Gazamız mübarek olsun

Bak! Oturmak için nihayet bir tabure aldım kendime. Böyle katlanıp, açılıyor. Rengi de senin sevdiğin gibi sarı. Senin gibi dikkat çekici! Tavladın mı kız buradaki erkekleri? Bak şu Cihangir Bey’in mezar taşı ne havalı. Mezara ektikleri baston gülü de çok güzel, sağlıklı. Geleni gideni de pek yok maşallah, kız çöpsüz üzüm Safiye!

Safiyeciğim, kusura bakma son haftalarda ihmal ettim seni. Vallahi başım çok kalabalık, Çengelköy’ü güzelleştirme hayalimi hayata geçirmekle meşgulüm. Bu kız deli diyorsun, biliyorum. Vallahi de billahi de deliyim. Bir çocuğum olsaydı, bir eşim belki ben de herkes gibi olurdum. Olur muydum? Yok, olmazdım. İçimde beni dürten bir sopa var anne. Boş ver keyfine bak! dediğim anda tam böğrümden, bak buradan, bir ağrı başlıyor. Aklıma yapacak, değiştirecek, düzeltecek bir şey düşünce, ağrı geçiyor. Belki de bu halim ilahi bir şeydir!

Gittiğimiz psikiyatrist Servet Bulan bizimle seans yaparken kalp krizinden öldü. Ölümünde Hüsamettin’in çaktığı yumruğun etkisi oldu mu hiç bilmiyorum. O olaydan kimseye bahsetmedik. İnşallah üçümüzle birlikte bu sır ebediyete intikal edecek. O günden sonra İsmail, Hüsamettin ve ben ayrılmaz olduk. Bengü’cüğün ve Servet Bey’in ölümleri bizi birbirimize daha da bağladı. Ruhun iyileşmesi doktorla falan olacak iş değilmiş. Vallahi hayata bağlanmayı sağlayacak bir amaç edinmek en büyük tedavi yöntemi. Biz de bunu keşfettik. Oturup ne yapabiliriz diye düşündük, tartıştık. Biliyorsun benim Çengelköy’ü güzelleştirmek gibi bir hayalim var, onlar da benim hayalime tutunmayı tercih ettiler. İşe koyulduk…

Esnafın tembelliği, cadde üzerindeki hantallık, Akif’in Tatlı Bahçesi dışındaki dükkanlarda işlerin kesat olması… hepsini analist gibi didikledik, bulduğumuz iyileştirme yöntemlerini uygulamaya koyulduk. Hüsamettin zaten emekli, İsmail Bey’in kasap dükkânı da maşallah bizimki gibi işlek, anlayacağın o da ihtiyaçtan değil gönülden bir şeyler değişsin istiyor. Eee benim gibi, çöpsüz üzüm, çoluk çocuğu yok.

Biliyorsun İsmail aslında mimar, yirmi, yok otuz demişti, kişinin çalıştığı bir mimarlık ofisi var. Vaktiyle çok çalışmış, şimdi sefasını sürüyor. Evinin güzelliğinden anlaşılıyor işinin ehli olduğu. Ne kadar muazzam bir ev olduğunu anlatmıştım sana. Adam zevk sahibi, müzikten anladığı gibi sanatın hemen her dalından anlıyor. İnsanın böyle ahbabının olması ufkunu açıyor. Kasap dükkânı rahmetli babasınınmış, oradan birkaç aile ekmek yiyor. Babası ölünce kapatmaya kıyamamış, eski elemanlar çalıştırıyor, o da arada teftişe gidiyor. “Yoruldum, ofisi de kasabı da teftişle yetiniyorum, artık benim de meşgalem sizin gibi Çengelköy” dedi. Kalkıştığımız şeyleri duysan şaşkınlıktan mezarından kalkarsın. Ne yapalım senin payına düşen de benim gibi tuhaf bir evlat Safiyeciğim.

İki aydır esnafı dolaşıyor, onları bilinçlendirmeye çalışıyoruz. Bu işe önce esnaf arkadaşlarla bir gece tertip ederek başladık. Tabi İsmail Bey organize etti. O gece herkes çok eğlendi. Balıkçı Çetin ve kahveci Sabri başta gelmemek için mırın kırın etmişler ama İsmail Bey dükkanlarına hususi davete gitmiş, onu kıramazlar tabi. Adamın darda zorda kalan esnafa, mahalleliye, çoluğa çocuğa çok hayrı dokunmuş. Ondan saygıda kusur etmeyişleri. Rahmetli babası da bunun gibi ver elliymiş. İşte o gece esnafla ilişkileri pekiştirdik. Çetin’le hala mesafeliyiz. İsmail Bey tüm masrafı cebinden karşıladı, o kadar ısrarıma rağmen beni de bulaştırmadı. Hüsamettin’i asabi kişiliğinden dolayı insanlarla iletişim konusunda dışarıda tutmaya çalışıyoruz.  

Planı harekete geçirmek için herkesi bizim kafede topladık. Aa bu ne Annem! Gencecik biri gelmiş üç mezar ötene. Vah evladım vah. Off of… Senin yanına yeni gelen birini görünce, hele ki gençse vallahi her şey boş diyorum.

