Ana SayfaYazarlarDuvardaki sarmaşık...

Duvardaki sarmaşık…

 

İstanbul’da yaşamanın en güzel yanı,vapura atladığında Adalar’a gidebilme ihtimalinin olmasıdır. En kötü yanı ise Adalar’dan dönüştür ki, İstanbul’un tepelerine dikilen o çok katlı binalar gözünüze sokulur. Dağı taşı çok katlı binalarla doldurarak, elimizden geleni ardına koymasak da bize direniyor İstanbul. Güzelliklerini her koşulda saklama adına…

 

Yaşadığımız bu güzel kente nobran davranmamızın dışında, geçmişe ait değerleri korumak konusunda da ilgisiziz. Kentin tarihini, geçmişi yok sayınca göğü delen binaları yapmak, daha kolay oluyor belli ki. Böylece kendi vahşi kentimizi yaratmakla kalmayıp, geçmişin izlerini siliyoruz birer birer. Hafızası olmayan toplumun geleceği ne kadar sağlıklı olur. Bunlara kafa yormadan, yok ederek gidiyoruz bilinmez bir geleceğe…

 

Fırsat buldukça İstanbul sokaklarını arşınlamayı severim. Özellikle eski, köklü mahallelerde dolaşmak, kaldırımlarında soluklanmak bu kenti içime almaya yarar. Televizyon reklamlarında bolca pompalanan site ve yeni hayat tarzlarının yerine o sokaklar insana yaşanmışlık sunar. Bütün kötülüklerimize rağmen hâlâ dünyanın en güzel kadını gibi duruyorsa bu şehir, işte o eski sokaklar sayesindedir.

 

Geçen hafta bir arkadaşımın isteğiyle Büyükada’ya gittik. Heybeliada’nın daha yaşanılır bir yer olması için kurulan Arka Güverte isimli sivil insiyatif, Büyükada’da bulunan Rum Yetimhanesi ve Troçki evine gezi düzenlemişti. Rum Yetimhanesi’ne daha önce bir kez gitmişliğim vardı. Ama Troçki’nin yaşadığı evi ilk kez görecektim. Tarihi değiştiren Rus Devrimi’nin iki numaralı adamı Lev Troçki’nin 1929 ve 1933 yılları arasında 4.5 yıl yaşadığı evi daha önce hiç görmemiştim. Büyükada’ya senede birkaç kez gittiğim halde Troçki’nin teorik olarak en verimli dönemlerini geçirdiği ve başyapıtlarını yazdığı evi görmemek benim ayıbım olsun…

 

Kalabalık bir grupla Kadıyoran Yokuşu’ndan Rum Yetimhanesi’ne doğru çıkarken gruptan ayrılıp boş sokaklara daldım. Yazın kalabalığından yorulan kaldırımlar, rüzgarda sallanıp usulca yere düşen yaprakları bekliyordu. Ekim yalnızlık ve hüzün demekse; dur biraz nefes al, iç sesini dinle demek aslında. Kaldırımların yaptığı gibi…

 

Yol boyunca Mimar Korhan Gümüş, adada bulunan görkemli yapıların tarihini anlattı. Geçmiş hikâyelerini. O yapıların ölüme terk edilişlerini dinledik. Koruyamadığımız geçmişi dinleyip Rum Yetimhanesi’ne vardık.  İstanbul’un yakın tarihinin en önemli mimarı olan ve modern mimarlığı Türkiye’de kuran  Alexander Vallaury  tarafından yapılan dünyanın en büyük ahşap yapısının görkemiyle birlikte ölüme terk edilişini bir kez daha gördük. Kumarhane ve eğlence merkezi olarak yapılan bina bu amaçla hiçbir zaman kullanılmadı. 1903 yılında Sultan Abdülhamit’in katıldığı törenle yetimhane olarak açıldı. Ki, 1960 yılına kadar, bu işlevini sürdüren bu ihtişamlı bina o gün bugündür adeta ölüme terk edilmiş durumda. Binanın içinde yetimhanede yaşayan çocuklarının ayakkabılarının hâlâ durduğunu anlattı Korhan Gümüş…

 

Benim asıl merak ettiğim ise, Troçki’nin sürgüne gönderildiğinde 4.5 yıl kaldığı evdi. Stalin’le girdiği iktidar mücadelesini kaybeden Troçki’nin  sürgüne gönderildiğinde kaldığı evdeki yıllarını da sevgili Masis Kürkçügil’den dinledik. Troçki, bu evde en iyi kitaplarını yazarken, aynı zamanda da hayatın içinde oldu. Anlaştığı bir Rum balıkçıyla her sabah gün doğmadan balığa çıkan, ağ atan Troçki’nin  İhanete Uğrayan Devrim, Sürekli Devrim, Sanat ve Edebiyat gibi başyapıtlarını yazdığı ev şimdi virane durumda. Dört yıl önce satılan ve satın alan kişi tarafından yeniden satışa çıkarılmış. Evin duvarlarını sarmaşıklar sarmış. Köşkün balkonundan bahçeye baktım bir süre.  Dünyayı değiştiren adamlardan biri olan Troçki de aynı balkondan denize bakmış mıdır diye düşündüm. O balkonda oturup kahvesini de içmiştir elbet.

 

İstanbul’un her boş yerine kuleler dikilirken, geçmişin izlerini taşıyan bazı evlerde ölüyor. Sadece evler değil, bir toplumun hafızasını da sarıyor sarmaşıklar, duvarları sardığı gibi…

- Advertisment -