Curcuna

Sabri, Nurhayat Hanım bu işi haftada iki gün yapalım. Efendim ilimden, irfandan bizler de nasibimizi alalım. Olmaz mı? Çetin bu okumalara sen de katılacaksın koçum, dedi. Vallahi de billahi de Çetin dahil hiç kimse gıkını çıkarmadı. İsmail Bey üzerlerinde nasıl bir hakimiyet kurmuşsa… Bu nasıl bir kasap! Safiye utanmasam koşup boynuna atılacaktım.

Safiye Hanım, şu çiçekleri sulasan eline mi yapışır? Ha? Bak, kırmızı güller öyle tomurcuğu ile kalakalmış. Su isterler canımın içi. İlgi isterler. Ah Güzel Safiye’m, kalkabilsen yerinden sırf kendi mezarını değil, bu koca mezarlığı gülistana çevirirsin. Biliyorum. Çengelköy Mezarlığı’na taşınmakla çok iyi ettin. Burası, vallahi çok güzel yer. Hem sayende benim hayatım da değişti.

Sen, öyle aniden, vakitsiz ölünce elim ayağıma dolaştı. Ama, konu komşu sağ olsun elbirliği ile hallettik. Biliyor muydun, “İstanbul Belediyesi Cenaze ve Defin Hizmetleri Yönetmeliği” diye bir yönetmelik bile var. Sen öldüğünde neler neler öğrendim. Ölüm, bayağı ciddiye alınan bir iş hukukta. Her şeyi orada yazılan prosedüre göre yapıyorsun. Şu yattığın mezarın ebadı, hatta mezar taşının kaç santim olacağına kadar her şey düzenlenmiş, biliyor musun? Tabi ölen rahat. Hadi bana eyvallah, deyip gidiyorsunuz. Tabi o zamanlar yeni gitmiştin, acım tazeydi; bunları sana anlatamamıştım.  Aslına bakarsan, beni duyacağına inanmadığım için konuşmuyordum seninle. Şimdi inanıyor muyum? Vallahi bilmiyorum. Ama, seninle lafladıktan sonra mezarlıktan çıkıyorum ya; bir ferahlık geliyor üstüme anlatamam sana. İnanmayacaksın, karmaşık olaylar sanki sana anlattıktan sonra garip bir şekilde çözülüyor gibi… Şimdi sen, bir şeye inanıp inanmamanın bile yükünü taşımıyorsun sırtında. Ooh be! On dönüm bostan, yan gel yat Osman. 

Biliyorum, Sabri’nin kahvesine yaptığımız çıkartmanın nasıl geçtiğini merak ediyorsun. Acaba gerçekten beni duyuyor musun, merak ediyor musun? Bir işaret versen bana Safiye’m. Bak görüyor musun ağaçtan başıma düşen yaprağı? Bunu senden bir işaret olarak kabul ediyorum. Sağ ol annem.

Toplantıya Ünal Bey geçen gün yanında gördüğüm kadınla geldi. Rezillik vallahi. Kız, dergi kapağından fırlamış gibi, süslenip püslenmişti. Yani nasıl abartı bir makyaj sana anlatamam. Ayol kahvede kitap dinletisine leopar desenli elbiseyle gelinir mi? Ünal Bey’in utancından yerin dibine girdiği her halinden belliydi.

Dur, baştan anlatayım. O gün sabah erkenden uyandım. Zaten Sabri’nin kahvesinde bir tatsızlık olur mu endişesi ile gece pek iyi uyuyamamıştım. Öğretmen arkadaşlarım ve Ünal Bey kafede buluşup kahvaltı yaptıktan sonra Sabri’nin kahvesine geçelim diye sözleşmiştik. Kahvaltıya Ünal Bey gelmedi. Bizimle kahvede buluştu. Yanında da o zilli. Tövbe estağfurullah. Safiye bilirsin beni insanları gruplara ayırmayı, damgalamayı, lakaplar takmayı sevmem. Ama kızı görsen mezarından çıkar yüzüne tükürürsün. Görgüsüz. Gün boyu yapıştı adama. Çaktırmamaya çalışıyordu ama Ünal Bey’in daraldığı her halinden belliydi. Kız oralı bile olmadı. Elini omuzuna atmalar, uzanıp yanağından öpmeler, ay birkaç kere adamın bacağını okşarken gördüm. Olacak iş mi Safiye! İnsan içinde bu rahatlık nedir Allah aşkına.

