Ana SayfaYazarlarUtanç duygusunun hüzünlü fazileti

Utanç duygusunun hüzünlü fazileti

 

“Bazen her şey bir rüya gibi geliyor.

Ama bu rüya başkasının rüyası; benim gördüğüm değil de rol almak zorunda olduğum bir rüya…

Peki, bizi rüyasında gören kişi uyandığında ve utanç duyduğunda ne olacak?”

Bu satırlar, utanma duygusuna hayatî/insani bir önem veren yönetmen Ingmar Bergman’ın 1968 yapımı “Utanç (Skammen)” filminden.  

 

Yaşanılan bazı süreçlerin rüya olmasa da, insana kâbus gibi geldiği zamanlardan geçiyoruz.

O kâbusların arasında, rol aldığımız hayatlar da var.

Böyle durumlar ağır, travmatik onca duygunun yanında, utanç da yaratabiliyor.

Ve utanç, etkisi çok dışa vurmasa da, kızgınlık, öfke, umutsuzluk, çaresizlik, hatta nefret gibi duyguların altında kalan bir hissiyat değil.

 

Ben utanan insana güvenirim.

Başını önüne eğen, mahcup çehresini görünce, içimde bir sıcaklık, gönlümde bir meyil peydah olur.

Zira utanmanın, insanın derindeki değerlerini, en azından önem verdiği bir şeylerin varlığını işaret ettiğini düşünürüm.

Bazen başa çıkamadığı ama önemsediği, cürmünce kılavuz bir şeylerin…

 

Sait Faik, “İki Kişiye Bir Hikâyesinde yemek yerken utanan, yemeğini ayıpmış gibi gizlice yiyen insanlardan sevgiyle söz eder.

Öyle hâller, benim de aklıma fırından taze çıkmış nostaljik somunlar gibi sıcak duygular getirir.

 

Mâni oluyor hâlimi takrire hicâbım

 

Ama meramım, yanakları kızaran o çocuksu, saf, belki biraz güvensiz utanma, çekinme hâli değil.

Sosyal mi sosyal, güçlü mü güçlü portrelerin, “erk”lerin söylediklerinden, yaptıklarından, yazdıklarından, hatta düşündüklerinden hiç utanmamasının kederinde, atıl öfkesindeyim.

Böyle hâller, insanda kendi hataları, gafları, bir köşesi ham kalmış tutum-davranışları kadar, başkalarının yaptıklarından, söylemlerinden utanç duymasını da yaratıyor.

Ve insan o resimli utanç atlasında, “hicap duyma”nın anlamını -sözlük gerektirmeden- öğreniyor.

 

Murathan Mungan kendisi için temel meselenin mahcubiyeti öğrenmekten başladığını söylüyor:

“Vicdanı, adaleti, utancı öğrenmekten başlıyor. Bu kavramları önemsememin nedeni biraz da Türkiye'nin şu anki durumunu açıklıyor.

Şu zamanlar özellikle kişisel ve toplumsal olarak en çok unuttuğumuz şey utanmak.

Vicdanı, ahlakı, adaleti unuttuk ama utanmayı, utanç duymayı da unuttuk.(¹)

 

Peşinen ortaya koyalım.

Utanmayı unutmak, bedelinin hafızaya, şartlara yükleneceği hâllerden değil.

Zihniyetten öte tüm duyguları, ahlak, adalet, vicdan duruşmasına çıkarabilecek, ellerini önünde kavuşturup, başını önüne eğdirecek bir mesele.

İnsanın kaybına katlanamayacağı ahlak, adalet, vicdan duygularının yakın, bilge akrabası olması bir yana…

Öyle kayıpların ağır bedelidir utanmak.

 

Utanarak öğrenirsen zor unutursun

 

Utanmak, kibir denilen en büyük günahın organik panzehiridir.

Yalanın, iftiranın, hatta zalimliğin önündeki son engeldir.

Utanmanın empatiyle, terbiyeyle, özeleştiriyle, ahlakla, vicdanla yakından alakası vardır çünkü.

 

Utancın anlamak, algılamakla ilişkisi de seni özgeçmişine götürür.

Bir şeyi utanarak kavrarsan, kolay kolay unutamazsın.

Kulağını, çok sevdiğin, değer verdiğin, mahcup olmaktan/layık olamamaktan korktuğun “öğretmen”in çekmiştir.

 

İnsanın yaptığı bazı hataları nispeten masum da kılar.

Kınanman, “insanlık hâli” nitelemesine kadar inebilir.

Özür dilemenin, idrak (dank) ederek kabullenmenin eşiğidir zira.

“İnsanlığımdan utandım”,  “İnsan hiç mi utanmaz”, “Yer yarılsaydı da içine girseydim” denir ya…

İşte tam da insan olmanın ne menem bir şey olduğuna dair erdemlerin, “Giriş” bölümündeki ana başlıklardandır utanmak.

Vicdanı örten külü üfleyen tedirgin ama hayatî nefestir.

 

Utanmak insanın en erken, hatta çocukken hissettiği duygulardan birisi.

Aynı zamanda ruhsal olgunluğun mihengi de…

Lâkin o tarihine rağmen, bazı süreçlerde kolayca unutulan ya da meşinleşen duygular arasına girebiliyor.  

