarihi ve bu kavramın [finans kapital kavramının]  özü.” “Bu gelişmenin doğal sonucu, serbest rekabetçi dönemde belirgin olmayan kapitalizmin dengesiz ve kesikli gelişiminin, bütün çıplaklığı ile ortaya çıkması, iyice belirginleşmesidir.” “Teşebbüslerin, endüstri dallarının ve farklı ülkelerin eşitsiz ve kesintili gelişmeler içinde olması kapitalist rejimde kaçınılmaz bir olaydır.” 

 

Bu eşitsiz gelişim, tekellerle birlikte muazzam bir sermaye fazlası yarattı. Bu fazlalık zorunlu olarak sömürge ülkelere kanalize edildi. Emtia ihracına dayanan eski tip sömürgecilik politikası, yerini sermaye ihracına dayanan emperyalist sömürgeciliğe bıraktı. Dünya bir avuç tekel tarafından paylaşıldı. Sermaye ihraç eden ülkeler, dünyayı (kelimenin mecaz anlamıyla) aralarında bölüşmüşlerdi.

 

Bütün bunlar olurken, bilim ve teknikte o zamana kadar görülmedik buluş ve yenilikler kapitalist ülkeler arasındaki düzey farklarının kapanmasına uygun ortamı hazırlıyordu. Bu çerçevede daha geri bir kapitalist ülke, sıçramalı gelişme sonucu ileri bir ülkeye yetişiyor ve zaten paylaşılmış olan dünyanın yeni güçler dengesine göre yeniden ve “daha adil” bir şekilde paylaşılmasını istiyordu. Bunun kapitalistler arası yeniden paylaşım savaşlarına yol açması kaçınılmazdı. Emperyalist aşamada kapitalizmin dengesiz ve kesikli gelişmesi, tekeller arası anlaşmazlıkları derinleştirip şiddetlendiriyordu. Lenin’e göre bunun doğal sonucu, emperyalist cephede yarıkların açılması ve bu sayede sosyalizmin zaferinin mümkün olmasıydı. Emperyalizmin neden can çekişen kapitalizm olduğu, sosyalizme geçit teşkil ettiği kolayca anlaşılabilir. Kapitalizmden doğup gelişen tekel, artık kapitalizmin ölümüydü. Ve onun sosyalizme geçişinin başlangıcıydı.

 

Leninizme göre, proletarya devrimine o ülkenin iç gelişmesinin bir meselesi olarak bakıp, üretici güçlerin gelişmesinin yeterli olup olmadığını inceleme dönemi artık geride kalmıştı. Emperyalizm  çağında herhangi bir ülkedeki devrim şartları, artık üretici güçlerin gelişme seviyesine bağlı değildi. Çünkü emperyalizm ekonomik otarşiyi yıkmış; tek tek milli ekonomileri “dünya ekonomisi” denen bir zincirin halkaları haline getirmişti. Ve sistemin bütünü açısından, bütün ülkelerde devrimin objektif şartları mevcuttu. Bu yüzden ilk proletarya devriminin kapitalizmin en gelişmiş, demokrasinin ve kültür seviyesinin en yüksek olduğu ülkede meydana geleceğini beklemek yanlıştı. Marx ve Engels'in tekel öncesi dönem için doğru olan bu önerisi, emperyalizm çağında artık eskimişti. Leninizme göre, ilk proletarya devrimi kapitalizmin ve demokrasinin en gelişmiş olduğu şu veya bu ülkede değil, emperyalist zincir nerede en zayıfsa orada yapılacak; sermayenin cephesi o noktada yarılacaktı.

 

Buna göre, bütün o Leninist devrim anlayışının dayandığı zemini şöyle özetleyebiliriz: Kapitalizmin gelişerek daha önce tekelci aşamaya (emperyalizme) ulaştığı ülkeler, kendi ulus-devlet güçlerini arkalarına alarak dünya pazarlarını paylaştıkları zaman, kapitalist gelişmede geç kalıp bu paylaşımdan nasibini alamayan diğer ülkeler de, “kapitalizmin  eşitsiz gelişme” yasası gereği bir süre sonra hamle yapıp emperyalist aşamaya ulaşınca, dünya pazarlarının emperyalist ülkeler arasında yeniden paylaşımı gündeme gelecekti. İşte bütün mesele buradaydı. Sermaye açısından dünya pazarlarında pay sahibi olmanın ya da mevcut payını arttırmanın ulus-devlet gücüne ve onun yaratacağı nüfuz alanına bağlı olduğu  20. yüzyıl koşullarında, pazar alanını genişletmenin  tek bir yolu vardı: Emperyalist ülkelerin kendi aralarında gerçekleştirecekleri paylaşım savaşı.

 

Savaştı bu; birileri yenecek, birileri yenilecekti. İşte tam bu arada, “emperyalist zincirin en zayıf olduğu yerde,” yani savaşta yenik düşen veya güç kaybeden ülkede zincir kopma noktasına geldiği an, statükoyu koruma gücünü kaybeden egemen sınıf “dokunsan düşecek” durumda olacağından, iyi kurulmuş bir “proleter devrimciler örgütü” insiyatifini kullanarak  iktidarı alabilirdi. Bir kere aldıktan sonra da zaten kendi programını uygulamaya başlayıp, 1917 sonrasında Sovyetlerde olduğu gibi “sosyalizme doğru” yürüyüşünü gerçekleştirebilirdi.

 

Devrimin objektif şartları… üretici güçlerin mevcut sistem içinde gelişmesi… Bunlar hep “tekel öncesi döneme” ilişkin çözümlemelerdi. Son tahlilde mesele, ilk adımda “politik bir devrim” yapıp iktidarı almak değil miydi? O zaman daha ne beklenecekti ki? Savaş zaten  hakim sınıfı iktidarsız hale getirmişti; daha fazla beklemek onun tekrar güçlenmesinden başka bir anlama gelemezdi. Bu nedenle, eğer hazırlıklarını yapmışsan, eğer elinde sağlam bir “savaş örgütün” varsa, vurup iktidarı alacaktın; olay bu kadar basitti.

 

O zaman burada tartışılan mesele, “politik devrim” adı altında iktidarın nasıl alınacağından ibaret. Yani kapitalizmden sınıfsız topluma geçiş, dönüp dolaşıyor, sonunda kapitalist sistemin içindeki bir sınıf olan (varoluş koşulları bu sistemin içinde gerçekleşen) işçi sınıfının, bir şekilde burjuvaziyi altederek iktidarı ele geçirmesine indirgeniyor. Ondan sonrası ise, eldeki reçeteye göre, devlet eliyle yukardan aşağı bir çeşit mühendislik faaliyet sonucu gerçekleştirilecek olan bir “sosyalizmi kurma” işlemine dayanıyor.

 

Şimdi bu, işçi sınıfı popülizmine dayalı bir toplum mühendisliği olayı  değil midir? İsterseniz hayır deyin bakalım; ama o zaman ben de size 1989’u sorarım. “Devrim” diye gerçekleştirilen o mühendislik harikası, nasıl olup da 72 yıl sonra, halkın eliyle ve bir anda yerle bir ediliverdi?

 


[1] “Bilişsel Tarih ve Toplum Bilimlerinin Esasları“;  http://www.aktolga.de/t5.pdf  

- Advertisment -