Ünal Bey gelse de okumaya başlasak. Allahtan kenafir gözlü Çetin burada değil. Sabri’nin haline bak. Kahvehanede bu kadar kadını görünce afalladı. Bak hele şerefsize, çay alır mısınız diye sormaya ne kendi geldi, ne de çırağını gönderdi. Alışsan iyi olur Sabri efendi, bir güne mahsus değil bu gelmeler.
On iki kare masa bu alana iyi yerleştirilmiş. Ama rengi kaçmış, bordo demeğe bin şahit, şu masa örtülerinin hali ne? Okey taşları, oyun kağıtları ne kadar eski. Yerlerde bin yıl öncesinin karo taşları… Duvardaki şu manzara resimleri iç açacağına, iç karartıyor. Böyle tablolar mı kaldı?
Çay, kahve dışında bir şey var mı ki? Sabri vizyondan yoksun adam, akıl edip başka bir şey yapmaz. Aman yapmasın da. Akif’in Tatlı Bahçesi dururken, kim buradan bir lokma bir şey yer. Bizde fiyatlar her keseye uygun. İyi ki arkadaşlara bizim orda kahvaltı yaptırdım. Vallahi tam bir ziyafetti. Bir kuş sütü eksikti. Hepsine helali hoş olsun. Yedik, içtik. Öğretmen arkadaşlarım izzetten, ikramdan pek memnun kaldılar. Çocuklara da aferin. İçime sinen bir kahvaltı sofrası hazırlamışlar. Allah için hepsi Ali Rıza’nın başarısı. Vallahi hiçbirine göz açtırmıyor. Nizam intizam o biçim. Maşallah diyeyim de…
Nerde kaldı bu adam? Bunaldım. Ayol, altı üstü bir okuma günü, sanki zümre toplantısı varmış gibi niye döpiyes giydiysem. Çok bunaldım çok. Hah işte Ünal Bey geldi. Aa o kadının burada ne işi var? Niye yanında getirdi! Kapı ağzında tartışıyorlar. Ne oluyor acaba? Kadının geleceğini söylememişti. Getirmeseydi. Ayol bunun gibi kadınlar istemiyorumdan anlar mı? Takılmıştır adamın peşine. İki dakikada kadını gömdüm. Nurhayat senden korkulur. Yok be, benden değil, işte şunun gibi kadınlardan korkulur. Vallahi Ünal Bey’in kadını paraladığı bu mesafeden bile anlaşılıyor. Adam öfkeden kuduruyor. Aaa kız hiçbir şey yokmuş gibi etrafa gülümseyip adamın koluna girdi. Topla kendini Nurhayat geliyorlar.
-Merhaba arkadaşlar. Kusura bakmayın geciktim biraz. Nasılsınız Nurhayat Hanım?
Hani hanımı atacaktık? Belli kızdan çekiniyor. Bir saniyede gözümden düştünüz Ünal Bey.
-Ünal Bey! Sağ olun iyiyim. Maşallah sizi de iyi gördüm. Kahvaltıya katılmadınız?
-Efendim küçük bir işimiz çıktı. Pardon tanıştırayım. Besime hanım.
-Hoş geldiniz Besime Hanım. Nasılsınız? Oturmaz mısınız?
-Hoş buldum. Ünal organizasyondan bahsedince ben de gelmek istedim. Bayılırım böyle organizasyonlara. Bu sandalye boş mu?
Organizasyon ne ayol? Pes vallahi, sanki kermes düzenledik. Sanki konser işine girdik.
-Arkadaşlar kusura bakmayın hepinizi beklettik. Okuma için benim kitabımı seçmeniz ne büyük bir incelik. Beni de davet ettiğiniz için çok teşekkür ederim.
Biz mi davet ettik. “Nurhayat sizinle her işe varım” diyen ben miydim? Hımbıl, kızdan korkusundan yalan söylüyor.
