Ana SayfaYazarlar“Biz çorbanın buzunu kırar da içerdik”

“Biz çorbanın buzunu kırar da içerdik”

Zaman ne çabuk geçiyor; onbeş yıl olmuş… 2004’ün bahar ayları… İzmir Bornova’da mütevazı bir evin salonundayız… Karşımda oturan ufak tefek adamın 70’ini çoktan geride bıraktığını biliyorum. Yüzünde mahcup bir tebessüm, gözlerinin derinliklerinde gizleyemediği pırıltılar var, eski günleri yad ederken… Heyecanlı bir ses tonuyla anlatıyor: “O zamanlar kız öğrencilerin sayısı pek fazla değildi. Bazı branşlarda takımı güçlükle toparlardık. Sadece altı kişiden oluşan bir kız voleybol takımımız vardı mesela… Maça birkaç gün kala çocuklardan biri hastalandı. Eyvah, hükmen mağlup olacağız! Maçtan önceki gece, babası telefon etti. ‘Hocam’ dedi, ‘kızımın ateşini düşürmeye çalışıyoruz. Size söz veriyorum, yarın ayakta durabilecek hali olursa mutlaka maça getireceğim.’ Gerçekten de ateşi biraz düşen çocuk geldi ertesi gün maça… Biri ancak ayakta durabilen altı oyuncuyla sahaya çıktık ve inanır mısın, kazandık! Biz sizlerin spor yapması için uğraşırdık ama velilerin de inanılmaz güveni ve desteği vardı…”

 

Hayatımın en güzel yedi yılını bana armağan eden okulum Bornova Anadolu Lisesi’nin, 50. kuruluş yıldönümü için hazırlanan kitaba katkıda bulunacak üç-beş satır yazmam istenince, soluğu Ahmet Hoca’nın evinde almıştım. Bunun başlıca iki nedeni vardı: Birincisi, kişisel gelişimimde, mesleğimi seçmemde ve bugün otuz yılı geride bırakan spor yazarlığı kariyerimin omurgasını belirlemede yatılı okuduğum liseden aldığım spor terbiyesinin büyük payı olduğuna inanıyordum. İkincisi ve daha önemlisi, sıralarından geçtiğimiz okulda görev yaptığı 20 yıl boyunca Ahmet Dökmeoğlu * sıradan bir beden eğitimi öğretmeni rolünün çok dışına çıkmış, sahaların ve spor salonunun yapılmasından tutun da sınıflar arası puanlı atletizm yarışmaları düzenlemeye kadar, benzerine rastlanmamış – hatta bugün hayal bile edilemeyecek – özverili bir çalışma temposuyla BAL tarihine damgasını vurmuştu.

 

Dile kolay… 1958 yılında 29 yaşındayken kapısından içeri girdiği okulda, 1976’ya kadar tek beden eğitimi öğretmeni olarak çalıştı Dökmeoğlu… Kız-erkek tüm okul takımlarından sorumlu hoca sıfatıyla o sahadan öbürüne koşturdu. Ve hiç şüphe yok ki, enerjisiyle, ortaya koyduklarıyla kendisinden sonra okula tayine edilen beden eğitimi öğretmenlerini de etkiledi.

 

***

 

22 Temmuz 2001 tarihli Radikal gazetesinde “Bir Zamanlar Bornova” başlıklı yazımda şöyle anlatmaya çalışmışım onu:

 

Akşamın alacakaranlığında, 11 yaşında bir çocuk için ürkütücü olabilecek loş bir koridor… Koridorun sonundaki camlı kapı, okulun spor salonuna açılıyor ama karanlıkta içeriyi görebilmek imkânsız. Kapının iki yanında iki pano: Biri, Rus atlet Brumel'in binek stiliyle 2.28'i nasıl geçtiğini 'kare kare' gösteriyor, diğerinde ise dünyayı yepyeni bir stille tanıştıran Amerikalı Fosbury ve onu 68'de olimpiyat şampiyonu yapan atlayışı var.
 

