Ana SayfaYazarlarRuhumuzdaki şeytan (10) gerilik sorunu

Ruhumuzdaki şeytan (10) gerilik sorunu

 

[30 Haziran 2019] İstanbul seçimleri de geldi geçti; ben hâlâ bitiremedim bu yazı dizisini. Oysa biraz güncel siyaset yazmak istiyorum (geçmişten kısmen benzer örneklerle). Neyse, önce tarihin defterini dürmeyi deneyelim (gerçi dürülemez ama, eh işte).

 

                                                                   *          *          *

 

19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçerken ilginç (ama tümüyle sürpriz sayılmaması gereken) birtakım şeyler oldu Marksizme. Birincisi, Batı’da devrim olmayacağı ortaya çıktı. Zira devrim (arzulanan ve kaçınılmazlığı ilân edilen sosyalist devrim), basit bir “işçi sınıfının sayısal çokluğu” meselesi değildi. Çok daha karmaşık bir olaydı. İnsanlar alışkanlıklarına düşkündü. Fevkalâde olağanüstü koşullar devreye girmedikçe, bir miktar haksızlık ve eşitsizliğe katlanmak pahasına da olsa, yaşadıkları gibi yaşama eğilimleri ağır basıyordu. 4 Temmuz 1776’da Amerikan Bağımsızlık Beyannamesi’ni yazıp kabul edenler, görebilmişti bunu. Ama yeni fikirlerinin heyecanı içindeki Marx ve Engels, en azından ilk başta görememişti. Ayrıca, “ekonominin [üretim tarzının] genel belirleyiciliği”ne ilişkin (sonradan tarihsel materyalizm diye anılacak olan) vurguları, onları siyaset kertesini ekonomi kertesinin bir türevi gibi görmeye, yani politikanın özgüllüğü ve özerkliğini küçümsemeye götürüyordu. Üstüne bir de, “tarihin yönü” yanılsaması binmekteydi: kapitalizm sosyalizmden önceki; tersten söylersek, sosyalizm kapitalizmden sonraki aşamaydı. Hepsi bir arada, “kapitalizm ne kadar gelişirse devrime ve sosyalizme o kadar yaklaşmış oluruz” varsayımına su taşımaktaydı.

 

Gelgelelim, 19. yüzyılın ortalarından itibaren görmezlikten gelinemeyecek bazı ters gelişmeler yaşandı. Fransız Devrimi’ni tekrarlamaya çalışan 1830 ve 1848 dalgalarının ardından, Avrupa’nın batısı büyük ölçüde duruldu. Bir yandan, Sanayi Devrimi’nin yarattığı yeni refah potansiyeli, damla damla yukarıdan aşağı inip azıcık da olsa emekçilere yayılmaya; diğer yandan, parlamenter sistemin yayılması halka adım adım genişleyen demokratik olanaklar sunmaya başladı. Eric Hobsbawm’ın ünlü kitaplarının başlıklarıyla söylersek, “Devrim Çağı”nın (Age of Revolution) yerini daha istikrarlı bir “Sermaye Çağı” (Age of Capital) aldı. Madalyonun diğer yüzünde, derinleşen tepki, hoşnutsuzluk, itiraz, muhalefet ve ayaklanma odakları giderek kıtanın doğusuna kaydı. Burada hem gerilik ve yoksulluk çok daha keskindi. Hem de, her türlü demokratik açılım ihtimaline artık son derece şüpheyle bakan, ideolojik “ikna”dan çok ordu ve gizli polise sırt dayamış, (Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Çarlık Rusyası gibi) despotik “cebir ve şiddet” rejimleri hâkimdi. Dolayısıyla düzenin, statükonun şiddetine karşı devrimci şiddet fikri (ve denemeleri), kıtanın batısında giderek yitirdiği göreli geçerlilik alanını burada buldu.

