Ana SayfaYazarlarYârin adı Serin, kedinin adı Mesafe

Yârin adı Serin, kedinin adı Mesafe

 

Ben meyhaneleri ayrı severim.

Ankara’da yitirilen, yok edilen onca şeyin arasında, kapanan yahut kılık, mutfak, stil değiştiren meyhanelere de ayrı üzülürüm.

 

Lezzet-i şahane, mönüsü fettane içkili restoranlar da harikadır elbet.

 

Eskişehir’de yarım asırdır varlığını koruyan Regulateur Restaurant’ta karşıma çıkan ev yapımı hardal, kızartılırken hiç yağ çektirilmemiş patates köftesi, yumurtalı-unlu kabak kızartması, beni bir anda artık tarih olan AOÇ Merkez Lokantası, eski Gar Lokantası ve Bahçelievler 7. Caddedeki Kokteyl Restaurant’a taşır. 

 

Sadece mekân değildir kapanan.

Müdavimleri anında başka adrese yerleşse de…

Çoğu kez ömürlü olmaz o eski, o ehlikeyf, bildik insan manzaraları.

Sokak isimlerinin bile değiştirildiği bu şehirde, hafıza mekanlarını yitirirsin, hatıra haritaların adressiz kalır.  

 

Attila İlhan’ı yad eder “Kim Kaldı” dersin:

Kadehlerde rakı /nazlı beyaz 
vaniköy korusunun `teşrinler'deki sisi 
gramofonda incesaz /meyhane musikisi 
o şenliklerden heyhat kim kaldı”
. 

 

O şenlik, rindlerin akşamı dağılmış, servisten kalkmıştır o “nazlı beyaz” karafakiler. 

Bir şeyler eksik, bir şeyler yitirilmiştir.

Yeni bir meyhane, yeni terlik gibidir esasen.

Ayağının alışması zaman gerektirir huylu bünyede.

Vurur bazen:b“Közde sarımsak da mı yok?”

 

Yanlış anlamayın… Nostaljinin koyu sisinde avare gezmiyorum. Nostalji uslandırır, biliyorum.

"Us"u bugünden, yarından ve "us"tan, akıldan koparan bir "hayal cenneti" yaratarak, uslandırır.

“İster siyah tebeşirle çiz /İster beyaz tebeşirle /Nafile” (¹)

Diri gömer insanı.

Mesafeli bakarım ki, bari zihnim "eşkıya" olsun.

 

Esat’taki kırık-dökük bir meyhaneden, puslu bir hatıranın zamanıdır.

Yaşından da yaşlıydı, Salih Baba.

 

Yıllar, ütüyle parlamış kravatından sallanıp, vatkası çökmüş ceketinden, yeleğinden dökülüyordu.

 

Yaşlıydı, ufacıktı, eğretiydi… Yanık, mektepli olmasa da alaylı ustalığı,  meyhaneye unutulmaz bir aks-i seda yerleştiren şarkıları, sigaralı-çatallı yorumu, hüzünlü yüzü dışında.

 

Dönülmez bir akşamın ufkunda Münir Nurettin’den asırlık şarkıları söylerken, vakit herşey için çok geçken, büst gibiydi taburesinin üzerinde.

Gövdesi gereksiz, bir baş.

Az satan bir yazarın, onca kitabından sonra yeni romanında -bir umut- öldürdüğü gedikli kahramanıydı. 

“Ah”ları, herkese bir şeyler hatırlatıyordu, eminim.

 

Bir hısımlık, komşuluk, benzer bir savrukluk mu sezdi bilemiyorum… Mola verince masamıza oturdu.

“Bir kırıklık var üzerimde” deyince, grip sandım.

Yaşına, nesline hürmeten “Nevazil mi yoksa?” dedim.

Hani üşütürsün de, hasta olmazsın… İflah da olamazsın bir süre.

“Geçmiş olsun” diye ekledim, Bozkır Ankarası”nın oyunu, hep nevaziliz bu aralar…”

 

“Yok öyle kırıklık değil” dedi.

