Bengü’yü kim öldürdü?

Belki, Uysal’ın da günahını alıyorum. Tamam biraz tuhaf. Biraz mı? O duygusuz, ifadesiz, sabit bakışlar, gereksiz hislenmesi, kafede kaç kere kendi kendine ağlarken gördüm, sorduğumuzda iki dakika önce ağlayan o değilmiş gibi abartı gülüşleri, pis kıyafetleri… Haline acımasam vallahi içeri sokmam, kaç müşteri bunu üstü kapalı ima etti. Vicdanım elvermiyor ki!

-Hayırlı işler.

-Sağ olun. Nereye gidiyoruz?

-Sahile sürün. Klima yok mu? Bu sıcakta patlayalım mı? Klimayı açsana oğlum.

………

“… Ayaklarımın şişi hala geçmedi. Beni dün akşam, neredeyse bir saat, o topuklularla yürümek zorunda bıraktı. Niye o delinin aklına uyduysam. ‘Taksiye bineceğim, canım yürümek istemiyor’ de! Yok kimseyi kıramazsın! Çek şimdi akılsız başının cezasını. Acaba Bengü’yü…Tövbe estağfurullah. Bir insanı öldürmek için daha mantıklı bir sebep olması gerekmez mi? Girit ezmesi, zeytinyağlı dolma! Olacak iş mi? Yok yok Ali’ye ve komisere söylememekle iyi ettim. Zaten komiser, beni elimde okuma büyüteciyle, cesedin başında görünce delirdi. Allahtan Ali araya girdi de yakayı kurtardım. Bir hafiyeliğin eksikti Nurhayat. Acaba söylese miydim?

Cinayeti müşterimiz Uysal’ın işlediğini düşünüyorum.

Neden bu fikre kapıldınız?

Benim davet için yaptığım nimetleri, nimet ne ayol! Benim davet için evde yapıp götürdüğüm Girit ezmesi ve zeytinyağlı dolmaları, Bengü Hanım sofraya getirmemişti. Uysal bu duruma çok içerledi.

Uysal Bey de o davette miydi?

Yok, biz dertleşirken ben anlatmış bulundum.

Fevkalade bir tespit. Derhal tutuklayalım!

Senaryoya bak (!) deli misin divane mi… El alemi kendine güldürmek mi istiyorsun? Hiç böyle şey olur mu. 

Belki, Uysal’ın da günahını alıyorum. Tamam biraz tuhaf. Biraz mı? O duygusuz, ifadesiz, sabit bakışlar, gereksiz hislenmesi, kafede kaç kere kendi kendine ağlarken gördüm, sorduğumuzda iki dakika önce ağlayan o değilmiş gibi abartı gülüşleri, pis kıyafetleri… Haline acımasam vallahi içeri sokmam, kaç müşteri bunu üstü kapalı ima etti. Vicdanım elvermiyor ki!

Bir tarafım da masum diyor. Kalpsiz, ruhsuz olan, öyle her hislendiğinde ağlar mı? Talihsizin teki bee, bir yıl arayla annesini, nişanlısını kaybetmiş. Biraz tuhaf olması normal değil mi? Derinlemesine düşündüğümde, onu anlıyorum aslında. Dün beni rahatlatmak için nasıl kendini parçaladı…”

-Şoför Bey vazgeçtim, sen Nato Yolu caddesine dön.

“… Bu halde kafeye falan gidemem, bugün çocuklar bensiz idare etsinler. Zavallı Bengü! Eli ayağı bağlanmamış, kanı etrafa yayılmamış olsaydı uyuyor sanırdın. Yazık çok da gençti. Anası, babası kim bilir ne haldedir. Kimi kimsesi var mı acaba? Evde kimseyi görmedim. Belki şehir dışında yaşıyorlardır. Tabi, İstanbul’da olsalar, kızlarının evlenmeden bir adamla yaşamasına göz yummazlardı. Amaaan senin de dediğine bak. O işler senin gençliğinde kaldı Nurhayat. İyi ki kaldı. Keşke Hikmet’le evlenmeden aynı evde yaşasaydık. Evlenmeyi boş ver, bir haftanın sonunda onu kapının önüne atardım. Çiftler, birbirlerini tanımadan evlenmemeli. Hatta bu kural haline getirilmeli. Oldu! Emin ol bu toplum bu fikirlerini ayakta alkışlar.

Kız çok genç yaşta öldü! Yok oldu! Yaşlının gidişi acıtmıyor, gencin vakitsiz gidişi zor be! Daha yaşayacağı çok şey vardı. İnsan kader diyor, ama bu da teselli vermiyor. Ölümün de namuslusu olsun. Böyle birinin zoruyla, darbesiyle gitmek çok acı. Allah’ım canımı yatağımda al, dünyaya doymuşken, huzur içinde… Dün akşam ne güzel oynuyordu, şarkı söylüyordu. Gerçi gecenin sonunda saçmaladı. Ağlayarak içeri kaçmalar, İsmail Bey’i azarlamalar… Kadın erkeği rezil de eder vezir de… Tövbe tövbe ölmüş kanının arkasından… Yaşasa vallahi yoldaşı olurdum, düğünlerinde seve seve koştururdum, emretseydi Akif’in Tatlı Bahçesi’ni hizmetine açardım, kurbanı olurdum… Çok genç gitti. Çok! Vallahi dünya boş! Bir gün varsın, bir gün püfff yok!

