Ana SayfaYazarlarTürkiye’nin dış politikası yanlış mıydı?

Türkiye’nin dış politikası yanlış mıydı?

 

Türkiye’nin dış politikası yanlış mıydı, ya da nerede hatâ yapıldı da yolumuza bir Suriye çıktı?

 

Aslında bu başlığa bir cümle daha ilâve etmek lâzım; çok uzun olmasın diye onu da buraya yazıyorum: Eğer dikkat etmezsek, bizi Suriye çıkmazına götüren ideolojik sapma şimdi önümüze bir de Venezuela çıkarıyor.

 

Ben diyorum ki,  “fabrika ayarları”na dönemediği sürece AK Parti’nin Türkiye’nin problemlerini çözmesi   mümkün değil. Devleti fethe çıkanların devlet tarafından fethedildiği bir ortamda  daha ileri hedeflere ulaşmak artık olanaksız.  

 

Mısır’da darbeyi eleştirirken, Suriye’de muhalefeti desteklerken, İsrail’e “One Minute” çekerken  Erdoğan  haksız mıydı? “Dünya beşten büyüktür” derken  haksız mıydı? İçerde izlenen “Barış ve Çözüm Süreci” politikası yanlış mıydı? Nerede hatâ yapıldı da yolumuza  bir  Suriye çıktı? (Ve sanki bu yetmezmiş gibi, şimdi bir de Venezuela’yla uğraşır hale geldik?)

 

Bence, tek tek ele alındığında bu olayların hepsinde de haklıydı AK Parti ve Erdoğan.

 

Mısır’da seçimle işbaşına gelmiş bir hükümete karşı darbe yapılmıştı ve Türkiye de buna karşı çıktı. Ne yani, karşı çıkmasa mıydı?

 

Suriye’de Arap Baharı‘ndan etkilenerek ayağa kalkan muhalefeti desteklemenin neresi yanlıştı? 900 kilometre sınırının olduğu bir ülkede, kendi halkının üzerine ateş açan bir diktatörü mü destekleyecekti Türkiye?

 

Eh, o zaman madem ki Türkiye’nin bütün bu olaylar karşısındaki duruşu doğruydu, hatâ nerede o zaman? Ne oldu da Dimyat’a pirince giderken  evdeki bulgurdan olma noktasına geldik ve  Münbiç’de demir attık? Kâh sıfır sorun, kâh değerli yalnızlık, derken, nasıl oldu da  kendimizi eli kulağında bir savaşın içinde buluverdik?

 

AK Parti başlangıçta bir tür “tarihsel uzlaşma” koalisyonuydu.

 

Bugün, aradan on beş yıl geçtikten sonra, “fabrika ayarlarına” dönmek  diye ifade etmeye çalıştığımız o başlangıç değerlerinin özü  tam bu noktada — bu tarihsel uzlaşma anlayışında – yatıyordu.

 

İç dinamikler açısından, halkın desteğini de arkasına alan AK Parti’nin temsil ettiği Anadolu burjuvazisi, eskinin devletçi büyük burjuvalarının da — en azından sessiz kalarak – desteklediği, burjuva anlamda bir tarihsel uzlaşmayı, devrimci bir koalisyonu temsil ediyordu. AK Parti’nin başı çektiği — küresel süreçlerle bütünleşmeye yönelik — Yeni Türkiye yürüyüşü,  eskinin içe kapalı devletçi, tekelci düzeninde bunalan Anadolu burjuvaları için bir tür hayatta kalma öpücüğü rolünü oynarken, Özal’la birlikte dışarıya açılarak küreselleşen devletçi büyük burjuvalara da yeni perspektifler açıyordu. İşte, o dönemde burjuvazinin birliğini sağlayan bu dinamikleri arkasına alan AK Parti iktidarı, içerdeki Osmanlı artığı devletçi-tekelci düzenden bunalan (başta işçi sınıfı olmak üzere) bütün çalışanlar için de umut kaynağı olup onları da peşine takınca, Yeni Türkiye yolunda büyük bir tarihsel uzlaşmayı hayata geçirme yoluna girildi.