Okuduğumuz kitap Ünal Bey’in ilk romanı “Vuslata Dair” idi. Ben zaten ilk çıktığında kitabı alıp okumuştum. Tek kelime ile şaheser. Bu etkinliğe kendisi katılmak istedi. Ama kadının korkusundan biz davet etmişiz gibi bir izlenim yarattı. Senden laf çıkmaz söyleyeyim, onun bu basiretsiz hali beni hayal kırıklığına uğrattı.

Neyse Ünal Bey yaklaşık bir, bir buçuk saat kitabından bölümler okudu. Tabi sesli okudu. Kahvede taş, tavla, kâğıt oynayanlar birer ikişer oyunu bırakıp Ünal Bey’i dinlemeye başladılar. Atık keyif aldıklarından mı, mecburiyetten mi orasını bilemem. Tam bir sessizlik hâkimdi. Bazı bölümlerde keyiflenip gülenler, bazen iç çekenler oldu. Ünal Bey, birçok kişiyi geçmişine, gençliğine belki kavuşamadığı sevdalısına yahut yaşayamadığı duygulara götürdü.

Göz ucuyla hep Çetin’i izledim. O biraz huzursuz olmuşa benziyordu. Sabri, kahvesinde böyle bir olaya ilk kez şahit olduğundan fazlaca şaşkındı. Ama çayın, kahvenin ardı arkası kesilmediğinden durumdan memnun gibiydi.

Her şey gayet yolunda gidiyordu. Ancak Ünal Bey kitabın bir yerindeki “Şehvetli dudakların, dilin” cümlesini okuduğunda Çetin yüksek sesle “sümmühaşa” dedi. Sesi o kadar gür çıkmıştı ki Ünal Bey okumayı kesti. Görgüsüz sevgilisi Besime “Sümmü haşa ne be” dedikten sonra gülmeye başladı. Nasıl bir gülmek ama. Kadın krize girdi. Sinirler gerildi. Çetin delirdi. Yüzün kızaracağına gülüyorsun kadın. “Utan be!” dedi. Bir sessizlik oldu. Herkes şaşkın. Gözler Çetin’e çevrildi. Besime gülmeyi kesip “terbiyesiz” diye çemkirdikten sonra bu defa da ağlamaya başladı. Sanırsın can çekişiyor. Ayağa kalktı, sendeledi, küt diye yere devrildi. Kadın bayıldı. Sami, kolonyayı yetiştirdi. Bir öğretmen arkadaş ve Ünal Bey Besime’nin yüzünü, ellerini ovaladılar. Ayıltıp sandalyeye oturttular. Besime bet sesiyle yine ağlamaya başladı. Keşke ayılmasaydı. Ünal hışımla sandalyesinden kalkıp Çetin’e doğru ilerlerken İsmail Bey tam zamanında koluna girip ona mâni oldu. Olmasa Çetin’e bir yumruk savurur muydu? Şüpheliyim. Sanırım biraz hanımevladı. Kahvede nasıl bir curcuna anlatamam. Herkes Çetin’e bağırıyor. Tabi özellikle bizimkiler. Çetin duvarın dibindeki sandalyelerden birine sindi. İsmail Bey, koca koca insanlarız bu hal yakışıyor mu bizlere, minvalinden birkaç cümle söyleyip sükûneti biraz olsun sağladı. 