Ya İsmail Bey, zavallı adam deli dana gibi şuursuz dolanıyordu, kendinde değildi. Böyle bir olay karşısında şoke olunmaz mı? Akşama tencere yemeği, zeytinyağlı yapıp götüreyim. Taziye evi nihayetinde. Dolapta Girit ezmesi de var… Ne diyorum ben, aklım başımda değil ki!

Eve gidip sıcak bir duş alayım. Gerisine bakarız. Keşke biraz uyuyabilsem…”

-Şoför Bey, sokağın köşesinde ineceğim.

“… Ayağımın ağrısı, sanki canımı alacak. Sağ ayak bileğim şişti. Duştan sonra, uzanıp yukarıya dikersem, şişi iner. Bu yaşta iki adım yürüyünce şişiyor, yaşlandığımda nasıl olacak? İki adım mı! bir karış topukluyla, neredeyse bir saat yürüdüm. Hava çok sıcak. Ayağım belki de ondan şişti, soğuk duş iyi gelir.

Bu sıcakta dışarda durmak akıl kârı değil. Pazar günleri, herkes evinde otursun. Peki ekmek kovalayanlar ne olacak? Hayat zor. Haftanın her günü çalışanlar var. Herkes benim kadar şanslı mı? Elektrik, su, çarşı pazar… Bu pahalılıkta yaşamak zor, çok zor! Allah herkesin yardımcısı olsun.

Sıcaktan ellerim yapış yapış oldu, anahtarı kilide sokamıyorum. Off terden öldüm. Hah oldu!

Vallahi ev gibisi yok. Klimayı da açalım.

Ohhh püfür püfür…

Zavallı Bengü! Bu sıcakta toprağın altında… Ayyy tüylerim diken diken oldu. Nasıl kıydınız kıza, elleriniz kırılsın. Üstümdekilerden kurtulup kendimi banyoya atsam, belki biraz rahatlarım.  Bir bardak limonata içsem…

Pazar Pazar kim gelir ki bana?

Görgüsüz, bu nasıl zil çalma…”

Geldim geldim!

-Senin burada ne işin var?

-İyi günler ühü ühüüü… Kafeye uğradım, çalışanlar Bengü Hanımın öldüğünü söylediler, çok üzgünüm. Gencecik kadın…

-Sorma, ben de perişan oldum. Elden ne gelir? Takdir-i ilahi.

“… Vah vah vah! Bu da benim gibi perişan olmuş…”

-Kadıncağız bu sıcakta, toprağın altında… Ühüü ühüüü…

-Yapma, ağlama! Aaa koca adamsın olur mu öyle. Hadi ağlama, sil gözünü. Hepimiz göçüp gideceğiz, elden ne gelir, Allah’ın takdiri! Evine git, biraz dinlen…

-Biraz içeri geçsem, konuşsak.

-Ben de yorgundum ama…

“… Yazık be nasıl da yüzü düştü, sanki bir kedi yavrusu. Eve gidecek, bir başına… Yalnızlık zor, senden iyi kim bilir Nurhayat. Ne var sanki girse? Belli ki; yüreği dolmuş. Anlatsın, rahatlasın biraz…”

-Tabii, buyur buyur.

Şöyle rahat otur. Soğuk limonata koyayım mı, ya da başka bir şey?

-Limonata iyi olur, ama içim yanıyor sen çay da demle.

“… Hiç çekinmeden ‘Çay demle’ dedi. Biraz arsız mı ne? Aman şimdiki gençler hep böyle. Limonatayı şu büyük bardağa koyayım da kana kana içsin, yazık. Bak gene soğuk, boş boş bakmaya başladı. Niye böyle pis pis dolaşıyor bu çocuk. Üzerinde hep aynı siyah kot, gri tişört… Konuşurken kimsenin yüzüne bakmıyor. Ay bakmasın! Gözleri çapaklı çapaklı, pis! Ay içim kalktı. Evin yerini öğrendi, daha da düşmez yakamdan, zırt pırt çıkıp gelmese bari. Bu kadar sıkıntının içinde, bir bunun gelmesi eksikti. Böyle düşünme, günah!”

 -Nasılsın, daha iyice misin?

-Nasıl olayım, nasıl olalım ühü ühüüü…

-Ağlama çocuğum, ağlama…

-Genç yaşta gitti, Bengü ühü ühüüü…

“… Kıyamam, nasıl hassas, tanımadığı kadın için nasıl da ağlıyor. Dünya, bu iyi insanların hürmetine dönüyor…”

-Hayat böyle işte… Nasıl kıydılar, elleri kırılsın.