 

Utanç yoksunluğuna, hayatını, değerlerini, kendi çıkarları, kendi yargıları, küçümen iktidarı üzerine kuran sıradan insanlarda, günlük hayatta tanık oluyoruz.  

Ama günlük hayatta siyaseten karşılaştığında etkisi farklı oluyor.

Yalınkılıç hükmetmek hırsıyla yapılan siyasetin, o yolda her şeyi politikleştirmenin, amacına ulaşmak için her aracı uygun görmenin, ne sonuçlar yaratabileceğine aşina bir nesiliz.

Ama utanmazlığı bir hayat tarzına, kronik bir politika sanatına dönüştürmek hem devrini, hem de maharetini gerektirir.

 

Utancı arsızlık alt eder

 

Siyasetin en kalın, utançtan azade hâllerinin, ağız dolusu iftiraların, akla ziyan popülizmin, cengâver hamasetin 24 saat elinde tokmak ve davulla gezdiği bir ülkede yaşıyoruz.

Kahrolmakla, kahretmenin cephesinde… Zihnimize serpilen uğursuz kanaatlerin, vahşi yargıların, veciz nefret tohumlarının, kapkara kehanetlerin, adaletsizliğin, vicdansızlığın, kibrin kuşatmasındayız. 

Utanma erdemini, anca böylesine zıt arsızlıklar alt edebilir zaten.

 

Böyle siyasi zihniyetlerin öncelikle utanç yoksunluğuyla seyrettiğine inanıyorum. 

Öyle bir yola, öyle bir kürsüye ancak vicdanı, adaleti, utanmayı ayıklayarak çıkılır.

Utanmaz yazarlar, klavyede tuşa basmakla, tetiğe basmak arasındaki farkın “yazar itibarı/yazar ehliyeti” kıstasında bile yok edildiği öyle bir ortamda yetişir.

Medyanın arsız yüzü de o karakalem çalışmalarla netleşir.

Gördüğünde, Edvard Munch’un Çığlık tablosu, sıradan kalır aynanda.

Utanmazlık o mertebeye vardığında, pişkin, külhan bir sırıtış eklenir çehrelere, söylemlere.   

Derisini, ensesini öyle kalın tutar.

Utanmaz…

Bu ona vicdansızlık gibi bir tür geçici konfor, hâl ve davranış serbestiyeti sağlayabilir.

Ama utanç denilen duygunun yenileyen, içerleri süpüren, hırslara çekidüzen veren, insan eden, iyi eden nimetlerinden çok uzakta bırakır.

Kibrin, umursamazlığın, bencilliğin saltanatının tek odalı olduğunu unutturur. 

Nihayetinde seni seninle baş başa, yalnız bıraktığını da… 

O odada utansan da, kar etmez.

Sesin kendine, nefesin yüzüne yankılanır.

 

Mevzumuz itibariyle utanç, öncelikle bir duruma karşı kendini, mensubiyetini, aidiyetini, hatta ülkenin evrensel algıdaki yerini hatalı, mahcup hissetmekle ilgilidir.

Yüksek siyaset söylevinin sırmaları içinde bunu kabullenmek, politikadan öte insani meziyetler, kürsü laubaliliğinden öte hakiki samimiyetler gerektirir.

Kürsü masuniyeti tamam da, bir de masumiyeti, temizliği olmalıdır bu işin.

 

O nedenle siyaset ekranlarında en zor rastlanacak tek suret, belki de utanan, yanakları kızaran, mahcup olan bir yüzdür.

O yoksa, “yüz”süz siluetlerden mana çıkartmaya çalışırsın.

 

Sadece siyasi arenadan da ibaret değildir bu durum. Bayisini, toplumun her kesiminde, her köşesinde, her mevzuda açabilir.

Ne belli bir tarihi vardır, ne coğrafyası, sosyal sınıfı, ne inancı…

Ama evrensel, insani ortalamalarda, yine de bir mertebesinin, derecesinin, sınırının olması beklenir.  

O sınır da aşılınca, ar damarı çatlayınca, utanmak sana düşer.

Düşer de… Bazen, ulusal siyasetin ironisini anlatan “Ne olacak bu memleketin hâli” muhabbetlerindeki sığ, silik, işlevsiz soru işaretinin altındaki o koyu nokta, o karagöz kadar kalırsın.

 

Olsun… Her şeyden önce utanmaya, utanmanın “sosyal bir duygu” olduğunu hatırlamaya  ihtiyacımız var.

O duyguyu yitirmediğimizi, her fırsatta ispatlamaya da…

Dünyanın tüm insanları utanın.

 

BİR FİLM/BİR REPLİK

 

UYURSAN UTANMAZSIN

 

“Bildiğim bir şey var. Eğer uyuyabilirsem ne korkuyu, ne umudu, ne işi, ne de kutsanmayı hissederim. Tanrı uykuyu icat edeni kutsasın. Uykunun sahip olduğu tek kötü taraf, ölüme tehlikeli biçimde benzemesidir.”

“Utanç… İnsanlığı kurtaracak tek duygu”.

Andrei Tarkovsky – Solaris

 

(¹) Nilüfer Belediyesi’nin düzenlediği “Edebî Kazılar” Söyleşisi – 2016

FOTOĞRAF: Liv Ullmann – Max Vons Sydow /Skammen (Utanç)

- Advertisment -