Ertesi gün, okulun başlamasıyla öğreniyorum: Panoları oraya beden eğitimi öğretmeni asmış… 7 sınıfta, toplam 28 şubeye dağılmış 800'ü aşkın öğrencinin tek beden eğitimi öğretmeniydi Ahmet Dökmeoğlu… Derslerde kızların korkmadan kasadan takla atabilmesi için uğraşır, diller döker, erkekleri halata tırmandırabilmek için olmadık yöntemler denerdi. Tabii ki dersle bitmezdi her şey… Bütün okullarda olduğu gibi, bizim okulumuzda da dersler değil, teneffüslerdi asıl öğretici olan… Şanslıydık: Şehrin dışında, 200 dönüm arazisi olan bir okulda yatılı okuyorduk. Sayısız oyun alanımız, bir spor salonumuz, futbol, basketbol, voleybol sahalarımız, uzun atlama için kum havuzumuz, baharı tepesinde karşıladığımız ağaçlarımız vardı. Ama asıl şansımızın, bizi sporla tanıştıran o enerjik ve otoriter beden eğitimi öğretmeni olduğunu yıllar sonra anlayabildik.

 

Ahmet Hoca, sporu ciddiye alan bir adamdı. Bize de aynı alışkanlığı kazandırmak için çok uğraştı, gözümüzün yaşına bakmadı. Hayatımıza damga vuran Bornova Anadolu Lisesi'nde, iki dalda okul takımında oynadığı halde, halata tırmanamadığı için kırık alan, ikmale kalmamak için telafi sınavına girenler olduğunu dün gibi hatırlıyorum. Kışın dersler spor salonunda yapılırdı. Her öğrenci, yalnızca spor salonunda giydiği, tabanı pırıl pırıl bir çift spor ayakkabısı bulundurmak zorundaydı. Dışarıda giydiği ayakkabılarla salona gelenler, Ahmet Hoca'nın titiz kontrollerinde 'enselenir', derse kabul edilmezlerdi. Arkadaşları dersteyken, kenarda -üstelik çorapla- oturup onları izlemek ne büyük eziyetti, yarabbim! "Şu salonun parkeleri de amma kıymetliymiş" diye söylenirdik. Parkelerin kıymetini, Ahmet Hoca emekli olunca anladık. Önce ayakkabı kontrolleri kalktı, sonra parkenin cilâsı her gün biraz daha çizildi ve sonunda yok oldu.

 

Hocamızın en büyük aşkı atletizmdi. Her dalda kupası olan okulun bir tek futbol takımı yoktu ve basketbol, voleybol, atletizm takımlarında yer alanların boş vakitlerinde bile futbol oynaması kesinkes yasaktı. Bazı akşamüstleri kendimizi maçın heyecanına kaptırmış, kan-ter içinde futbol oynarken, sahanın hemen kenarında 'çarpık bacaklı' bir Skoda'nın durduğunu fark edemezdik. Emektar kamyonetinden hışım gibi iner, bize bağırır çağırırdı.
 

Onu azılı bir futbol düşmanı diye bildim uzun yıllar… Futbola çok meraklı sıkı bir Fenerbahçe taraftarı olduğunu sınıf arkadaşımız olan oğlu Gökhan’dan öğrendiğimde, neredeyse liseyi bitirmek üzereydim ve şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. Meğer Ahmet Hoca, bizim denize ulaşan nehirler gibi, zaten günün birinde futbolun popülaritesine kapılıp gideceğimizi ama önce çok boyutlu bir spor eğitimi almamız gerektiğini düşünürmüş…

 

Onun ders saatleri bittikten sonra okulda kalmak pahasına, sınıflar arası atletizm yarışmaları düzenlemesini, Fin puan sistemine göre alınan puanları, renkli kalemlerle tek tek kocaman bir panoya işlemesini hiç unutamıyorum. Benim dönem arkadaşlarım içinde eline disk almayan, engel geçmenin tekniğini bilmeyen, kum havuzuna şöyle bir atlamayan pek azdır. Hiçbirimiz atlet olmayacaktık elbet -olmadık da zaten. Ama bize rekabeti öğretmenin, özgüven kazandırmanın en keyifli yolunun yarışmalar olduğunu çok iyi biliyordu o…
 