-Estafurullah Ünal Bey. Efendim biz teşekkür ederiz. Arkadaşlarımı da size takdim edeyim. Pakizer Hanım, kendisi kimya öğretmenidir. Banu Bilge Hanım güzel sanatlar. Efendim böyle uzun uzun takdim edersem zamanımız kalmayacak. Kısaca isimleri ile taktim edeyim. Arzu Hanım, Ayşegül Hanım, Zeliha Hanım, Asuman Hanım, Bahar Hanım, Canan Hanım, Songül Hanım, Mustafa Bey, Himmet Bey, Rıfat Bey, Yunus Bey, Kadir Bey, Nuriye … Gördüğünüz gibi kadın erkek omuz omuzayız.
-Çok memnun oldum arkadaşlar.
-Efendim hepimiz “Vuslata Dair” kitabınızı daha önceden büyük bir keyifle okumuştuk. İsterseniz başlayalım.
-Elbette Nurhayat Hanım. Biliyorsunuz “Vuslata Dair” kitabım bir dizi mektuplardan oluşuyor…
Amaan! Allah’ın belası Çetin geldi! Gerçi iyi oldu. Özellikle onun kahvede kadın görmeye alışması lazım.
Şükür, kasap İsmail Bey de geldi. Bak bu adamı severim. Beni gördü. Hatırlı adam, şimdi merhabalaşmaya gelir. Bak nasıl tanıyorum, geliyor.
-Nurhayat Hanım, sizi kahvede görmek ne güzel sürpriz. Hoş geldiniz.
-Sağ olun İsmail Bey. Arkadaşlarla toplandık. Kitap okuyacağız.
-Efendim burası kalabalık değil mi? 100 metre ileride kütüphanemiz var.
-Yok efendim. İstiyoruz ki, sizler de katılın. İştirak edin.
-Nasıl yani.
-İsmail Beyciyim şöyle ki; biz ortak bir kitap seçiyoruz. İçimizden biri kitaptan bölümler okuyor. Sonrasında hakkında sohbet ediyoruz. Ekseriyetle semtin uğrak yeri olan kahvehaneleri tercih ediyoruz. Ne kadar çok kişi katılırsa, faydalanırsa memnuniyetimiz artar.
-Sınıf gibi.
-Evet efendim.
-Hay siz çok yaşayın. Talebeliği de özlemiştim. O zaman benim de dinlememde bir sakınca yok. Çay, kahve ne içersiniz?
-İyi ki sordunuz. Vallahi yüzümüze bakan yok. Çay alırız değil mi arkadaşlar?
-Sabriii! Koçum, masaya çay servisi yapın.
Ayol normalde koçum hitabına ifrit olurum. Ama, İsmail Bey’in ağzına her kelime yakışıyor. Bu adam nasıl kasap oldu aklım almıyor. Hikmet, üniversite mezunu, üstelik iyi bir şirkette muhasebe müdürü. Ama sohbetinden içim bayılırdı. Aslında Hikmet’in iri, kıllı, kütük gibi elleri, sabit bakışları, sinirlenince şişen burun delikleri kasap olması için daha uygun özellikler gibi… Bir de koyun etini sevmesi! Allah kahretmesin seni Hikmet. O neydi öyle, haftada bir bulgur pilavının üzerine koyun eti haşlaması yapar, pis pis kokuturdun evi. Vallahi, evin o ağır kokusunu hatırladığımda, bin kere şükrediyorum senden ayrıldığıma. Aslında Hikmet, senin tabiatın da koyunlarınki gibi. Zor bela yataktan kalk, işe git, eve gel, ye iç, yat… Ayol yüzündeki “dünya yansa umurumda değil” diyen o sabit, boş, buğulu hal… İşte, o halin aynısı koyunlarda da var. Aman sevilecek insan değildin vesselam. Nurhayat sanki sen normal misin? En sevdiğin hayvan kuzu iken, en nefret ettiğin canlı koyun. Koyun Hikmet’i sevemedin, ama illa ki; kuzu halini severdin.
-Çaylar da geldi. Buraya ver koçum. Hanımefendilere ellerimle servis yapayım.