-Abla ühü ühü…

-Limonatanı iç oğlum, ferahlarsın. Anlat açılırsın. Belli ki; sen de benim gibi yalnızlıktan her şeyi içine atıyorsun. Sormaya da çekiniyorum, ama annen, nişanlın nasıl… Dilim varmıyor sormaya.

-Nasıl mı öldüler?

-Evet. Anlatırsan belki rahatlarsın.

-Ne güzel oğlum diyorsun, hasretim ben bu sözlere. Benim valideden hiç güzel söz duymadım, sevgisiz büyüdük be abla. Ne yaparsın, bizim bahtımıza da soğuk, sevgisiz bir anne düştü. Yalanım varsa şerefsizim, bir küfürler ederdi ki; ana avrat düz giderdi. Yanlış anlama, severdim tabi. İcabında annemizdi.

Öldüğü günün sabahı, beni kasaba gönderdi. Sabahın köründe canı pirzola çekmiş. Canı hep bir şeyler çekerdi. Onunki gibi bir cüsseyi beslemek ciddi emek isterdi. Babam rahmetli, onu doyuracağım diye perişan oldu. O da benim gibi 50-55 kilo bir adamdı. Rahmetli, biraz sümsüktü. Dedem zenginmiş, anlayacağın bunu babama kakalamışlar. Ahahaha… Şaşırma abla, “Kel ölür sırma saçlı olur, kör ölür badem gözlü olur” derler, ama ben her zaman doğruyu söylerim. Bizde yalan olmaz, neyse o!

“… Babasına ‘sümsük’ dedi. Görgüsüz, dengesiz ama Allah için dürüst!”

-Vallahi annemin övülecek tek bir tane özelliği yoktu. Afedersin, götün yiyorsa isteklerine hayır de, kıyameti koparırdı. Bak, bunu da bir tek seninle paylaşıyorum, annem çok zalim bir kadındı. Bir kilo pirzolayı aldım geldim. Az yağlı, en pahalısından. Ne yaparsın, canı çekmiş.

“… Görüyorsun değil mi, insanlar hakkında peşin hükümlü olmamak lazım. Öyle berbat bir anneyi pirzolalarla beslemiş. Allah niye benim gibilere değil, böyle kadınlara evlat verir. Bu garibandan şüphelendin ya, yazıklar olsun sana!”

-Kötüydü. Çok kötü insandı. Abla çay demini aldı mı? Sohbet koyulaşmadan getir de içelim. Yanına atıştıracak bir şeyler de koy. Kek, poğaça var mı?

“… Gerçekten görgüsüz, pes vallahi! Ayol bu ne biçim şey, çay demle, yanına kek, poğaça… Eee öyle ananın yetiştirdiği de böyle olur!”

-Var var, hemen hazırlarım.

-Evin de pek güzelmiş. Bu yeşil koltuk takımı da çok rahat. Yumuşak, içine gömüldüm. Çayı, atıştırmalıkları kap gel, sen de bu koltuğa otur. Bu kitapların hepsini okudun mu? Filmlerde sorarlar ya… Filozof gibisin, Bedriye gibi cahil değilsin. Bedriye, işte anam olacak kadın. Kütüphane, masa gerçek ağaçtan mı? Duvardaki tablolar orijinale benziyor. Her şeyden kalite yağıyor. Ev biraz küçük, kutu gibi. Olsun, iki kişiye rahat yeter.

“… Kafa gitti gene, iki kişi diyor…”

-Vay vay vay! Son model müzik setin var. Bu güzel alette, kafedeki gibi salak saçma müzikler çalmıyorsundur inşallah. Akif’in tatlı Bahçesi on numara, beş yıldız. Ama Zeki Müren, Müzeyyen Saner, Safiye Hayla çalıyorsun ya beynim şişiyor. Ben sana güzel bir liste yapayım…

-Ayla.

-Efendim.

-Safiye Hayla dedin ya, doğrusu Safiye Ayla.

-Ben ‘Hayla’ desem, incinir mi yoksa? Tamam tamam kızma ‘Hayla’ olsun. Gözünü sevdiğim, o şarkılar dirileri değil, ölüleri sevindiriyor. Kafeye gittiğimde Bedriye’yle, Süreyya da damlıyorlar.

“… Bedriye’yle, Süreyya da damlıyorlar mı dedi? Nereye damlamışlar? Vallahi sıkıldım. Sanki evi eşyasıyla devralacak, her şeyi didikliyor. Ağzı bozuk, saygısız, dengesiz… insanlık da bir yere kadar canııım. Saçma sapan konuşuyor, bununla mı uğraşacağım, deli mi ne… Çayını ziftlenip bir an önce gitsin…”

-İnternette görmüştüm, eski bir video, bir yılbaşı çekimi, Zeki Müren mankenlerle, şarkıcılarla dans ediyordu. Bildin mi? Sence benimkiler onu bulmuşlar mıdır, Zeki Müren’le dans etmişler midir? Bak bunu kızlara hiç sormadım. Orası koskoca alem, diye düşünme. Orda her şey ışık hızında. Kızlardan biliyorum, aniden gelip pır diye gidiyorlar. Bedriye’yi dansa kaldırmamıştır. Onu bu dünyadakiler sevmedi, ölüler ne yapsın.