Ne de olsa orada toplanma fikri benden çıkmıştı. Ortamı yumuşatmak, Çetin’e haddini bildirmek bana düşlerdi. Ayağa kalktım ne alaka bilemiyorum ama o an Sadri Alışık’ın “Ah Müjgan Ah” filminde ki o meşhur sahnesi aklıma geldi. Hani birlikte izlemiştik “Semtimizin bir tanesiydi Müjgan. Saçları sırtına kadar sırma sırma dökülür, elleri ufacık, gözleri dört defa lacivertti…” dört defa lacivert, bu nasıl bir cümledir Allah aşkına. “Param olsaydı aşkım kalırdın. Seve seve yanımda benimle yaşardın…” nakaratı da böyleydi. Hatırladın mı? Hah işte o sahne geldi aklıma.

Yerimden kalktım. Çok sakindim. Gözlerimi Çetin’e kilitledim. “Edebiyatımızın bir tanesidir Ünal Bey. Duyduğunuz cümle mi sizin sözünüz mü hangisi daha ağır beyefendi?” dedim. Besime, dikkat çekmek için, ağlama tonunu bir kalem daha yukarı çekti. “Şehveti, dili, dudağı bilmeyen var mı? Arzulamayan var mı? Allaha binlerce şükür eli, yüzü, dili, dudağı yarattı! Ona, binlerce şükür sevinci, hüznü, aşkı, şehveti, hırsı, tutkuyu insana layık gördü. Okumakla, yazmakla kimse edepsiz olmaz beyefendi. Edebi olan hiç kimse okumakla, yazmakla Allah’ın verdiği gizli arzuları, hayvanmışçasına ulu orta yaşamaz, dillendirmez. Ancak herkes, hatta siz beyefendi siz dahi hissedersiniz. Yazarın görevi: iyi, kötü ayırmadan, insanda var olanı olduğu gibi, gördüğü gibi anlatmaktır.” dedim. Konuştukça sıra sıra masaları dolaşıyordum. Sınıfta öğrencilere ders anlatırken yaptığım gibi sırayla her birinin gözünün içine bakarak konuşuyordum. Behime’yi atladım. Ağzımdan çıkan her sözü pürdikkat dinliyorlardı. Neredeyse nefes almadan anlatıyordum. Boğazım kurudu. Masaya dönüp bir yudum su içmek için bardağı aldığımda fırsatı kollayan Çetin sözü kaptı. Tam da şevke gelmiştim. Söyleyecek çok daha duygulu, dokunaklı sözlerim vardı. Ama sırayı kaptı.

Tekrar bir gerginlik olmasın diye iki kişi Çetin’in oturduğu sandalyenin yanında ayakta duruyordu. Ayağa kalkmak isteyince tutmaya çalıştılar. Ama onları itti. Belli ki yarattığım sahnenin içine o da girmişti. Ondan beklenmeyecek bir sakinlikle bizim masaya yaklaştı. Ellerini masaya koyarak, jüriye savunma yapar gibi, gözüyle tek tek bizimkileri taradı. En son Besime’ye dikti gözlerini. Bacım sözlerim için kusura bakma, dedi. Sonra bana döndü. Nurhayat Hanım, burası mutaassıp bir mahalle, her şeyin bir yeri, bir zamanı var. Kitap dediğiniz bu müsveddeyi burada okumanın alemi nedir?

Bizimkiler tekrar ayaklandı. Bağırış çağırış havalarda uçtu. Ünal Bey, Çetin’in üzerine yürüdü. Müsvedde sizin gibi insanlara denir, dedi. Yumruğunu havaya kaldırmıştı. Yumruk yerini bulmadan İsmail Bey yakaladı. Safiye, adama hayran oldum. Çetin’e döndü. O ne biçim lakırdı oğlum, kahvede sevişiyor muyuz? Ağzınla burnunu birleştirmeden yerine otur! Senin dışında kimsenin zoruna giden bir şey yok. Koçum, burası senin evin salonu mu? Beğenmiyorsan çıkar gidersin. Sen mi karar vereceksin neyi dinleyeceğimize. Ayağımın altına almayayım seni, dedi. Çetin sandalyesine çökmüştü. Büzüldükçe büzüldü. İsmail Bey’in mahallede tuhaf bir ağırlığı var. Dikkatimi çekti kahveye girdiğinde ondan çok yaşlılar bile ayağa kalktı. Çok varlıklı. İnsan oğlu, cepleri para dolu ceketten korkar.