Maşallah ne kadar da kalabalıkmışız. Tek tek sayınca insan fark ediyor. Üç masayı birleştirdik, sıkış tıkış, ancak yerleştik. İlahi İsmail Bey, o el kol hareketleri ne öyle. Ne rahat insan. Masadaki herkesle hemen kaynaştı. Eskiden muhtarlık yapmış. Belli, biliyor bu işleri. Amacımın ne olduğunu ona çıtlatsam benden çok sahiplenir bu davayı. Aydın adam. Çetin gibi cahil cühela değil. Konuşmaya başlayınca, iri mavi gözleri çakmak çakmak oluyor. Belli yaptığı işi ciddiye alan biri. Tutkulu adam! Her halinden belli. Ayol herkes bana bakıyor. Ünal Bey de girizgahı bitiremedi. Okumaya başla be adam! En iyisi müdahale etmek.
-Kitabı sizin sesinizden dinlemek için sabırsızlanıyoruz. Dilerseniz başlayalım.
-Tabi tabi. Arkadaşlar kitaptaki ilk mektubu okumaya başlıyorum.
“Ocak 1974
Çok uzak diyarlardan yazıyorum hem canım hem cananım. Yazdığım bunca nameye tek satırlık cevabın da mı yok? İmtihan bu işte: Cevap gelmeyeceğini bile bile yine de bir gün gelir umuduyla yaşayıp, bu umutla kaleme sarılmak. Güvertede bir uçtan bir uca gezinirken sen yanımdaymışsın gibi her şeye, her canlıya, uçsuz bucaksız denize bile saygıyla hürmet etmek… Seni özlemekten içim yanıyor. Özlem ne derin, ne acı ama ne mukaddes bir duygu böyle… İnsan bir yerde kendinin düşmanı. Canını acıtan nedenden beslenen zavallı mahlûkat! Saplantılı işte, ulaşamayacağını bildiğinde, daha bir tutkuyla hayaline kenetleniyor. İmtihan tam da burada başlıyor. Vazgeçsen koca bir ömrü kazanacaksın. Ama ne mümkün! Kaybedeceğini bilerek ummak ne büyük ne tatlı hata… Gözümün nuru, ışığım; tayfalar sık sık kendi kendime konuştuğuma şahit oluyorlar. Aralarında konuşurlarken işittim; delirdiğimi düşünüyorlar. Ne gam ne figan…
Bana bir erkek böyle mektup yazacak ki vallahi kulu kölesi olurum. Ünal Bey şimdi bu kadına mı yazdı bu kitabı? Allah çirkin şansı verdi mi insana…
Bu gece garip bir rüya gördüm. Karşımdasın, lakin yüzün seçilmiyor. Ama eminim sana ait karşımdaki siluet. “Gidiyorum” diyorsun. Gitme diye sana yalvaracağım, ama sesim çıkmıyor. Hıçkırıklara boğuluyorum. Kan ter içinde uyandığımda ağlıyordum… Ah bu umutsuzluk, bu huzursuzluk, mutsuzluk hepsi sevdandan sebep. Varsın olsun vallahi şikayetçi değilim. Hala nefes alıyorken, bu kalp senin için çarpıyorsa, bu kalp hiç saramayacağı bir bedeni sanki kavuşacakmış gibi her hatırladığında titriyorsa bu pek mühim bir şey. Cananım, kalpte değil mi yaşanan, yürekte değil mi sevda, varsın adı hasret olsun ömrümün, varsın vuslat uğramasın yanıma. Tek beni sevdiğini bileyim o da yeter.
Adam döktürmüş. Hele şu kadının yüzüne bak! Kıymet bilir mi böyleleri? Tek şansı şanslı doğmak. İlahi Nurhayat başka şeye ne hacet.