“… Ay bu ne diyor…”

-Süreyya güzeldir. Çenesini tutabilse, her erkeği etkileyecek cazibeye sahiptir. Zeki Müren olmasa da illa Münir Nurettin’i kafalamıştır ahahaha… Bu dayının adını da kafede öğrendim. Haftada en az beş gün çaldırıyorsun. Küf kokuyor! Süreyya için böyle konuşuyorum ama günahını almayayım. Ne ölümünden önce ne de sonra bir namussuzluğunu gördüm. Sayenizde, sanat musikimizin o nadide ustalarını tanıma şerefine nail oldum. Bak küflü küflü konuştum ahahahahah…

“… Aldın başına belayı Nurhayat, ayol bu çocuk deli vallahi! Nasıl da pis kokuyor, şimdi camı açsam yanlış anlar. Üç bardak çay içti, hala gidesi yok!”

-Biliyor musun sana misafir olmayı, yatıya kalmayı çok hayal ederdim.

“…  Yatıya kalmayı hayal etmiş! Birini arasam iyi olur. Çocuk dengesiz ne olur ne olmaz. Telefon nerde, içeri girdiğimde şu sehpaya bırakmıştım…”

-Niye sağa sola bakıyorsun? Hayırdır! Dikkatimi dağıtmadan dinle! Pirzolaları getirdim. ‘Pişir!’ dedi. Yanına da pilav demledim. Senin eline su dökemem ama ben de mutfakta fena değilim. Artık pişirmek içimden gelmiyor, yoruldum. Gidişattan biliyordum, onun artık tahtalıköye gitme zamanı gelmişti.

“… Ayy niye böyle konuşuyor? Vallahi korkuyorum. Bengü’nün ölümü de iyice delirtti çocuğu. Hay akılsız başım, içeri almayacaktım. Birini aramam lazım, iyice yerleşti, gideceği yok! Korkuyorum! Sakin ol sakin! derin derin nefes al! Telefonu nereye koydum, eminim şu sehpaya… Bu delinin bakışlarından efsunlanmış gibiyim, yerimden kalkamıyorum…”

-Alooo… nereye daldın. Alooo! Ellerin niye titriyor?

-Yok oğlum, can kulağıyla dinliyorum. Ellerim… biraz üşüdüm.

-Bu sıcakta! Alemsin ha! Adapazarı’ndan birkaç yıl önce, bir köylüden fare zehiri aldım. Çok tehlikeli olduğu için şimdilerde kullanılmıyor. Aman ha, aklında bulunsun, insanı cart diye götürür. Bu zehirden uzun bir süre, tadına vara vara yesin, etkisini görsün diye, bizimkinin yemeklerine belli bir miktar katayım dedim. İçinde neler var neler. Sarı ve beyaz fosfor, talyum sülfat, striknin, kurşun, arsenik. Tam bir vitamin deposu.

Sigaraya alıştırmak için de çok uğraştım. ‘Alma bu zıkkımı, midemi bulandırıyor’ diyordu. Ama her defasında kahvenin, çayın yanında bir güzel sundum ki; zamanla müptela oldu. Günde dört paket içiyordu. Dinle bak, portakal suyuna kata kata bunu votkaya da alıştırdım. Ama sakinleşeceğine cinleri içine topladı. Alkolü bıraksın istedim, bana eziyeti artınca vaz geçtim. İçki, sigara gırla. Ev meyhaneye, Bedriye bataklığa düşen gonca güle dönmüştü. Ahahaha. İki yılın sonunda, öksürük nedeniyle hastaneye götürdüm. Zebaninin ciğerleri, benimkinden bile temizdi. Sigarayla, alkolle olacak iş değildi, hem ne öyle çocuk kandırır gibi… Pirzola çok pahalıydı, zıkkım yesin!

“… Ne anlatıyor bu, anasını mı öldürmüş! Bana bir şey yapmasın! Yok yok bu evden ölüm çıkacak benim! Bengü’ye de bu kıydı. Hay akılsız başım, keşke Ali’ye bundan şüphelendiğimi söyleseydim. Ayy elindeki benim telefonum, hangi ara aldı terbiyesiz! Bir de karıştırıyor. Keşke şifre koysaydım, anlamıyorum ki o işleri. Sanki gizli bilgiler saklı, şu halinde düşündüğün şeye bak! Canın elden gidiyor, canın! Ayol katil bu, katil! Sakin ol sakin! Belli etme, suyuna git!”