 

Dış dinamik olarak, küresel demokratik devrim rüzgârını da arkasına alarak yola çıkan bu  koalisyon, kısa zamanda Türkiye’ye neredeyse çağ atlattı!

 

Düşünebiliyor musunuz, Cumhuriyet’in kuruluşundan AK Parti’nin iktidara gelmesine kadar geçen sürede Türkiye’ye giren küresel sermaye miktarı 20 milyar dolar kadarken, bu rakam AK Parti iktidarıyla birlikte artık her yıl ülkeye giren küresel sermaye miktarının altında kalıyordu. Türkiye, AK Parti iktidarı altındaki o ilk on yılda neredeyse üçe katlandı.

 

Ama sonra bu koalisyon, bu tarihsel uzlaşma platformu bozuldu. Çünkü zamanla AK Parti’nin içinde, Anadolu burjuvazisinin bir kanadını temsilen devletçi-ittihatçı jakoben geleneğe özenen bir uç çıkmaya başladı. Bunlar “madem bu işin önderliğini biz yapıyoruz… ” diyerek bindikleri tarihsel uzlaşma dalını kesmeye başladılar.

 

O ilk dönemde Türkiye bütün Ortadoğu ülkeleri için örnek, model  ülke haline gelmişti.

 

Ama bu, Türkiye’nin dayatması sonucu ortaya çıkan bir durum değildi. Batı dahil birçok ülkenin  objektif kriterlere bakarak vardığı bir sonuçtu. Şüphesiz bunda, Türkiye’nin insanların vicdanı ve adalet duygusuna  hitab etmesinin ve “yumuşak güç” denilen yeni tip bir gücü temsil etmesinin büyük payı vardı. Öyle ki bu dönemde Türkiye, ele geçirdiği bu “yumuşak güç” sayesinde hiç kimsenin iç işlerine karışmadan âdetâ 21. yüzyıl siyasetinin sesi haline gelmişti. Düşünsenize; o dönemde bir yandan AB ile verimli görüşmeler hız kazanırken, diğer yandan  Obama bile seçilir seçilmez ilk dış gezisini Türkiye’ye yaparak, Meclis’te Türkiye’yi bütün Ortadoğu için “model ülke ilân eden  tarihi konuşmasını yapıyordu. İşte o “One Minute”lar, o “Dünya beşten büyüktür”ler, o Mısır’da darbeye darbe diyebilmeler, Libya’ya karşı oluşturulan koalisyona direnmeler, keza Suriye’de (15 milyar doları bulan ticari ilişkilere rağmen) Esed’e kendi halkına kurşun sıkma, reform yap diyebilmeler, hep bu dönemin ürünü oldu. Öyle ki, bu dönemde Erdoğan‘ın adı bile Ortadoğu’da âdetâ bir bayrak haline gelmişti. Mısır’da Tahrir meydanında toplanan kalabalığa canlı hitabını gözünüzün önüne getirin; ne müthiş bir şeydi bu!

 

Peki, Türkiye Ortadoğu için neden model ülke olmuştu?

 

Arap Baharına sahne olan bütün o ülkeler bir zamanlar Osmanlı'ya dahildi. Bu nedenle,  tarihsel gelişme süreçleri arasında  büyük benzerlikler vardı ve var. Batılılaşma ve kültür ihtilâli süreçleri hep aynı diyalektiğe tabi oldu. Hepsinde de, eski devletçi yapıya bağlı olarak yukardan aşağı gelişen bir devletçi kapitalizm oluştu. Ve tabii  bu ülkelerin hepsinde,  İslâmî bir şemsiye altında aşağıdan yukarı gelişmeye çalışan (burjuva anlamda) demokratik devrimci bir halk hareketi belirdi.