Cananım, yaşadığım bu kalp sancısı edebi, hatta büyülü bir anlam katıyor hayatıma. Beni perişan etse de sunduğun aşk aynı zamanda beni büyüten bir mucize. Vuslata ermek pek mümkün değil. Ancak yaşadığım öyle ulu bir sevda ki, vuslat pek de mühim değil. Öyle ki; ben gemideki hatta denizdeki tek ölümsüzüm. Hem acıyla, hem iliklerine kadar bu acıdan duyduğu hazla dolu olan birine, bu dünyada ölüm olur mu? Ne garip; aşk insanı aynı an içinde hem öldürüyor hem güldürüyor. Bu sevdaya katlanmak benim marifetim değil. Vallahi elçinin tatlı oluşundan…
Şiştim ayol. Bu kadın mı tatlı elçi? Mümkün değil bu sözler bu kadına yazılsın… Ünal’ın nesi acaba? Kapıda ayak üstü azarlıyordu kadını. Baksana pişkin, hiç oralı olmamış. Nişanlısı mı? Biraz genç değil mi? Baksana, sanırsın devlet başkanının eşi. Ünal Bey okudukça gururdan gerim gerim geriliyor. Ayol biri şuna söylesin; kitabı onun yazmadığını. Çakma sarışın seni. Hele şu hallere bak! Adama bakıp saçını geri atmalar, döşüyle oynamalar, alımlı çalımlı gülmeler. Ayol alkışlanacak ne var alkışlıyor bir de. Tam görgüsüz. Sanki eğlenceye geldik. Ciddi bir iş için buradayız.
Kahvehaneye bu kıyafetle gelinir mi? Zaten entarin dizinin üstünde, ee peki o yırtmacın hali ne? A kızım, leopar desenli elbise bu saatte giyilir mi? O dudağını kalemle çerçeve içine alıp, büyüttüğün belli olmuyor mu? Anacım sende dudak yokmuş ki. Helal olsun. Bir kalemle resmen dudağı kendin imal etmişsin.
Kesin nişanlısı. Ama Ünal Bey’in parmağında yüzük yok. Hem öyle olsa nişanlım diye tanıştırmaz mıydı? Bak bak, kadının sağ elinde tek taş yüzüğü var. Demek ki nişanlısı. Aman şu tek taşı takmak için, ne yarışırsınız birbirinizle. Sen o taşı takacaksın diye; karın tokluğuna çalışan, iğrenç koşullarda yaşayan binlerce çocuk var. Sen bunlardan bihabersin tabi. Tek taşım elmas mı olsun, pırlanta mı diye kafa yorar; ikisinin de aynı taş olduğunu bilmezsin bile. Görgüsüz! Hayır yani; yaprak sarması gibi tombul, kısa parmaklarına yakışsaymış bari. Prensip olarak bana alınmasını kabul etmezdim, ama, Allah için ince, uzun parmaklarıma da yakışırdı yani. Rezillik ayol! Adamın içine düşecek. Vallahi, Ünal Bey peygamber evladı. Ben okurken biri karşımda böyle bakacak; ne konuştuğumu geçtim adımı unuturum. Amaan, bu ilgili tavırların hepsi numara. Adamdan rahat 15 yaş küçük. Aşktan mı sanki bu tavırlar. Sıkı yapış sonra çalarlar. Kadın bakıp sırıttıkça, Ünal Bey ondan bakışını kaçırıyor. Adamın tavırlarından belli, kadının burada olmasından rahatsız. Ee getirmeseydin!
Ayol, bu memleketteki kadınların sorunu ne? Kendi özgürlüklerini de mi düşünmezler? Her yerde adamın ardına kuyruk gibi takılırsan, sen komşuya gidince; o da sana hesap sormaz mı? Bir tasmanız eksik. Evcil hayvan gibi bir birinize muameleniz ne? Ünal Bey’in yaşı malum… Ee sen de gençsin ama, onsekizinde de değilsin. Yeni gelin gibi şeyden ayrılamıyor diyeyim. Edepsizsin Nurhayat! O işler, öyle adamın koluna bacağına yapışmakla olmuyor güzelim. Kaliteli olacaksın. Kendine yatırım yapacaksın. Ama senin gibi takıya, kıyafete, boyaya badanaya değil; ruha, kalbe, beş duyuya yatırım yapacaksın. Kaliteli olanı göreceksin, duyacaksın, tadacaksın, hissedeceksin… Tabi yanındaki de dengin olacak ki, bunların kıymetini bilsin. Gör bak, adam akşam eve geldiğinde içi boş bir testi yerine; konuşmayı, dinlemeyi bilen birini bulduğunda nasıl olacak.