-Çay koyayım mı?

-Sus! Dinle, yediği son yemek o pirzolalar oldu. Tabi pilavdan da iki tabak gömmüştü. Bu nalları diktiğinde, rengi mor gibiydi ya da mavi. Dikkat çekmesin diye yüzüne pudra, yanaklarına, belli belirsiz allık sürdüm. Gerçi memlekette kim, niye, nasıl ölmüş kimin umurunda. Rabbim biliyor, anacığıma bir çocuk gibi bakıyorum diye, herkes beni parmakla gösterirdi. Yeminle ona bir şey yapmayı boş ver, onu incitecek bir söz söyleme ihtimalim dahi, kimsenin aklından geçmedi. Onu öyle uğurladım işte! Ne diyorsun?

-Ne diyeyim oğlum. Mekânı cennet olsun, senin de başın sağ…

-Alo! Sen benimle kafa mı buluyorsun! Cehennemin dibine gitsin zebani!

-Böyle deme çocuğum.

-Ne dememi emredersin? Bak şimdi, sana da kızmaya başlayacağım. Kötüydü diyorsam kötüydü. Bir çay daha koy, şu keklerden de getir!

-Uysal’cığım istersen sen evine git. Ben çocuklara söyleyeyim, senin evine yiyecek bir şeyler göndersinler. Bak bileklerim şişmiş, ayaklarım çok ağrıyor. Bengü Hanımın ölümü de beni fena yaptı.

-Tabiii, çoook üzülmüşsündür.

-Niye gülüyorsun çocuğum? Üzüldüm tabi, insan üzülmez mi?

“… Nurhayat! Katil bu adam, hiç bu dilden anlar mı? Sende hiç akıl yok! Suyuna git, yoksa sonun Bengü’nünki gibi olacak. Allah’ım yardım et!”

-Aslına bakarsan üzülmedim Uysal. Sen de biliyorsun saygısızın tekiydi. Allah affetsin, ama bu dünyadan bir kötü eksildi. Böyle düşünüyorum diye de beni garipseme.

-Ağızını yiyeyim, seni yaratana kurban olurum. İşte böyle, kitabın ortasından konuş. Yaşa! Çok şükür ki; acele etmedim, yoksa! Bak, daha Uysal’cığın sana neler anlatacak.

“… Bengü’yü sor Nurhayat, madem öleceksin bari gerçeği öğren. Bir yolunu bulup, Ali’ye katilimizin kim olduğunu gösteren, ipucu bırakmam lazım. Aaaa topla kendini! Niye ölecekmişim? Tava, çaydanlık bir şeyle bunun beynini dağıtsam. Saçmalama! Senin gücün bu deliye yeter mi? Bu gözler ne hastalıklı beyinler gördü, bana olan güvenini kullanmalıyım. Haydi topla kendini!”

-Oğlum, Bengü’nün ölümü hakkında bir bilgin var mı?

-Ya bir soru sordun dinlemeyi bil! Benim koca karı gibi, oradan oraya atlama, canımı sıkma! Hayrola, niye ayaklandın? Şöyle karşıma otur. Otur! Ha şöyle. Seni seviyorum, bizi karşılaştıran, yollarımızı birleştiren rabbime kurban olurum ben.

Bengü git-ti! Ahahaha… Gözden çıkardığın başka biri var mı? Beraber halledelim.

-Yoksa Bengü’yü…

-Bak papaz olmayalım, sen bana ne ima etmeye çalışıyorsun ne diyorsun yani, ben katil miyim?

-Hiç olur mu? Ben üzüntüden ne dediğimi biliyor muyum? Nişanlının vakitsiz ölümü belli ki; seni çok değiştirmiş. İnsanın başına her şey gelir, belki de bu halin ondan.

-Halime ne olmuş ya! Ne olmuş halime!

-Yok yok, kötü bir şey demiyorum. Yaşına göre bu olgunluğunu kastediyorum. Çok olgunsun oğlum! Bak yemin ederim, etrafımda senin kadar olgun bir kimse yok.

-Doğru söylüyorsun. Onların gidiş işlemlerini halletmek, vizeydi, pasaporttu… bana bir olgunluk, adamlık kattı. Gözün mü seğiriyor? Kııız yoksa bana iş mi atıyorsun?

“… Korkudan gözüm seğirmeye başladı. Allah’ım yardım et! Nişanlısını da öldürmüş! Köpek! Nasıl da soğukkanlı anlatıyor. Bu sapık, bu cani, bunları bana anlattığına göre, beni de göndermeyi planlıyor. Allah’ım yardım et!”

Hayydaaa, yüzün niye düştü?

-Yok oğlum, hayatın hayatın omuzlarına, annenin yüklemesi ağır üzüldüm.

“… Korkudan ne dediğimi, artık bilmiyorum. Korktuğumu kesin anladı. Kim bilir neremden kesecek…Vallahi beni de gönderecek…”

-Kız ne diyorsun? Şerefsizim, söylediğinden tek kelime anlamadım. Rabbim benzetmesin, Bengü gibi, betin benzin attı. Ahahahaha.