Sigarasına ateş aradı. Çakmak önümdeydi, yaktım.   

Sandalyesine yerleşti, demek anlatacağı varmış:

“Gençliğimde -önem sırasına göre- aşka, müziğe meylettim hep. 

Ve bunlara meyletmeyi, en azından hayallerimi öyle ayarlamayı mümkün kılan bir avuç hürriyete…

Ama önce aşkta kalbim kırıldı.

 

Bir kız sevdim, Selin’di adı. Hani akarsu anlamında…

Ben ona hep Serin dedim, içimden.

Yok sadece anlamı akarsu olduğu için değil, hep mesafeliydi bana… Serindi, ondan.

Seviyordum, bir gün ona benim koyduğum adıyla seslendim. ‘Serin’ dedim, Serin…’   

Kızdı çok, kırdı kalbimi…

‘Sen kim oluyorsun’ gibilerinden baktı bana.

Anladım.

 

Sonra hayata da serin oldum.

Ben daraldım, şu kıyısız şehir daraldı. Dardı da zaten, herhalde…

Akşamları Ankara hep serindir ya…

Bakma, pek şikayetim de yok bu serin hâllerden.

 

Uzak durdum ondan. ‘Mesafe’ benim de korunağım oldu.

Hayat da, dünya da uzağımda kaldı, sonra.

Baktığım yerden, dünya da çok geniş, büyük değildi aslında.

Dünya onun gözlerindeki kadardı.

Bir tek Serin’di, aklımda duran…

Onun gözleri, dünyamdı.

“Hayali gönlüme yadigar kaldı.”

 

Konuşurken, dikkatli bakınca dışarıdan bile fark edilen aritmik nabzına koyuyordu ara sıra parmaklarını.Kelimelerine değen kır bıyıkları, nikotinden sararmıştı.Gözlerinin feri kaçtıkça, sözlerinin feri pırıldıyordu, yağmurda üzerine düşen farla ortaya çıkan kuytu çukurlar gibi.

 

Tabi ki kendi kendine ya da “kendine” konuşuyordu bazen.

Sözcüklerin neferi olmaz.

Susup o günleri hayal ettiğinde, masum, mazlum görüyordu kendini.

Konuşunca, kelimeleri “Hata bende, kendimde” der gibiydi.

Durdu, düşündü… Belki o günleri, yani koca bir ömrü hayal etti.

“Ama pişman değilim” dedi:

“Hayatta beni saran-sarmalayan sıcağım olmadı ki ona hasretleneyim, serindik hep…”

 

Kuytularına, mahremine çekiyordu yavaştan beni.

Mahremiyetini ifşa yönteminden rahatsız olmamıştım, şefkat değil, şevk arıyordu sanki.

Psikiyatrist değildim, psikolog değildim, ümitsizliğin de doktoru pek yoktu zaten…

Ama önümde uzayıp giden koridor, Salih Baba’nın “ilişki şekli” beni de düşünmeye sevk etti.

 

Bir kere anlattığı aşkın “seyri, gidişi, vardığı yer” değil, “oluşumu”yakalamıştı beni.

“Menzil”i hiç düşünmeden, “mesafe”ye vurulmuştu.

Kendini tekdüze, elle tutulur, “sıradan hayat oyalanmaları”na kaptırmadan yaşamıştı bir bakıma. 

Serin’i hemen unutup, misâl “Saniye” ile evlenmemişti.

 

Yaşanan bir hayatı yargılamaktan daha yamandı, yaşanamayan bir hayatı anlamak.

Belki, “hayâl oyalanmaları”ydı, tüm yaşadığı…

Eğer, oyalanmaktan ibaret sayılırsa hayâl.

 

Sustu… Yanağına inen iri, şişe dipli gözlüklerinin ardından baktı bana.

Konuşamadım. Çok geldi bana, azıcık anlattıkları…

Düşünmek istedim, kafamın menzilinde.

İzin istedim, kalktım uzaklaştım kendi masamızdan.

