Ana SayfaYazarlarBobisiz muhit “mahalle” sayılmaz

Bobisiz muhit “mahalle” sayılmaz

 

Üç yazıdır “bizim mahalle”nin hâllerinden söz ediyorsam, artık sıra kedilere, köpeklere gelmiştir.

Kedisiz, köpeksiz muhit, “mahalle” sayılmaz.

Hatta o eski, nostaljik mahallemizi anlatırken “buldum yerde bir erik /kaptı bir ala geyik” desem, meraklısına abartı gelmez.

 

Kedilere de hayranım, bayılıyorum her hâllerine… (Şu anda biri komşumuzla ortaklaşa, iki özgür kedimiz var)

Ama kendimi bildim bileli köpekleri bir başka severim.

Çocukluğumun, evimizde, apartmanın bahçesinde ya da sokağımızda sahiplendiğimiz köpekleri, hafızamda anı olamayacak kadar taze.

Ama bizzat ebeveyn olarak edindiğimiz köpekleri, yaşattıkları duygularla anlatmak istiyorum.

Klinik psikolojinin yeğlediği “kronolojik anlatı”ya sadık kalarak, iki Bobi’nin hikâyesiyle başlayacağım.

 

Ankara Emek Mahallesi eski 59. Sokak’ta bahçeli, tek katlı, sobalı, kutu gibi bir eve taşınmıştık.

Oğlumla sokakta dolaşırken, bir bahçenin sık lüküstrümünde sürek avından kaçan bir domuzun çatırtılarını andıran sesler duyduk.

Yavru bir köpek fırladı çalıların arasından. En çok iki aylık.

Hız kesmeden ayağıma çarptı. Viyakladı…

 

Kör olmasından korkmuştum, öyle sanmıştım. Sonradan sadece şaşı çıktı.

Sokak köpeğinin çirkini pek olmaz, hatta çirkini bilhassa güzeldir ama… Esaslı çirkindi.

Gözleri mercimek kadardı. Neyi, ne kadar gördüğünü başta çözemedik.

Dişiydi üstelik.

“Üstelik” diyorum… Zira o zamanlar özel veterinerler, kısırlaştırma meselesi bugünkü kadar etkin-yetkin, yaygın değildi.

Pet Hospital kavramının henüz o lisanın anavatanı dışında tedavülde olmadığı zamanlardı diyeyim.

Erkek köpekler ise sorunsuzdu, çapkınlığı elinin kınası…

 

Kirli, çirkin, dişiydi ama anında benimsedik.

Köpekler büyücüdür, hüzünlü bakışı, ani neşesi, sevgisiyle hipnotize eder insanı.

Hem sahipsizdi. O minicik, şaşı-şaşkın haliyle nasıl bırakırsın?

Okula henüz başlamayan oğlum çoktan almıştı kucağına zaten.

 

Adı “Eyvah” olacaktı ama…

 

Yıkamak için evde leğene soktuğumuzda, suyun yüzeyini pire zayiatları kapladı. Bir de pireliydi yani.

O durumu gördüğü andaki nidasına bakılırsa, eşim köpeciğin adını “Eyvah” koymuştu herhalde ama…

Yine de “Adını ne koyalım?” dedim oğluma. Tereddütsüz “Bobi” dedi.

Uygundu taktığı isim.

United States insanlar âleminde isimsiz, sahipsiz garibanlara, kimliği belirlenemeyen kayıplara John ya da Jane Doe deniliyorsa, sokak köpekleri için muadili Bobi’ydi belki.

 

Lâkin eve girdiği an masallardaki gibi değişti.

Yarım saat içinde bize çok güzel gelmeye başladı.

Nasıl anlatsam; alımlıydı bir kere, ne bileyim bir havası, stili vardı.

Huyu güzeldi, yahut ses tonu buğuluydu. Kimse onun kadar güzel iç geçiremiyordu mesela.

Sonraki saatlerde keşke ismini “Cindy, Cinderella” filan koysaydık diye düşünmeye başladım.