-Off çok üzüldüm. Yani senin çektiklerine. Üzüntünden aklım gitti.

-Benim için de üzülen biri var, rabbim sana şükürler olsun.  

Beeniiim içiiin üzülmeee aaahhh/Beenim içiiinnn üzülmeee! ….

“…  A a a şarkı söylemeye başladı! Bet sesli…”

Bergen bu şarkıyı ne söylemiş ha! Ciğer parçalar…

Bak sana yemin olsun, bundan sonra benim için, şu hayatta bir tek sen varsın.

“… Ay kafayı yiyeceğim, doğru mu söylüyor, dalga mı geçiyor…Bengü gibi betin benzin attı” dedi. Euzübillahimineşşeytanirracim…”

Bu yaşadıklarımı anlattığımda anlayacak, bana destek olacak birini çok bekledim. Olanları bir tek Bedriye ve Süreyya biliyorlar. Onların da anlamasını beklemiyorum. Bak geldiler. Yok boşuna etrafa bakma, göremezsin. Ölülerle konuşmak, onları görmek, özel bir eğitim gerektirir.

Sizi çağırdım mı ben! Niye geldiniz? Ümüğünüzü sıkarım yemin olsun, ayak altında dolaşmayın! Edepsizler! Koca kadınlarsınız hiç şu hareketler size yakışıyor mu? Çabuk içeri gidin.

“… Bu şimdi kimlerle konuşuyor. Bittim ben bittim! Vasiyetimi de yazmadım. Kafe, okuttuğum çocuklar…”

Alo! Daldın yine, dalma! Bu Süreyya da bana çok çektirdi. Bedriye gibi, sürekli talimat yağdırırdı. Dünyanın merkezi ve komutanı o, hizmetkarı bendim. İtiraz edemezdim ki; yüzünü asar, küserdi. Benim sorunum da bu, saygısız olamıyorum.

Bir iki hafta önce bir kızla çıkıyordum, ciddi bir şey değildi, gerçi olabilirdi, ama sürtük istemedi. Ne dediyse yaptım, yine de ayrılmak istedi. Çok çekingenmişim, sessizmişim… Anlayacağın bana ‘pısırık’ dedi. Sırası gelecek onun da icabına bakacağım. Sessizim tabi, ne yapayım, insanlara karşı çıkmaktan, kızmalarından korkuyorum. Hep Bedriye’nin yüzünden.

-Seri kat!

-Efendim!

-Senin de karşına aynı seriden kızlar çıkmış, demek istedim.

“… Neredeyse seri katil diyecektim. Allah canını alsın senin! Biri bunu durdurmasa başkalarına da kıyacak. Ezik! Gözü dönmüş katil! Sırada ben varım. Sakın ağlama, dayan! Darda kalınca ne okuyordum ben! Euzübillahimineşşeytanirracim. Euzübillahimineşşeytanirracim. Euzübillahimineşşeytanirracim! Yok! Gerisini hatırlamıyorum! Sure, dua hiçbir şey aklıma gelmiyor. Genç yaşımda ben de mi ühü ühüüü…”

-Yahu niye ağlıyorsun?

-Senin hayatın da çok çileliymiş oğlum ühü ühüüü…

-Sana kıyamam! Ağlama kız! Bugünden sonra her şey bambaşka olacak, ikimiz için. Ne yaparsın, bazıları için hayat mücadele demek, bazıları için yata yata göt büyütmek. Ne yapalım bize zor olan düştü. Ama bugünden sonra…

– Süreyya’yı da öteki tarafa sen mi postaladın?

-Ahahahha postalamak falan… Olur mu öyle şey? Ama helal olsun sana, soğukkanlı çıktın…

“… Yapmadım diyor. Katil değil mi, ölmeyecek miyim, ben mi abartıyorum, yanlış mı anlıyorum…?”

-Onu nasıl kaybettin, demek istedim.  

-O talihsiz olay beni hep üzüyor. Sabahın köründe tekneyle açılmıştık, fikir ondan çıkmıştı. Zaten ben gıkımı çıkaramazdım, yularım onun elindeydi. Gün daha ağarmamıştı, karada bile in cin top oynuyordu. Manyak karı, yüzme de bilmiyordu. Neyine güvenip, kime güvenip denize açılırsın değil mi? Manyak işte!  Açıldık. Bu talimatlara başladı, Uysal onu yap, Uysal bunu yap, bunu söyle, yok sus…Teknenin kaptanı olmuştu, ee o varken ben ancak vardiya zabiti olurdum. Birinci vazifem kaptanımın emirlerine uymaktı. Vır vır vır, dır dır dır öttü durdu. Bak o anı, dün yaşanmış gibi, çok net hatırlıyorum. Süreyya ‘biraz daha açılalım’ dedi. O ‘açılmak’ kelimesi beni dürttü, kalbim neşeyle doldu. Sonra, kalbime bir başka cümle düştü, ‘Tekneden it, gebersin kevaşe’. Anlayacağın bu dırdıra başlayınca, sırtına küreyi indirip, suya atmayı çok istedim. Nasıl yalvarıyordu… Daha fazla teferruata girmeye gerek yok.