Daha da önemlisi, ter dökerek, kas ağrılarıyla tanışarak, yenerek ve yenilerek 'bir şey olmak istiyorsak, önce bir şeyler yapmak gerektiğini' anlıyorduk. 30'lu yılların Trakya'sında, cumhuriyetin ilk kuşaklarından olmanın verdiği coşkuyla yetişmiş Ahmet Dökmeoğlu'nu düşündükçe, bizden önceki kuşakların büyük bir heyecan, özveri ve iş ahlâkıyla bize verdiklerini, bizden sonra gelenlere yeterince iletemediğimiz sonucuna varıyorum…

 

Birkaç yıl önce, aynı okulun sıralarından benden çok evvel geçmiş olan Üstün Sanver, yine aynı 'kahramanı' işlediği yazısını "Yüzlerce, binlerce Ahmet Hoca'nın varolduğu bir Türkiye nasıl olurdu acaba?" sorusuyla bitirmişti.

 

Sahi, nasıl olurdu?

 

***

 

Bu yazıdan sonra kimi benimle birlikte okumuş, kimi benden yıllar önce İşkodra göçmeni aşçımız Demirali’nin karavanasından kaşıklamış mezunlardan sayısız mesaj aldım. Büyük bir çoğunluk, “ellerine sağlık” dileklerinin altına sıraladığı birkaç cümle ile Ahmet Hoca ve onun kuşağındaki köy enstitüsü mezunu idealist öğretmenlerin hayatında tuttuğu yerin önemini anlatmaya çalışıyor, bugün çökmekte olan eğitim sisteminin en çok bu tür ‘kahramanlara’ ihtiyaç duyduğunu vurguluyordu. Öte yanda, sayıları az da olsa Dökmeoğlu’nun beden eğitimi derslerinde hepimizi muma çeviren disiplini, sertliği ve özellikle kız arkadaşlarımızı bazı hareketleri yapmaya zorlaması yüzünden spordan uzaklaştığını anlatanlar da vardı. Hatta bir tanesi “Kasa üzerinde takla atmayı beceremediğim için bütün arkadaşlarımın önünde küçük düşmüş ve yıllarca kendi bedenimden nefret etmiştim. Şimdi benim de bir kızım var. Onu spor yapması yönünde teşvik ediyorum ama asla baskı yapmadan” diyordu.

 

O günkü ziyarette Ahmet Hoca’ya bunlardan söz edince, gür kaşlarının altına sakladığı gözlerini uzaklara dikti ve “Benim de hatalarım olmuştur elbet” dedi.

 

Evet, hataları olmuştu. Sayılamayacak kadar çok sayıdaki doğrularıyla birlikte… 1962 yılında aslında kapalı tenefüshane diye ihale edilen binayı allem edip kallem edip spor salonuna dönüştürmesi, öğrencilerle birlikte inşaatın harcına terini dökmesi nasıl unutulabilir? Veya bugün halâ kullanılmakta olan basketbol ve voleybol sahalarını okula kazandırması… O sahalarda bitmek bilmeyen provalarla bizi 19 Mayıslar’a, Ayran Günleri’ne hazırlaması…  Çok sevdiği Pamukçu Bengisi’ni ‘efelerine’ öğretirken, “Naranız Nif Dağı’ndan duyulsun” diye haykırması… Yemekleri beğenmediğimizde, gülerek “Biz çorbanın buzunu kırar da içerdik” demesi…

 

Öğrenci sayısının azlığına karşın, 50-55 yıl önce BAL’ı atletizmde köklü bir güç haline getiren Ahmet Dökmeoğlu’ndan sonra 70’lerin ikinci yarısından itibaren okula pek çok beden eğitimi öğretmeni tayin edildi. Mezuniyetim yaklaşırken – her yıl kontenjan artışına giden iktidarlar sağolsun – öğrenci mevcudu 2000’e yaklaşmıştı ve onca sınıfa 5-6 beden eğitimi öğretmeni ancak yetiyordu. Eğitim kalitesini korumak güçleşiyor, kendilerini bir sınavlar maratonunun ortasında bulan çocukların, derslerle sporu birlikte götürebilmesi imkânsız hale geliyordu. Yine de bazı geleneklerin önemli ölçüde direndiğini söylemek mümkün… 80’li yıllarda voleybolda kazanılan üç Türkiye şampiyonluğu bunun en çarpıcı kanıtı olsa gerek…

 