 

Bobi iyice yerleşti evimize. Kanepeyi sevdi en çok… Tırmalanıp ısırılabilen bir kumaşı vardı.

Tuhaf bir yavru olmasına rağmen, çirkinliğiyle kamuflajlanmış, pragmatik ama ince bir zekası olduğunu gösterdi bize.

Bahçe kapısına kadar gelirdi biz çıkarken.

Kapıyı dışarıya açtığımız an, hemen geriye takar, kıçın kıçın bahçeye dönerdi.

Bıkmış, korkmuştu “dışarı”dan. Ya biz de onu “dışarı”ya bırakırsak?

Hemen her köpek gibi, insanların vefasızlığını, bir anda terk edilebileceğini, “atılabileceğini” doğuştan seziyordu mutlaka.

 

Evde hata yapmamaya çalışan bir çekingenliği de vardı sanki.

Henüz erkek köpekleri ulutacak yaşta ve cazibede olmadığından mıdır bilemiyorum…

Hanım hanımcık, içgüveysi tavırlarıyla, ev kızı olmanın da ipuçlarını veriyordu.

Her şeyi uyum üzerine kurulmuştu. Ankaralıydı yani.

Mutlu zamanlar geçirmeye başladık Bobi’yle.

 

Papatyalar kayalıkta da açar

 

Dördüncü günün akşamında iki büyük adam, bir küçük adam ve gergin bir kız çocuğu dayandılar kapıya:

“Bizim köpeğimizi siz almışsınız.”

Şaşırmıştık… Sabahın bile sahibi olabilirdi ama, demek o çirkin köpeciğin de onun inatla izini sürecek, bulunca kapıya dayanacak sahipleri vardı.

Bobi sevinçle kuyruk sallayarak, inleyerek, o üç silahşöre (küçük kız Dartanyan) kadim bir hevesle seyirtmese, vermeye niyetimiz yoktu.

Yoktu öyle gelip de evimizden kız kaldırmak.

Kapıdan Bobi ile çıkarlarken sordum, dörtlünün gözleri parlayan en küçük ferdine:

“Adı neydi?”… “Daisy” diye tısladı çocuk, köpeğiyle bir an önce gitme telaşındaydı.

 

O günden sonra papatyaların nerede, nasıl boy attığına hiç şaşırmadım.

Çakraz’da kumsaldan, ekim ayında Gökova’da kayalıkların arasından fışkırdıklarını gördüğümde bile…

Ve “İnsan papatyaları öğrenmeli” dedim.

Sonradan üzülmemek için.

Aldılar gittiler. Evimiz, bir anda beş kişi gitmiş gibi tenhalaştı.

Kısacık sürede ev hayatına onca yeni alışkanlık, gereklilik, duygu, tebessüm ekleyen Bobi yoktu artık. Biz bize bile kalamamıştık o an.

Eksilmiştik.

 

İkinci Bobi aşk evliliğinden…

 

Ebeveyn olarak ilk Bobi'miz sahipleri tarafından geri alınınca…

Ertesi gün eşe dosta haber saldık:

“Bizim bir köpeğe ihtiyacımız var.”

Nereden öğrendiyse… Önce “Nasıl bir şey, ne cins olsun” diye el ovuşturan, işbitirici bir “esnaf” aramıştı. Uygun fiyatla bulacaktı.

“Senin gibi olmasın” demedik tabi.

 

Hem bizim yavru hazırmış zaten.

Bir arkadaşın arkadaşının evinde… (Bir arkadaşın arkadaşı -izdivaç da dâhil- her mevzuda fonksiyoneldir)

Sokaktan edindiği köpeği doğuran bir mahalleli, sahiplendirme çabasındaymış.

Gittik ki, yavruların 8’i bir yerde…

Hepsi serbest gezinen kurt-kangal kırması… (Sokak çocukları ırk seçmez)

Bir kısmı kurt köpeğine benziyordu, bir kısmı kangala…

Sevdik o kırmalığı.

