Ana SayfaYazarlarEğitim yeni Türkiye’nin parlayan yıldızı olmalı

Eğitim yeni Türkiye’nin parlayan yıldızı olmalı

Türkiye’de iyi eğitim almış bir bireyin hâkim ideolojinin ve bürokratik kesimin menfaatine olacak türden düşünce alışkanlıkları geliştirmesinin önemli bir nedeni de, eğitimin Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren ulus-devletçi bir zihniyetle kurgulanmış olmasıdır. Devletin güçlü ve etkili bir mekanizma olarak varlığının devam ettirilmesi için, eğitimin milli/yetçi ve kutsal devlet anlayışı üzerine temellendirilmesi gerekiyordu. Çünkü bu zihniyete göre, toplum ancak okullar aracılığıyla ıslah edilebilirdi. Bilindiği gibi ulus-devletçi sistemlerin “hâkim ideolojisi/resmi ideoloji” iktidarı elde tutmanın en önemli aracı konumundadır. Resmi ideolojilerini toplumun tüm kesimlerine yaymak ve toplumda içselleştirilmelerini sağlamak için buldukları en etkili mekanizma ise eğitim olmuştur. Bu bakımdan totaliter yönetimlerde eğitim ile ideoloji arasında sıkı bir ilişki vardır. Bu tür sistemlerde, gerek eğitim aracılığıyla ve gerekse propaganda ve medya gibi resmi olmayan eğitim araçlarıyla, önce ciddi bir “lider kültü” oluşturulur.

 

Bilindiği gibi totalitarizmin temel unsurlarından biri olan lider, total sistemin en üstünde bulunur. Bu liderin diğer kişilerden daha üstün güç ve yeteneklere sahip olduğu kabul edilir. Bu özellikteki totaliter liderlere İtalyan Faşistlerinin diktatör/komutan olarak adlandırdıkları Benito Mussolini ve Nazi Almanya’sının Führeri (yüce önderi) olan Adolf Hitler örnek olarak verilebilir. Gerald Lee Gutek’in ifadesiyle, totaliter rejimde lider bireysel gücü ve karizmatik niteliklerinden dolayı kitleler ve medya tarafından yüceltilir; öyle ki, bu liderin kurduğu otoriteye halk kitlesi gönüllü olarak boyun eğer.  Ulus-devletçi sistemlerde bilhassa eğitim kurumları aracılığıyla önce lidere ve onun ideolojisine sonsuz bir bağlılık ve itaat aşılanmak istenir. Örneğin bir Sovyet eğitim dergisinde öğretmenlere hitaben şunlar yazılmıştır. Herkes karşı konulmaz biçimde şu düşünceleri paylaşır, Stalin mantıklı düşünür, kristal berraklığında bir zihne sahiptir, partisine bağlıdır, halkına inanır ve halkını sever, onun demir gibi bir iradesi vardır. Hitler Gençlik Örgütü’nün gazetesindeki şu ifadeleri de örnek olarak verebiliriz: Başımızdaki lidere bağlıyız, ona inanıyoruz, kendimizi ona gönüllü olarak adıyoruz, çünkü o tüm halkın yararlarını düşünür ve halkı suiistimal etmez. Ünlü teolog Dietrich Bonhoffer’in ifadesiyle, bu durum bireyin ahlaki insiyatifini felce uğratan tuhaf bir düzenektir.

 