Hatırladıkça beni halâ gülümseten bir anım var lise günlerimden: 1979 yılının Mart ayı olmalı. Atatürk Stadı’nın yanındaki atletizm pistinde liseler arası İzmir il birinciliği var. Bu bir takım yarışması olduğu için, okullar her branşta iki atletle temsil edilmek zorunda. Sporcu sokamadığınız yarışlardan sıfır puan çekiyorsunuz. Ahmet Hoca emekli olmuş artık… Suat Muratlı ile Ali Ergül’ün yönetimindeki bizim takım, sürat ve orta mesafe koşularında iyi ama uzun mesafede sıkıntı var. Ayrıca ilk gün yüksek atlamada denediği ilk yüksekliği üç hakkında da geçemeyen ve elenen “özgüvenli” bir arkadaşımız yüzünden beklenmedik puanlar kaybetmişiz.

 

Ben aslında basketbol takımında oynuyorum ama liseler Türkiye Şampiyonası, Şubat ayında oynanan finallerle sona ermiş. O sıralar yaklaşmakta olan kulüpler arası Türkiye Yıldızlar Basketbol Şampiyonası’na hazırlanan kulübüm Çayırlıbahçe’de her gün antrenman yaptığım için formda sayılırım. Bu nedenle hocalar uzun mesafede koşmamı istiyor. Yalnız küçük bir sorun var: Atlet değilim! Orta 1’de biraz heveslendiğim ve daha sonra belimin kütük gibi olması nedeniyle bıraktığım yüksek atlama dışında atletizm ile pek ilişkim olmamış. Ali Hoca ısrar ediyor: “3000 engelli koşacaksın.” Derdimi anlatmaya çalışıyorum: “Hocam, hayatımda koşmadığım bir mesafe. Temposunu bilmem. Üstelik sabah basket antrenmanım var, öğleden sonra yorgun olurum.”

 

“Başka adamımız yok, mecbursun, okul sıfır mı çeksin?” derken, bir taraftan da elime takım eşofmanı ve göğsünde kocaman “İK” harfleri olan kırmızı bir forma tutuşturuluyor (Bugünün bir giydiğini bir daha giymeyen gençleri için küçük bir not vermekte fayda var: Okulun adı 1975’te Anadolu Lisesi’ne çevrilmiş olsa da titiz ve tutumlu hocalarımız sayesinde İzmir Koleji yıllarından kalma eski malzemelerle epeyce idare ettik). Yarıştaki kader ortağım da aslında 200 metre koşan Erkut Harmancılar (Şu anda Denizli’de doktorluk yapıyor, kulakları çınlasın). 200 ile 3000 engellinin ne alâkası var? Ama her şey BAL için! Okulun çekiştiği Atatürk ve Buca Liselerine geçilmeyip, İzmir birincisi olabilmesi için…

 

Yarışın başlamasıyla birlikte Buca Lisesi’nden bir çocuk öne fırlıyor ve her metrede arttırdığı tempoyla arayı açmaya başlıyor. Erkut’la ben ortalarda tutunmaya, bir yandan da Atatürk Liseliler’i kollamaya çalışıyoruz. Onların da bizden kalır yanı yok. Böyle bir yarışa ilk kez katıldıkları, acemice engel geçmelerinden belli.

 

Hava alışılmadık ölçüde soğuk. Bilenler bilir; İzmir’in ayazı bazen bozkır soğuklarına rahmet okutur. O gün de öyle… İki kişi bir tüp Bengay’ı bitirdiğimiz ve vücudumuzun her santimini kremlediğimiz halde, her turda su engelini geçip dizimize kadar ıslandığımız için üşüyoruz. Tek çare daha hızlı koşmak. Ama ya nefesimiz tükenir de yarışı bitiremezsek? Bu arada önde gidenlerden biri su engeline takılıp havuza düşüyor ve tepeden tırnağa sırılsıklam oluyor. O andan itibaren finiş çizgisine kazasız belasız ulaşabilmek için dua ediyoruz.