Aslında benzerlik ve ortak yanlar bu kadarla da kalmadı; buralarda, “yeni” ile “eski” arasındaki sınıf mücadelelerine ek olarak, bir de  bununla içiçe geçen kültürel mücadeleler yükseldi. Bir yanda, statükoyu temsil eden devlet sınıfı ve ona eklemlenen devletçi burjuvaziyle birlikte, Oryantalizmin “Batılılaşma” potasında yeniden şekillenmiş antika devletçi bir kültür; diğer yanda ise, buna karşı reaksiyoner (dinsel, geleneksel) bir çerçeve içinde aşağıdan yukarı oluşan, ama  paradoksal bir şekilde “yeniyi” de kendi içinde barındırarak gelişen burjuva-demokratik bir halk devriminin  kültürel kodları… Mücadele bu iki cephe arasında başladı ve sürdü. Türkiye’de de, Tunus’da da, Mısır’da da, Suriye’de de olan budur aslında.

Sonra, Türkiye’de AK Parti devrimiyle, Arap ülkelerinde de Arap Baharı’yla birlikte, o eski statüko devrilince bir yol ayrımına gelindi ve iki yol çıktı ortaya.

 

Birinci yol için tipik örnek, Mısır’da Mursi'nin liderliğini yaptığı hareket oldu.

 

Burada, başlangıçta varolan ve statükonun devrilmesinde baş rolü oynayan o tarihsel uzlaşma zemini kısa bir süre içinde, daha ayaklarını yere basmadan ortadan kaldırıldı. Devrimin Jakobenlerini temsil eden İslâmcı kanat unsurları, her ne kadar bir seçimle zaferlerini taçlandırmış da olsalar,  devrimi mümkün kılan o tarihsel uzlaşma sürecinin henüz kalıcı bir demokratik-parlamenter platforma oturmadığını, yaşanılanın özünde hâlâ bir geçiş süreci olduğunu dikkate almadan — bütün demokrasi güçlerinin (farklı görüşlere sahip oldukları halde başlangıçta devlet sınıfına ve darbeciliğe karşı olan herkesin) oybirliğine dayalı bir demokratik, anayasal platform ortaya çıkmadan — her şeyi tek başlarına belirlemeye çalışarak yola devam etmek istediler. Sonuç ortada!

 

İkinci yol ise, Tunus’da Gannuşi'nin önderligini yaptığı uzlaşmacı yol oldu.

 

Çok ilginçtir ki, Tunus devriminin  içinde bulunduğu süreç nedense Türkiye’de pek ilgi görmedi, hattâ basında bile pek fazla ele alınmadı. Çünkü buradaki kilit kavram, artık bizde yavaş yavaş rafa kaldırılmaya çalışılan o uzlaşma — tarihsel uzlaşma – kavramıydı. Kimle, neyle uzlaşmıştı acaba Gannuşi ve Tunus’un devrimci güçleri? Eski statükoyla uzlaşılmadığı açıktı. Sanıyorum, uzlaşının çerçevesini demokratik parlamenter sistem ve herkesin katıldığı bir süreçle hazırlanan — böyle bir sistemi temel alan — yeni bir anayasa oluşturdu. 

Türkiye'deki süreç de özünde aynıydı aslında. Türkiye’de yaşanılan da zamana yayılarak gelişen bir burjuva-halk devrimi süreciydi. Ve 12 Eylül 2010 referandumuyla birlikte devrimin birinci aşaması, yani statükonun  alaşağı edilmesi bizde de tamamlanmış oldu. Ama nedense Türkiye bir türlü ikinci aşamaya, yani kazanımları konsolide ederek yeniyi inşa aşamasına geçemedi. Civciv kabuktan çıkmaya başladı (ve herkese yol gösteriyordu), ama daha sonra bir türlü kendi yolundan gitmeyi beceremedi. Devrimin Jakoben ruhu öylesine kabarmıştı ki, biz neymişiz havasıyla kabuk kırıcılığa devam etmek daha çekici geldi.

 

AK Parti iktidara geldiği o başlangıç döneminde, kendisi bile farkında olmadan, eskinin içinden yeni bir toplumsal DNA ile (buna daha sonra  “fabrika ayarları” dendi) çıkıp geliyordu. O dönemde uygulanan politikalar hep bu  “yeni”yi temsile yönelikti. Ama sonra çocuk biraz büyüyüp ergenlik çağına girerken, işler değişmeye başladı. Eskinin içinde, karşıt kutupta gelişen reaksiyoner-geleneksel İslamcı kimlik ile, ergenlik dönemine özgü kendi nefsini olduğundan farklı görme ruh hali (devleti-iktidarı ele geçirmiş olmanın verdiği ben neymişim anlayışı) birleşince, süreç yolundan çıktı ve eskiden beri varolan devletçi sistemin içinde “yerli-milli” bir yere oturuldu.