Cumhuriyetin ilk yıllarında kısaca “eğitim birliği” olarak da bilinen 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat yasasıyla eğitim, devlet tekeline alınmıştır. Eğitimin zorunlu ve tekdüze hale getirilmesinin önemli nedenlerinden biri; resmi ideolojiye itaatkâr bireyler yetiştirmek ve toplumu kontrol altında tutmaktır. O dönem Türkiye’de de eğitimin yeni bir ulus yaratma yönünde işlev gördüğü ve bu amaca hizmet ettiği su götürmez bir gerçektir. Bu yüzdendir ki bugün Türkiye’deki mevcut toplumsal sorunların kökeninde farklı dil, inanç ve kültürleri dışlayan, yasaklayan ve onları yok sayan nasyonalist bir zihniyetle kurgulanmış bir eğitim sisteminin de payı bulunmaktadır. Ne yazık ki kimse meselenin milli eğitim boyutunu gündeme getirmemektedir. Oysa mevcut eğitim anlayışı, yapılan bir takım önemli reformlara rağmen hâlâ otoriter, dışlayıcı, tek-tip insan yetiştirmeye endeksli işlev görmekte; dolayısıyla farklı kültürlere, dillere, inançlara ve mezheplere mesafeli yaklaşmaktadır.

 

Eğitim bir ırkı, düşünceyi, mezhebi ve insan tipini yüceltirken diğerlerini aşağılıyor, yok sayıyor; yetmezmiş gibi bir de onları tehlikeli ilan ediyor. Kürtler, Aleviler, başörtülüler, Ermeniler, gayrimüslimler… Bu ülkede yıllardır tek tip ideolojinin ve resmi eğitimin kurbanı oldular. Kemalist düşünce yapısı hiçbirine yaşam, düşünme, inanma, kısacası var olma hakkı tanımadı. Tek Parti dönemi boyunca eğitim bu anlayışla inşa edildi. Türkleri üstün bir varlıkmış gibi sunarken diğerlerinin varlığı görmezden gelindi. Ders kitaplarının içeriğine (başta İnkılap Tarihi olmak üzere) ve birtakım militarist içerikli uygulamalara, yönetmeliklere  bakıldığında bunu daha net bir biçimde görebiliriz.. Savaşların, nefretin, çatışmaların en önemli nedenlerinden birinin de bir sınıfın, ırkın ya da inancın bir başkasına üstün olduğu iddiasından kaynaklandığını söylersek, sanırım yanlış bir şey söylemiş olmayız. Aslında tüm mesele çocuklarımızın ileride nasıl insanlar olmasını istediğimizle alâkalı bir durum. Amacımız onları disipline sokmak, zihinlerini tasnif etmek ve onları milliyetçi yapmak ise, kısacası ölüm ve yıkımdan hoşlanıyorsak eğer, devlet tekelinde varlığını sürdüren milli/yetçi bir eğitimle bunu fevkalade başarabiliriz.

 

Bu yüzdendir ki ben bugün eğitimde varlığını hissettiren en mühim sorunun evvela bir zihniyet sorunu olduğunu düşünüyorum.  Bu bakımdan, resmi ideoloji ekseninde şekillenen eğitimin gerek politika ve gerekse kalite sorunlarını öncelikle eğitim hayatını dizayn eden, yön veren, şekillendiren eski Türkiye zihniyetinde aramak gerekir.1924 yılından itibaren merkezi planlamayla toplumu belirli bir kalıba sokmayı hedefleyen eğitim,  devlete itaatkâr, birbirinin aynısı bireyler yetiştirme gayesi gütmüştür/gütmektedir. Eski Türkiye bize tek merkezden kumanda edilen hiyerarşik bir yapılanma, tek tip kıyafet, resmigeçitler, sair törenler, Milli Güvenlik Dersleri ve Andımız türü militarist uygulamalar bıraktı. Askeri bir disiplinin esas tutulduğu, ders kitaplarında işlenen konularla da itaatin pekiştirildiği bir eğitim düzenine mahkûm etti. Evet, kabul ediyorum. Eskiye bakınca eğitimde son yıllarda ciddi bir kırılma yaşandı.  Demokrasi ve özgürlükler alanında yaşanan normalleşme süreciyle birlikte, bugün artık sorunlarımızı özgürce tartışabileceğimiz sağlıklı, kaliteli toplumsal bir zemin oluştu. Ne var ki söz konusu eğitim olduğunda bu bariyeri bir türlü aşamıyoruz.