Kangal kurt düşmanıydı. Kurt dersen n’apsın, karda kışta hep maîşet peşinde…

Olur a, yeni yavrumuzun soyağacı büyük büyük dede tarafından bir kurt ile bir kangalın birleşmesine dayanıyorsa…

Mutlaka bir aşk çocuğuydu.

 

Bembeyaz, yüzü ve dik kulakları kurt, göğsü-gövdesi kangal gibi duran birine meylettik.

Annesinin memesine atılan diğer yavruların aksine, o sahibinin eteğini çekiştiriyordu.

Ben yavrusunu alırken, annesini zapt etmekte güçlük çekti sahibi.

Melissa’ydı annesinin adı. Melez, küçümen bir kurt kırması. Yavrusunu almadıkça, zarifti.

Bir kaç ay sonra sahibi gezdirirken Melissa’yla karşılaştık…

Her sevene halim-selim duran Melissa, direkt saldırmıştı -her köpekle iyi anlaşan- bana.

Unutmamıştı.

 

Yavruyu oğlumuzun kucağına bıraktığımız an, “Hoşgeldin Bobi” dedi.

Oysa kurt-kangal melezi tombalağın adı, Atıl Kurt’du, “Beyaz Diş”di… Yahut Rambo ya da Külhan filan olmalıydı mesela.

Oğlum içinse o, “ilk Bobi’nin”hatırası, ona vefasıydı.

“İnsanın adı, kaderini belirler” der ya, bazıları…

O büyüdükçe beni de, onu “Bobi” sananları da yanılttı.

Yanılmakta ben daha az zararlıydım.

 

El bebek-gül bebek yetişse de… Muhallebici "ev köpeği" olsa da… Doğasında sertlik vardı.

Arkadaşlarımız, gecenin her saatinde çalardı kapımızı… Bobi’den vize alan gruptu onlar, hiç sesini çıkarmazdı.

Koklardı onları, sevdirirdi kendini, alt alta-üst üste boğuşurdu…

Sonra huzurlu, sakin, uzanırdı salonun bir köşesine.

 

Yeni kokulara ise mesafeliydi biraz.

Tüm dikkatimize rağmen bazı konukları ucundan tattıktan sonra kabullendiği ya da mecburen katlandığı olmuştur.

Emek Mahallesi’nde -numunelik- kalan müstakil evlerin artarda yıkıldığı zamanlardı.

Tek katlı kiralık evimizin yanındaki iki katlı benzerini de yıktılar.

Karadenizli, sevimli, sıcak birisiydi müteahhit.

Ama yıkma-yapma hengamesinin tüm tozu-toprağı, gürültüsü-patırtısı, bahçeye düşen kalaslar, taşlar, cüruflar vs. kaçırmıştı tadımızı.

Bir gün gülümseyerek durdurdu beni:

“Komşucuğum, bir şeyler düşürüyoruz bahçeye… Ama almak istediğimizde, sizin ‘Böbi’ kapıyor kolumuzu, bacağımızı… Hiç komşuluk bilmiyor.”

 

Refleksim, “Siz de düşürmeyin o zaman” oldu da…

Sonra bence adil bir anlaşmaya vardık.

Öncelikle onlar dikkat edecekti.

Bahçeye düşen alet-edevat olursa geri verecektim.

Ama -yakılabilir- odundu, kalastı… Ganimetimiz olacaktı.

Hem çiçekleri, bahçeyi de duman ediyordu koca kalaslar…

Sobalıydı evimiz, o yıl odun sıkıntısı çekmedik.

 

Sekiz yıl oturduk o evde.

Gün geldi, o ev de artık yıkılacağı için “baba evi” apartman dairesine taşınmak zorunda kaldık. En üst kata…

Bobi, sertliği, bahçeli mekândan eve tıkılınca durmak bilmeyen havlamaları, merdivenden inerken komşularla karşılaşmalarıyla apartman dairesinde barınamadı/barındırılmadı.