 

Bunda tabii, tarihsel gelişim süreci içinde yaşanan, henüz daha kendi içinde hesaplaşarak anlaşılamamış travmatik olayların da rolü vardı. İçine girilen hareketli süreç (ele geçirilen devleti ve sistemi yönetebilme, önüne çıkan âcil sorunları çözebilme zorunluluğu), ergenlik döneminin kimlik oluşturma mekanizmasıyla içiçe geçince, yeni doğan ve kendini arayan toplumsal bebek, bir anda, işin içinden çıkamamanın verdiği psikolojiyle kendini eski sistemin içinde anne rolünü oynayan İslâmcı-reaksiyoner ideolojik duruşun koruyucu kanatları arasında buluverdi — aynı anda, ele geçirdiğini-fethettiğini sandığı devlet tarafından  fethedildiğini bile anlayamadan.

 

Nasıl anlasındı ki; ne de olsa, Tanrının yeryüzündeki gölgesi durumunda olan bir devleti onlar alaşağı etmişti. Böyle bir işi ancak göklerden gelen bir  karar uyarınca kutsal bir güce sahip olanlar başarabilirdi. İşte, “organik liderlik” derken işin bir Mehdi yaratma noktasına gelişi böyle oldu. Müthiş bir şeydi bu! Tanrısal bir zırha bürünmek, kimlik arayışı içinde olan “yeni”ye ait güçler için de cazip hale gelince, bu ruh hali bir anda ideolojik bir virüs gibi zihinleri işgal etmeye başladı.

 

İşte o “fabrika ayarları”nın (yeni Türkiye’ye ilişkin toplumsal DNA’ların) yerini eskinin içinde oluşan reaksiyoner-İslâmcı kimliğin alışı böyle oldu. “Devrim” miydi söz konusu olan; çok basitti, aynen solcuların anladığı gibi, eskinin içindeki ezilenlerin — Siyahtürklerin — başkaldırarak iktidarı ele geçirmesinden başka bir şey değildi bu. AK Parti kısa süre içinde böyle bir “devrimci” kimliği benimseyiverdi. Aslında bunun, ana rahminden çıkan çocuğun tekrar eskinin o devletçi duvarlarının içine hapsolmasından başka bir anlamı yoktu.

 

İşte, dış politikadaki değişim de bütün bu süreçlere paralel olarak ortaya çıktı. Madem arkamızda göklerden gelen ilâhî bir karar vardı, yani Tanrısal bir iradeydi söz konusu olan,  o halde bunun önünde kim durabilirdi? Amerika’ymış, Avrupa Birligi’ymiş, Batı’ymış — bunlar neydi ki; hepsi kendini “üst akıl” sanan, püf desen yıkılacak kağıttan kaplanlardı bunlar. Ya Allah dedin mi, karşında duramazlardı.

 

Aşağıdan yukarı gelişen devrimci dinamik, yavaş yavaş yerini yeni tip bir sübjektif idealist devrim anlayışına bırakıyordu. Kısa zamanda  bu ruh haline uygun bir ideoloji yaratma işi de başarılmış; “stratejik derinliğimiz” yeniden keşfedilerek, tarihten gelen “stratejik zihniyetimizi” günümüz koşullarında ideolojik bir silâh olarak kullanma anlayışı bir anda son derece cazip hale  gelmeye başlamıştı. Artık o “yumuşak güç” ve insanların vicdanına hitab etme anlayışı yetmiyordu. Bütün bunların güçlü bir ulus-devletin elinde ideolojik bir silâh haline getirilmesi de lâzımdı.

 

İşte, yanlışlar zinciri böyle ortaya çıktı. “Dünya beşten büyüktür” diyen Türkiye, “en büyük benim” demeye başladı. Kendi objektif gücünü bir yana bırakıp o “Tanrısal güce” güvenerek herkese meydan okuma süreci böyle gelişti. 