 

Bildiğimiz gibi günümüz dünyası; bilginin çok kolay erişilebildiği, sosyal paylaşım ağlarıyla da neredeyse sınırların ortadan kalktığı, her gün yeni gelişmelerin yaşandığı, birbirinden farklı ve çeşitli ürünlerin piyasaya sürüldüğü, kısacası hayatın çok hızlı aktığı bir dünya. Böyle bir dünyada eski usul anlayışlarla eğitim hayatını dizayn etmek yarardan çok zarar getirir. Nitekim bugün kamu okulları çocukların dünyasının çok gerisinden gelen kurumlardır. Bugün çocuğun gözünde okul, gerçek dünyadan yalıtılmış, kendi içsel dünyasına yabancı, ayrıca sıkıcı, eskiden kalma, soğuk ve sevimsiz bir inşaat olmaktan başka bir anlam ifade etmemektedir. Bakıldığında, bu tür bir klasik/ideolojik/tekçi/milliyetçi eğitim anlayışı bireylere kendi yetenek ve ilgilerini keşfetme imkânı tanımak yerine, belirli kurallar silsilesiyle onları otoriteye itaat etme eğilimi kazandırmaya çalışıyor. Dolayısıyla işe önce okul anlayışımızdan başlamamız gerekiyor.  Okulları öğrencileri disipline eden kurumlar olmaktan çıkarmalı ve mevzuatı bu yönde bir değişime uğratmalıyız. İngiliz yazar ve eleştirmen Herbert Read’ın ifadesiyle, “İnsanoğlu doğal olarak çok çeşitlilik gösterir ve bütün bu farklı kişilikleri bir kalıba sokmak hem baskı gerektirir, hem de ziyadesiyle zordur.”

 

Yapılacak iş belli. Türkiye gelinen bu noktada ivedilikle, 1973 yılında kabul edilen 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu başta olmak üzere, eğitimde tek bir ideolojiyi, görüşü, dini, dili rengi ve mezhebi öne çeken eski usul mevzuatı gözden geçirmeli ve bireysel özgürlükler çerçevesinde yeniden revize etmelidir. Eğitim yapısı dünyaya, gelişmelere ve yeniliklere ayak uyduran bir bakış açısıyla yeniden değerlendirilmelidir. Bugün Türkiye tüm azınlıkları, etnik alt- kimlikleri içine alan, onları eritmeyen, çok-kültürlü, özgürlükçü bir eğitim sistemini devreye sokmalıdır. Bakınız, bugün ders kitaplarında kadim halkların binlerce yıllık ittifakından, geliştirdikleri dostane ilişkilerden bahsedilmemektedir. Bugün Ermenilerle Türklerin, Türklerle Kürtlerin ve diğer farklı kesimlerin dostluk ilişkilerine dair harikulade örnekler var. Bu örnekler ders kitaplarında neden yer bulmuyor? Dahası, Kürtler neden hâlâ zararlı cemiyetler bahsinde geçiyor? Ermeniler neden bizi arkadan hançerleyen hainler olarak gösteriliyor? Ermenilerle kurulan dostane ilişikler neden öne çıkamıyor? Ders kitaplarında neredeyse Türkün Türkten başka dostu yoktur anlayışı hakim. Artık “dört tarafı düşmanlarla çevrili bu cennet vatan” anlayışından sıyrılmalıyız. Kadim halklarla kurulan ittifaklardan, dostluklardan, birlik ve dayanışmadan bahsedilmelidir.

 

Tek Parti dönemimin pozitivist eğitim anlayışına mahkûm değiliz. Evet, İttihat ve Terakki geleneğinin mensupları kuvvetli bir direnç gösteriyor. Eğitimde atılan her yeni adıma şiddetle karşılar. Lakin artık onlardan daha kuvvetli, daha yenilikçi ve özgürlükçü yeni bir sosyoloji doğdu. Eğitim yeni sosyoloji dikkate alınarak yeniden tesis edilmeli ve çok-kültürlü bir anlayışla işlev görmelidir. Kısacası eğitim yeni Türkiye’nin parlayan yıldızı olmalıdır.

- Advertisment -