Eskiden radyo tiyatroları, mahalleli kadınların haftada bir toplaşıp gittikleri sinemalar vardı. Kadın dinler, izler, düşünürdü. Kadın sosyaldi. Bu sosyallik gizliden güzel bir yarışı da yaşatırdı içinde. “Ayşe’nin kızı üniversiteyi kazanmış. Öğretmen olacakmış” denildiğini duyduğunda “Bizimki de okuyacak!” derdi diğeri. “Zübeyde sinemada söyledi. Yaz tatilinde kızını lisan öğrenmeye kursa gönderecekmiş” diye duyduğunda, “Bizimkinin neyi eksik” derdi diğeri. Benim yaşımda olan kadınların çoğu “Fatma’nın kız takdirname almış. Çalış sen de al, kız vallahi gözünü oyarım” cümlesine yakın bir cümle illaki duymuştur.
Topla kendini Nurhayat. Dinlemediğin anlaşılacak. Allahtan uyku tutmadı da kitabı dün gece ikinci defa okudum. Kadın Allah canını almasın, adamın karşısında o gülmeler ne. Sen benim annemi görecektin. Eminim annemden fazla okul okumuşsundur. Ama nafile… Safiye Hanım, aşk filmlerine bayılırdı. Ben küçükken her filmin yolu aşka çıkardı. Erkenden kalkılır, evin bütün işleri aceleyle bitirilir, komşu teyzelerle sinemaya gidilirdi. O gün izlenen filmin etkisiyle Safiye, başroldeki kadının huylarına benzer huylar edinirdi. Ondaki bu haller, filmin etkisinin sürdüğü birkaç gün boyunca devam ederdi. Mekanı cennet olsun, zaten iri ela gözleri, pembe kalın dudakları, pürüzsüz beyaz cildi, dalgalı kumral saçları ile film aktrislerini andırıyordu. Senin gibi çakma değil sahici güzeldi. İzlediği her filmin etkisinde kalır, birkaç gün artistlere özgü kadife gibi, inişi çıkışı muhteşem ayarda, kaliteli bir ses tonuyla konuşurdu. Sanki evde birkaç gün Yeşilçam’dan bir aktris ağırlanırdı. Babam ve ben Safiye’min oyununa uyardık. O kendince bir dünya yaratabilen, istediğinde değiştiren, dünyayı istediği gibi yöneten, doğuştan kabiliyetli kadınlardandı. Annem, bekçi köpeği gibi, takılmazdı kocasının peşine. Senin gibi kadınların derdi nedir Allah aşkına. Diyeceksin ki; sen o kadının kızı değil misin? Vallahi de billahi de o Hikmet öküzüne insanlığı, erkekliği öğretmek için her numarayı yaptım. Bilgimi, görgümü, ayol dişiliğimi kullandım; kar etmedi. Evlenmeden önce havalı havalı konuşmaları çoktu. Evlendik, bir yıl geçti adamın en çok kullandığı cümle “yemekte ne var” oldu. Ayol diyorum ya Hikmet bir koyundu.
Gemide bir dostum var, pek muhterem bir zat. Amansız sevdamı, bahtımı, şansımı kıskandığını söylüyor. Bahtiyarım. Hiç vuslata eremeyeceğimi bildiğim halde sanki bu mümkünmüş gibi; sebat edişim, gönlümü eyleyişim, sevdadan yana toy bu kalbin büyüdüğünü izleyişim, hele ki beni sevdiğini bilişim, bir tek bunu bilişim, bir tek bu hakikati kabullenişim… Bahtiyarım.”