 

“Ne kalp kırıklığı, ne kafa kırıklığı, ne hayâl kırıklığı” diye düşündüm yürürken.

Zira pişman değildi öncelikle… Onun yalancısıyım.

Pişmanlığın kemiren, durma kendine dönen darbeleriyle başka “hayat oyalanmaları”na savrulmamıştı hiç.

Belki, en baştan fark etmişti Selin’deki “eksikliği”…

Ki bu kusur, kabahat değildi ona göre.

Koymuştu ya adını sevecen sevecen, “Serin”.

 

Yıllarını o serin gölgede geçirmişti.

Hayatı sıcak şeyler vaat ediyor muydu zaten?

Çok şarkı, çok meyhane, çok rakı.

Öyle tükenmişti; bir koltuk, bir TV, bir sıcak evle tükenenlerden uzakta…

Her kadında Serin’i arayan, hovardalıklardan da uzakta.  

 

Hayâl kurma edimi kırılgandı.

Zira çoğu kez başladığı yer, bir hayâl kırıklığı ihtimalinin kuvvetle (kendinde) var olmasıydı.

Cümlemin başına uzunca bir ancak yerleştirip, kadim arkadaşım Gürbüz Özaltınlı’nın “Hayâller kırılmaz, kırılan başka bir şeydir” sözünü eklediğimde, yanlış anlaşılmaktan kurtulurum sanırım.

 

“Hayâl kırıklığı”, yeni bir hayâlin ya da o hayâlin yeni hâlinin sardunyasıdır.

Sardunya nereden mi çıktı?

Masaya, adama yeniden dönerken, bahçenin kıyısındaki yağ tenekelerinde kırmızı sardunyalar vardı.

Hani, neresinden kırılırsa kırılsın, toprağını bulduğunda, toprağına kavuştuğunda, hiç nazlanmadan yeniden canlanan, boy atan sardunyalar…

Hiç kırılmamış gibi.

 

Aklımda sardunya, gidip dökeceğim o adama bütün bu düşündüklerimi ve Sordun ya, sordun ya, sordunya…” diyeceğim.

Umursamazsa, kırılmayacağım.

O anlamazsa, sardunya anlar.

Derdini hâlden bilmeze değil, sardunyaya anlatanlar da lazımdır bize.

 

Havalar önce serinledi, şimdi ayazda.

Salih Baba öldü, nerede, nasıl, nereye gömüldü… Bilmiyorum.

Biz, bizi etkileyen hikâyelerin izini sürmenin değil, tevekkülün, sonrasını Allah’a bırakmanın nesliyiz.

Vefa yok bizde.

 

Hava ayaz.

Mutluyum, deli sıcağın ana değişken olarak hayatı basmamasından. 

Dışı ısınan insanların, içinin de ısındığını sanmasından mutsuzum. 

Salih Baba’nın bir astsubayla evlenip Ege’ye yerleştiğini söylediği Selin bir yerlerde yaşıyorsa hâlâ, onun Serin ismini özlemle hatırlaması ihtimalinden hüzünlü ama umutluyum. 

 

Ya Mesafe derseniz… O Erkin Koray’ın kedisinin adıymış.

 

BİR FİLM-BİR REPLİK

İÇİMDE DELİCE BİR HİS

Mathilda: Leon, sanırım sana aşık oluyorum. Benim için bu bir ilk.

Leon: Bu bir ilkse bunun aşk olduğunu nereden biliyorsun?

Mathilda: Çünkü hissediyorum.

Leon: Nerede?

Mathilda: Midemde. Sıcacık. Her zaman bir düğüm var gibiydi orada, şimdi yok artık.

Leon: Mathilda, mide ağrının geçmesine sevindim. Ama bunun bir anlamı olduğunu sanmıyorum.

(Luc Besson’un yönettiği, başrollerini Natalie Portman ve Jean Reno’nun paylaştığı “Leon” filminden)

 

(¹) Bedri Rahmi Eyüboğlu

- Advertisment -