-Onlar neyse de Bengü’yü birlikte öldürseydik oğlum. Tek başına zor olmuştur.

-Sen deli misin ya? Ne öldürmesi!

-Ne!

-Ne ne! Ben katil miyim? Bedriye’yi, Süreyya’yı öldürdüm mü dedim? Anlattıklarımı baştan düşün. Bende yalan olmaz, sana anlattığım gibi ikisini de öldürmek istedim, asla öldürdüm demedim. Delireceğim ya, bak nefes alamıyorum, sen beni nasıl biri sanıyorsun!

-Hay Allah kızma oğlum, ben de öyle demek istemedim.

-Yaa bi sus! “Beenn dee öylee demek istemedimm”miş! Ne demek istedin! Ya ben salak mıyım, kafayı mı yedim…Daha şimdi bana katil demedin mi? Tamam bu kelimeyi kullanmadın, ama onu kastetmedin mi!…

“… Off şimdi ne yapacağım, beni de delirtti. Demin onları öldürdüm demeye getirdi. Gerçi açıkça öldürdüm demedi. Ama fare zehiri almış, tekneden itmek istemiş… Yani katil değil mi? Vallahi kafayı yiyeceğim. Korkudan da nasıl çişim geldi. Tuvalete gideyim desem izin verir mi?”

-Oğlum, Bengü’nün ölümü beni çok derinden sarstı, ne dediğimi biliyor muyum? Dilim sürçtü, senin gibi temiz yüzlü bir insan, katil olur mu?

-Bak bak bak korkudan nasıl da kıvırmaya başladın. Çalkalaaaa Nurhayat Ablaaa, Çalkalaaaa.

-Yok oğlum.

-Şaka yaptım, rahat ol ya! Ben öldürdüm tabi. Ahahaha nasıl da betin benzin soldu. Korkma kız, rahat ol. Katil kelimesinden gocunmam ben. Tabi aramızda kaldığı sürece, yoksaaa… Doktor, öğretmen, bakkal çakkal, manav, katil, mühendis, mimar… Bak diğer mesleklerin içinde hiç sırıtıyor mu? Bengü’ye gelince, lafı mı olur ya! Hem zor değildi ki; senden yardım isteyeyim.

Seni evine bıraktıktan sonra Bengü’nün evinin önüne gittim. İsmail, seninki işte, bir arkadaşını sırtlayıp evden çıktı. Sonra evin etrafından dolandım, çitlerden bahçeye atladım. Öyle ballıyım ki; bir baktım kapı açık, içeri süzüldüm. Bengü dut gibi olmuştu, pijamaları çekmiş, salonun kanepesine yayılmıştı. Üzerindeki çiçekli pijamalar çok güzeldi, sana çok yakışırdı. Ama kadın çok çirkindi! Mutfağa gidip en keskin bıçağı aldım. Orospuyu, dürttüm dürttüm uyanmadı. Ayağımla karnına bir tekme indirince, ayıldı.

“… Euzübillahimineşşeytanirracim… surenin devamı neydi!”

Görsen korkudan ödü patlamıştı. “Kimsin sen, kimsin! İsmaiiiil” diye bağırdı. Keşke İsmail de orda olsaydı, onun da anasını belleseydim. Bu bağırınca, bıçağı gösterdim, o kara kuru suratı, korkudan hayalet görmüş gibi ağardı. İsmail’de zevk yokmuş. Senin gibi etli butlu kadın dururken, o sıska sürtükte ne bulmuş, anlamadım. Dudağını şişirtmiş, burnunu kaldırtmış, kadında estetik gırla. Yeminle götünü de yaptırmıştır.

“… Euzübillahimineşşeytanirracim…”

Bunu dürte dürte mutfağa götürdüm. Hayasız, Girit ezmesini, zeytin yağlı dolmaları çöpün yanına koymuş. Orospu! Sana nasıl kin gütmüşse, o sarhoş kafayla senin emeğini çöpe atmayı düşünebilmiş.

“Masaya getir” dedim. Korkudan mala bağlamıştı, ne desem kuzu kuzu yapıyordu. “Ye” dedim. Anlamadı. “Ye! Ye! Yeeee!” diye bağırınca bu dolmaları ikişer üçer ağzına atıyor, Girit ezmesini avuçluyordu. Karı birden durdu, bana saldırmaya yeltendi. Bunun saçından tuttum, bıçağı boynuna dayadım “evde sağlam ip var mı” dedim. Aptalın teki, ne istediğimi anlatana kadar imanım gevredi. Ama sonunda hizaya geldi.