Ne yapsak, ne etsek olmadı.

Ekonomik hallerimiz, eskinin tek tük, bakımsız müstakil evlerinin artık “işyeri villa” rütbesini takması, çoğunun yıkılması, bahçe katı daire kiralarının bile bütçemize meydan okuması, başka bir çözüme kapı aralamadı.

 

Bobi’yi bacanağımın çiftliği olan – çok istekli- bir arkadaşına vermek zorunda kaldık.

Orada evlenmiş, çocukları olmuş, çok mutluymuş diye duyduk.

Çünkü onu bıraktıktan sonra oraya bir daha hiç gitmedim.

Yaram hep tazeydi ama ondan değil. Asıl onun beni bir daha hiç görmezse unutacağını sandığım, kendimi öyle kandırdığım için… Gitmedim.

Günahımdır.

 

“Dışarısı” onlara dar…

 

Yıllar geçti.

Bu kez bir Boxer kızı katıldı ev hayatımıza.

Kıbrıs’tan kesin dönüş sonucu getirilen ve bize emaneten, bir haftalığına bırakılan 10 aylık Ugly.

Ankara’daki mecburi ikametgâhının, yeni hayatının bir restoranın 24 saat bağlı kalacağı duvarı olduğunu öğrenince vermeye razı gelmedi gönlümüz. Kaldı.

 

Gülemiyordu. Gamzesi yoktu, ağız kıvrımı gülmeye tasarlanmamıştı çünkü…

Ama çevresindeki neşeyi, neşeli olmayı anlıyordu. Zıp zıp, kuyruğunu sallıyordu delice.

Ağlayamıyordu da; yani gözünden yaş akmıyordu. (Biz insanlar bir canlının ağladığını anca gözünden yaş akarsa anlarız)

Ama inliyordu, rüyasında bazen. Hıçkırıp, irkiliyordu…

Durgunsa, hastaysa ailenin bir ferdi, o da ana rahmindeki figür gibi kıvrılıyordu, ayağının ucuna.

Susuyor, kıpırdamıyordu; ev yeniden neşelenene dek.

 

Sokağı değil evi severdi. Ama merak ve özgürlüğün değerini, bazen birbirini nasıl azdırdığını ondan da izliyordum.

Dışarıdan duyduğu her havlamada, tüm bedeni titreyerek pencerenin önüne koşuşturmasından…

Perdeyi o Boxer’lara has basık-kara burnuyla, her seferinde yepyeni bir merakla aralayıp, dışarı bakmasından…

Ve dönüp dönüp bana; “Ben de çıkabilir miyim baba” bakışından anlıyordum.

 

Tümüyle özgür olası, dağ bayır koşası, zıp zıp zıplayası, sevesi/sevilesi bir canlıyı, böylesine ev(cil)leştirmek, dizimizin dibine almak, bir nevi hapsetmek düşündürüyor, dokunuyordu bazen.

Ama dışarısı onlara dardı.  

 

Birlikte balkona çıkıyorduk hastalanıp, karaciğer kanseri teşhisi konduğunda.

Bir kız çocuğu geçiyordu sokaktan.

“Önüne bak, zıplama. Önüne bak…” diyordu yanındaki yaşlı kadın, “Zıp zıp zıp… Ne anlıyorsan….”

Kız duruyordu, ama büyükannenin hurda nasihatine uyduğu için değil.

Merakla balkona, Ugly’ye bakıyordu.

Bakıyordu ki, o da onu görünce, o yorgun hâliyle balkonda zıp zıp…

 

“Önüne bak” diyordu, yaşlı kadın yeniden. “Önüne bak”…

Yürüyüp, küçük kızın yeniden ront adımlarına dönüşen zıplamalarıyla gözden kayboluyorlardı. Sonra Ugly de gitti.

Merak çocukta büyüyen, yaşlıda solan bir şeydi belki…

Köpeklerin merakı, sevgisi, hiç büyümedikleri için her dem tazeydi herhal.

 

- Advertisment -