 

Mısır’da darbe mi olmuştu; bu yeni ruh haline göre, sözle darbeye karşı çıkmak yeterli değildi artık; “ülkelerin iç işlerine karışmamak” ilkesi hikâyeydi ve onun alaşağı edilmesi için harekete geçmek de gerekiyordu. Suriye’de Esed kendi halkına ateş açmış, muhalefet de buna karşı silâhlı mücadeleye mi soyunmuştu; öyle “sakın ha, siz de silâha sarılmayın” demenin bir anlamı kalmamıştı; hiç tereddüt etmeden onları desteklemek lâzımdı. Halbuki eskiden olsa böyle yapmazdı AK Parti. Kendi ülkesinde tek bir kişinin bile kanını dökmeden, tereyağından kıl çeker gibi başardığı  işi örnek göstererek derdi ki, devrim öyle silâhla değil,  ancak varolan sistemin içinde gelişen güçler tarafından başarılabilecek bir yenilenmedir.

 

Libya’da dışardan müdahaleye karşı çıkan AK Parti, şimdi artık Suriye’de İttihatçı geleneğe sahip çıkan Jakoben-devrimci bir ideolojik duruşa yöneliyordu. Hem sonra buralar, bütün o Ortadoğu ülkeleri, eskiden Osmanlının değil miydi? Birinci Dünya Savaşı o Batılı emperyalist güçler tarafından bizi parçalamak için çıkarılmamış mıydı? Şimdi görev, “üst aklın” oyununu bozmak, parçaları tekrar ana gövdeyle birleştirebilmek için ikinci bir kurtuluş savaşı vermek değil miydi? İşte bu hızla, “her şeyin müsebbibi o  üst akıl”a karşı, bütün kötülüklerin nedeni sayılan Batıya karşı  ideolojik bir  saldırı kampanyası başlatıldı. Batı ittifakını takmıyordu artık Türkiye; almış başını gidiyordu. “Haklıydık” ve önümüzde bize yol gösteren “liderimiz,” arkamızda da nasıl olsa Allah vardı.

 

Özetle, Suriye’de bugün gelinen durum bir sonuçtur ve sadece herhangi bir üst aklın marifeti de değildir. Eğer “parantezi kapatarak Osmanlı’yı küllerinden yeniden yaratmak” veya “İslâmın koruyucusu” rolüne soyunmak gibi ulvi hedeflerin peşinde koşmasaydık; Suriye’de gelişen muhalefet Esed’in provokasyonları sonucu silâhlı direniş aşmasına geçerken onlara, “bakın, sizi destekliyoruz, ama sakın demokratik mücadele kulvarını terketmeyin” diyebilseydik, ne DAEŞ çıkabilirdi ortaya, ne de bugünkü gibi bir PKK-PYD tehlikesi olurdu. Böyle bir durumda ABD ve Rusya’nın rolü de sınırlı kalırdı. Baksanıza, bugün bölge neredeyse 20. yüzyıla damgasını vuran bu güçlerin yarış alanı haline geldi. PKK-PYD ise, bir zamanlar Rusların ve İngilizlerin peşine takılarak  kitleleri felâkete sürükleyen Ermeni örgütleri gibi, gene bunların peşine takılarak oyuna dahil oluyor.

 

Allah hepimize; bu arada bütün bu gelişmelerden hiçbir ders çıkarmadan, bu noktaya nasıl geldik diye düşünmeden, kör bir milliyetçiliğin peşine takılıp bu sefer de sanki Suriye çıkmazından kurtulmak için manevra yapar gibi bir Venezuela çıkmazına saplanmak üzere olanlara akıl fikir versin! Unutmayalım, Suriye’de önceleri Amerika’ya ve Koalisyon güçlerine güvenerek işin içine dalmak nasıl hatâ idiyse, bugün tam tersine, sanki intikam alırcasına Venezuela’nın Esed’ine destek çıkmak da hatâdır.

 

Türkiye’nin bugün hem Suriye’de hem Venezuela’da  savunması gereken tek bir politika var: Birleşmiş Milletler gözetiminde yeni bir seçime destek olmak.

 

- Advertisment -