 

Reel hayattaki bu değişim, Marksizmi kendisiyle yüzleşmeye ve hesaba katmaya zorladı. Bir, doğruluğu-yanlışlığı, iyiliği-kötülüğü, arzu edilirliği ve edilmezliği bir yana, devrimin bizatihî olup olmayacağının, ekonomik gelişmeden (kapitalizmin ileriliğinden) başka bir yığın etmene bağlı olduğu kavranmaya başladı. Burada özellikle siyaset, rejimin niteliği, direnci, ideolojik “savunma derinliği” olup olmadığı, ya da cılızlığı, sathîliği, kırılganlığı, “tek adam” faktörüne (örneğin sırf “Küçük Baba” olarak Çarın karizmasına) bağlılık derecesi, ya da kötü giden savaşların meşruiyet erozyonuna yol açması… gibi boyutlar öne çıktı. 1960’ların başlarında Louis Althusser, Hegel’den türeyen tek bir temel çelişmenin (meselâ burjuvazi-proletarya çelişmesinin) kendini açımlaması yaklaşımının karşısına, çeşitli çelişmelerin üstüste binmesi ve içiçe geçmesini dikecek; bu farkı “çoklu belirlenim” veya “üst/ün belirlenim” kavramıyla açıklamaya çalışacaktı (bkz Pour Marx kitabı içinde, özellikle “Contradiction et surdetermination” makalesi). Anakronistik denecek derecede gecikmiş ve dolayısıyla apolojetik bir mahiyete bürünmüş de olsa, belirli bir genelleme denemesiydi.

 

Fakat daha önemlisi, iki, orta ve doğu Avrupa’da giderek sertleşen koşullar ve örgütlenme-ayaklanma denemeleri (çok dar illegal örgüt konspirativizmi ve terörizmi dahil), tamamen monarşi ve aristokrasiyi devirmeye yönelikti. Tarihî materyalizm açısından, “demokratik devrim” veya “burjuva devrimi” hamleleriydi. Sosyalizmle pek bir ilgisi olmayan bu çırpınış ve kıpırdanışlar, Marksist teoriye nasıl yedirilecek, ya da Marksizmin sosyalist bir işçi devrimi arayışı bu diğer akımların üzerine nasıl bindirilecekti? Yani üç, amacı orta ve uzun vâdede (gelişmiş kapitalizmden de daha ileri bir düzen olarak tasavvur ettiği) sosyalizmi kurmak olan bir parti, devrim (sosyalist devrim?) umudu ve angajmanını, sırf patlama potansiyeli var diye, bu geri toplum ve şiddet rejimlerine transfer edebilir miydi? Hattâ dört, bu çerçevede, söz konusu monarşik ve aristokratik rejimleri devirme tarihsel işlevini de (“burjuvazi yapmıyor, yapamıyor” gerekçesiyle) kendisi üstlenebilir; kapitalizmin ve demokrasinin daha fazla gelişmesini beklemeksizin, “demokratik devrimi” de ben yapacağım ve bundan sonra iktidarı hiç elden bırakmaksızın doğruca “sosyalizme” yürüyeceğim… diyebilir miydi?

 

Beş. Bu takdirde, “sosyalizm tarihî aşaması” nasıl bir şekil alacaktı? Bundan önceki yazımda, 1870’lerden itibaren Marx’ın Gotha ve Engels’in Erfurt Programı eleştirileriyle, eskiden tek bir tarihsel çağ olareak düşünülen sosyalizmin nasıl ikiye bölündüğüne; çok uzun süre sosyalizmin özü ve esası olarak düşünülen sınıfsız toplumun, kolay kolay gerçekleşemeyecek bir ideal olarak, nasıl uzak gelecekteki “komünizm” aşamasına ertelendiğine değinmiştim. Bu, siyasî iktidarın devrim yoluyla ele geçirilmesinden sonra, hayli uzun bir “sosyalizmin birinci aşaması”na girilmesi demekti.

 

Kaldı ki bu, devrim gelişmiş bir ülkede gerçekleştiğinde dahi geçerliydi. Peki ya Rusya gibi bir ülkede devrim olursa… yani sosyalist (komünist) bir parti, sosyo-ekonomik açıdan sosyalizm yolunda yürümeye, faraza İngiltere, Fransa ya da Almanya’ya kıyasla çok daha geri bir noktadan başlarsa, bu, sözkonusu “sosyalizm tarihî aşaması”nın büsbütün uzaması ve zorlaşması; dahası, salt cebir ve şiddet yoluyla, yukarıdan aşağı empoze edilmesi gerekmeyecek miydi?

 

(Günümüzde, klasik anlamda cadı avları, demiştim, dünyanı en geri bazı ülke ve toplumlarında hâlâ sürüyor. Şimdi, mecazî anlamdaki siyasal cadı avlarının da,ister sosyalizmde ister Türkiye’de, gerilikle ilişkisine geliyoruz, adım adım.)

 

- Advertisment -