Bak daha neler oldu. Geçen gün, sen de hurileri anlatıyordun. Bir şey mi dedik? Oğlum uygar olun. Kitap la bu kitap! diye eklediğinde öğretmen arkadaşlardan Nuriye hışımla ayağa kalktı,

Çıktık açık alınla on yılda her savaştan,

On yılda onbeş milyon genç yarattık her yaştan;

Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan;

Demir ağlarla ördük Anayurdu dört baştan.,

Marşı var ya onu söylemeye başladı. Ona diğer öğretmen arkadaşlarda katıldı. Görsen kahvede bayram geçit töreni var sanırsın. Gerçi öyle geçit törenleri mi kaldı? Vallahi olur olmadık her yerde barda, düğünde, kahvede böyle marşların söylenmesi bana tuhaf geliyor Safiye. Yani şimdi bu marşın orada okunmasının manası ne?  Neyse Nuriye’yi ve diğer öğretmen arkadaşları zar zor susturup yerlerine oturttum. İsmail Bey, o devasa sesiyle, lütfen sakin olun, dediğinde herkes sustu. Adamın liderliği bizimkiler tarafından da kabullenilmişti.

Sabri herkese en sertinden Türk kahvesi ikram et derhal, dedi. Çetin’e dönerek: okumaktan kimseye zararı gelmez. Belli ki bunun önemini kavrayamayan gençlerimiz var. Nurhayat Hanım bu işi haftada iki gün yapalım. Efendim ilimden, irfandan bizler de nasibimizi alalım. Olmaz mı? Çetin bu okumalara sen de katılacaksın koçum, dedi. Vallahi de billahi de Çetin dahil hiç kimse gıkını çıkarmadı. İsmail Bey üzerlerinde nasıl bir hakimiyet kurmuşsa… Bu nasıl bir kasap! Safiye utanmasam koşup boynuna atılacaktım.

İsmail Bey’in sözlerinden cesaret aldım. Beyefendi herkes sizin gibi olmak zorunda değil. Bakın dört kız çocuğunuz olduğunu ve onları okula göndermediğinizi öğrendim. Ama bir şey demeğe hakkım var mı? Hoşuma gitmese de cehalette bir tercih diyerek susuyorum, dedim. Adam afalladı.

Dördüzlerim 3.5 yaşında Nurhayat Hanım. Sizce hangi fakülteye göndermeliyim? dedi. Bu defa ben afalladım. Yanlış istihbarat almışım. Şaşkınlıktan donup kaldığımı fark eden İsmail Bey derhal devreye girdi. Çengelköy’de böyle cehalet olmaz Nurhayat Hanım. Ne demek çocuğu eğitimden mahrum bırakmak? Cehaleti tercih edenin bu mahallede işi o-la-maz. Bir ananın, bir babanın cehaleti yalnızca ondan olanın değil tüm çocukların geleceğini etkiliyor. Buna ben dahil mahalleden kimse müsamaha göstermez. Bu hususta rahat olun. Bakmayın siz Çetin’e, onun kafası karışık, dedi. Çetin’le ilgili belli ki bilmediğim bir şeyler var. Evet doğru duydun adamın 3.5 yaşında dördüzleri varmış. Neyse Sonra Sabri’ye koçum 170.5 Fm’i aç. Neşeli bir şeyler dinleyelim, dedi. Sabri radyonun düğmesini çevirdi. Allah’ın işi “Entarisi ala benziyor. Şeftalisi bala benziyor….” türküsü çalıyordu.

İsmail Bey Çetin’e gülerek, beğenmediysen kanalı değiştirelim, dedi. Çetin, yok abi eski türkülerimiz güzeldir, dedi.