Biliyor musun, evde İsmail’in ıvır zıvır işlerle uğraştığı, küçük bir odası var. Karı beni o odaya götürdü. İçeride tahtadan makasa, zımparadan ipe, testereye, bıçağa kadar her şey vardı. Hepsi de son kalite. Seninki; koftiden heykeller yapmış.  Para bok tabi, boş işlerle uğraşıyor hergele. Kızı tekrar mutfak masasına oturttum, elini ayağını bağladım. Korkudan altına sıçacaktı, belki de sıçtı. Aahahah… Bıçak kimde? Bende! Kral kim? Uysal! “Aç ağzını” dedim. Açtı. Bir iki dolmayı, bir kaşık kadar ezmeyi, ellerimle ağzına tıktım… Korkma, eldiven takmıştım. Kusura bakma kalanları çöpe attım, delil bırakmamak lazım. Tiyatrodan sıkılınca bıçağı sapladım! Lokmasını yutamadan geberdi orospu! Zor değildi anlayacağın. Ee iyi iş çıkarmış mıyım?

“… Allah’ın cezası, bunları bana niye anlatıyor, beni de doğramadan önce iyice korkayım istiyor…”

-Eline sağlık oğğluum!

-Bugünden, yok yok şu dakikadan itibaren, sana yalan söylemek yok! Sen belki de şu hayatta beni anlayan tek insansın. Kölenim artık.

-Estağfurullah. İzin verirsen, ben bir lavaboya gideyim.

-Estağfurullah. Dur gitmeden şunu da söyleyeyim. Buraya gelmeden önce anlattıklarımı duyduğunda, korkup bana fenalık yapmak isteyeceğini düşündüm, hatta bundan emindim. Ama senin için yaptığım iyiliği de bilmen gerekirdi. Haksız mıyım? Yanlış anlama, ama insan oğlu nankör! ‘Sana ne’ diyebilirdin. Emeğe saygısızlık, benim için cezalandırılması gereken hassas bir konu, ama senin için olmayabilirdi. Kadını saçma bir nedenle öldürdüğümü düşünüp, ipimi çekebilirdin.  

“Ayy bayılacağım…”

Gerçi Girit ezmesi için birinin ölmesi polise komik gelirdi. Onlar bizim gibi gerçekçi değiller, olaylara romantik yaklaşıyorlar. Hem bana giren çıkan bir şey de yok, emeği baltalanan sensin, yani bunu iddia etsen de kimse inanmazdı. Velhasıl! Herkes bu değerlere karşı, benim gibi hassas olmayabilir, buna da saygı duyarım.

Dün gece hiç uyumadım, düşüncelere daldım. O kadar düşünmenin neticesinde senin de onlardan biri olduğuna, beni suçlayacağına kesin karar verdim. Sana çok kızdım. Çok!

“… Euzübillahimineşşeytanirracim…”

Buraya gelmekteki tek amacım; beni eve almanı sağlayarak, senin için yaptığım fedakarlığı söylemek, sonra ağzını açmana fırsat vermeden, seni de postalamaktı.  Ama rabbime şükürler olsun ki yapmadım. Konuştuk, beni bağrına bastın… Şu an ağlayabilirim, çok duygulandım Çiçeğim.

Senin kafedeki Ali Rıza, karısıyla konuşurken hep “çiçeğim” diyor. Şöyle dikkatli bakınca… Sen abla olacak yaşta değilsin ya, taş gibisin ha! Sana çiçeğim diyeceğim.

-Ne demek, hiç bu sorulur mu oğğluum!

-Oğlum yok! “Uysal” de, Uysalım! Deminden beri de göz kırpıyorsun kız! Anlamadım sanma.

“… Nasıl da soğuk soğuk ter bastı. Korktuğum belli olmasa… Boyun devrilsin! Katil, sapık, canii…. Euzübillahimineşşeytanirracim…”

-Hadi, sen git, ihtiyaç molasıı! Sonra bir şeyler pişirsen, yesek… Bengü, Girit ezmesini, zeytinyağlıları tıkınırken çok canım çekti. Sürtük, tamamını bitiremeden geberdi. Emeğin de ziyan oldu. Kalanı ben yiyecektim, ama ‘o orospunun artığına mı kaldım’ dedim. Keşke yapsan da yesem. Olmaz mı Çiçeğim?

-Davet için çok yapmıştım. Dolapta var oğlum!

-Demin ne konuştuk Nurhayat! Oğlum yok! Uysal!

-Peki Uysal. Banyoya gidip geleyim, sofrayı hazırlarım.

“… Bayılmadan banyoya gidebilsem…”

-Hadi Çiçeğim!

Dur!

Bengü’yü indirdiğim bıçak ve giydiğim kanlı elbiseler, aha şu çantada. Bir yere atmadım, ‘seni de aradan çıkartır öyle hallederim’ demiştim. Başımız belaya girmeden halletmek lazım, bunları ne yapalım?