 

Neyse, son tura geliniyor ve kendimi şöyle bir yoklayınca, bacaklarımda atağa kalkabilecek güç olduğunu fark ediyorum. “Ben gidiyorum” diyorum Erkut’a… O da başıyla onay veriyor ve son 150 metrede fırlayarak, önümde koşan Çınarlı Meslek Liseli çocukla birlikte giriyorum finişe. 13 kişinin katıldığı ve sadece bitirmemiz istenen yarışı, ben altıncı, Erkut yedinci tamamlıyoruz. Tribünde arkadaşlar, pistin kenarında hocalar memnun. Çok küçük bir puan farkıyla takım halinde İzmir birincisi oluyoruz. Hiçbir zaman cevap bulamayacağım “Acaba baştan biraz daha tempolu koşsam kaçıncı olurdum?” sorusu o gün bugündür çakılıdır kafamda….

 

Bu matrak hikâye aslında hem okulumuzu, hem onun bize verdiklerini, hem de o günlerin Türkiye’sindeki sportif iklimi ortaya koymak bakımından çarpıcı. Bugün illerde liseler arası puanlı atletizm yarışmaları halâ yapılıyor mu acaba? Yapılıyorsa kaç okul, kaç sporcu katılıyor? 16-17 yaşına gelmiş gençlere okullarında takımdaşlık ve dayanışma kavramları ne kadar öğretilebiliyor? Yoksa her koyunun kendi bacağından asıldığı bu sistemde, geleceğe dair umutlarının büyük olasılıkla tuzla buz olacağı bir üniversite sınavı duvarına doğru büyük bir hızla koşuyor mu hepsi?

 

Sporun değişik dallarında her zaman kupalar kaldıran ama asıl iddiası fen derslerinde olan, 60’lı, 70’li, 80’li yıllarda mezunlarının tamamını üniversiteye sokabilen bir okulda okudum. Doğaldır ki, milli takımlara kadar yükselmiş yıldız sporcular yetiştiremedik. Ama bugünden bakınca, muazzam yeteneklere sahip olmadığımız halde, yardımlaşma ve özveri katsayımızın yüksek olması sayesinde “çok zor mağlup olan” ekipler yarattığımızı görüyorum. Bunda yatılılığın, sıkı arkadaşlık bağlarının, ders dışı saatlerin büyük bir kısmını beraberce, oyunlarla ve akla hayale gelmeyecek haylazlıklarla tabiatla koyun koyuna geçirmemizin rolü büyüktü. Birbirimize ve okulumuza duyduğumuz sevginin gücüyle zoru kolaya çevirir, olanaksızlıkları gençliğin enerjisi ve yaratıcı zekâ ile aşardık. Sahiden de “çorbanın buzunu kırıp içme” hali sayılabilirdi bu…

 

80’lerin sonlarında yatılılık kaldırıldı, öğrencilerin dersler dışında birlikte geçirdiği saatler azaldı. Okulun, 1950’lerde Giraud Ailesi tarafından devlete bağışlanmış 200 dönümlük arazisinde hızla yeni okullar yükseldi. Yeşil betona kurban edilirken, bizim yıllarca ter döktüğümüz, atletizm faaliyetlerine sahne olmuş yarı çim, yarı toprak sahanın otoparka dönüşmesi de kaçınılmaz mukadderattı. Gözü dönmüş bir canavar misali büyüyen kent, her şeyi yiyip yutuyor ve doymak bilmiyordu. “Bugün her İzmirli’nin sıkça uğradığı alışveriş merkezi Forum’un ve Ikea’nın olduğu yerler, bu yazıda size tasvir etmeye çalıştığım yıllarda Ziraat Fakültesi’nin bağlarıyla kaplıydı” desem, gözünüzde bir şeyler canlanır belki…  

 

1973’ün ilkyazında o saklı cennetin kapısından ilk kez adımımı atıp, şimdi yerinde yeller esen yemekhane binasında sınava girdiğim sabah, idare binası girişinde sergilenen ödüllerin önünde takılıp kalmıştım dakikalarca… O gün orada Tanrı’ya “Ne olur bu okulu kazanayım, şuraya, benim de alınmasına katkıda bulunduğum bir kupa konsun” diye yalvaran 11 yaşında bir çocuktum. Şimdi saçı sakalı ağarmış bir adam olarak, şunu rahatlıkla söyleyebilirim: O duamın kabul olması, yaşamımdaki en büyük şanstır.

 

 

* Ahmet Dökmeoğlu hocamız bugün 90 yaşında. Ömrüne bereket…

 

- Advertisment -