Bak! Oturmak için nihayet bir tabure aldım kendime. Böyle katlanıp, açılıyor. Rengi de senin sevdiğin gibi sarı. Senin gibi dikkat çekici! Tavladın mı kız buradaki erkekleri? Bak şu Cihangir Bey’in mezar taşı ne havalı. Mezara ektikleri baston gülü de çok güzel, sağlıklı. Geleni gideni de pek yok maşallah, kız çöpsüz üzüm Safiye! Ee tabi mezar taşına, mezarın dizaynına, peyzajına bakarak beğeneceğiz buradaki erkekleri. Söylesene taburemi beğendin mi? Küçük ya, poşette taşımak da mümkün oluyor. Ayol bazen içim ürperiyor. Ya konuştuklarımızı üzerine gömüldüğün halan duyuyorsa, diye. Hayır, yani tanısam iki kelam da onunla ederim.

Vallahi esnaftan biri, burada seninle uzun uzun konuştuğumu görse üşütük diye adımı çıkartır. Hemen telaş etme, Nurhayat kaçın kurası. Elimdeki bu sure kitabını görüyor musun? Ayol burada yazan surelerin hepsini sana ezberden okuyorum. Bunun amacı başka, kurtarıcımız bu bizim. Biri senin mezara doğru yöneldi mi sure okuyormuş gibi yapıyorum. Hoş bu saatlerde pek gelip giden de olmuyor. Belki bir bilemedin iki kere başvurdum bu numaraya. Demek ki insanların dirilerle çok samimiyetleri var. Herkes benim gibi kimsesiz mi ölüye sohbete koşsun! Amaaan sen de hemen telaşlanma. Elbette benim de halleşecek ahbaplarım var ama ne bileyim belki de Hikmet’in dediği gibi yabaniyimdir.  

Durup durup “yabanisin” derdi. Ahh o densiz beni şimdi Çengelköy’de görse. Ulan karşımda koyun değil adam vardı da sanki! Töbe estafurullah. Boşandığımız gün bu boşboğaz ne dedi biliyor musun? Adliyeden çıktık, haliyle insan biraz boşluğa düşüyor, buna karşı acıma, merhamet hisleri arasında gidip geliyorum. Vedalaşmak için elimi uzattığımda, öyle içli içli, masum bir kuzu gibi baktı ki yüzüme; belki de ben yabaniliğimle aslında kuzu gibi hassas bu adamı koyuna çevirdim diye düşündüm. O an vicdanım bir sızladı… Dostça ayrılalım, gariban kendini suçlamasın, hisli bir konuşma yapayım dedim. “Hikmet belki de bu işin yürümemesinde senin kadar benim de hatam oldu, belki!” dedim, cümlemi bitirmeden “Artık olmaz Nurhayat Hanım. Benim de bir izzeti nefsim var canım. Sizin gibi yabani biri benim gibi her anlamda donanımlı biri ile evlendi. Siz bu şansı değerlendiremediniz efendim. Şimdi böyle pişmanmış gibi konuşmalarınız. Bilemiyorum yani… Ama bu saatten sonra bu iş biraz zor düzelir” dedi. Ayol bu barışmak istediğimi sandı. Ne yapayım “Haklısın Hikmet bu saatten sonra bizden olmaz” dedim. O kuzu bakışlar kayboldu, yüzüme koyun gibi buğulu, boş boş baktı “Allaha ısmarladık Nurhayat Hanım” dedi, toynaklarını yere sürte sürte gitti.

Dinle şimdi. Kafede yenildi, içildi, sıra haftalardır altyapısını hazırlattığımız değişim planını esnaf dostlara anlatmaya geldi. Heyecandan girizgahı iyi yapamadım, keşke İsmail Bey bu işi bana bırakmasaydı. “Değerli komşularım, Akif’in Tatlı Bahçesi’ni devralalı bir yılı geçti. Kafedeki değişimin, gelişmenin takdirini size bırakıyorum. Ama yüzünüzden kafedeki değişimi beğendiğinizi anlıyorum…” diye söze başladım. “Ben/biz bu başarıyı yalnızca Akif’in Tatlı Bahçesi için değil, tüm cadde için istiyoruz. Ve inanın ki, bu hiç de zor değil. Öncelikle yapmamız gereken, dükkânların caddeye bakan vitrinlerinde modern birkaç değişiklik yapmak, eskisine nazaran daha temiz, daha titiz, güler yüzlü olmak. Emin olun ki, bu küçük değişikliklerle bizim caddemiz, İstiklali, Bağdat Caddesini bile geçer” dedim. Kendimi seçim öncesi konuşma yapan bir parti lideri gibi hissediyordum. Çok fena havaya girmiştim. Elim kolum hareketlendi, tiz perdeden sesim yükseldikçe yükseldi. “Sayın komşularım, bunun için elbirliği ile çalışmak gerekir. Gerekirse birbirimizi denetlememiz, birbirimize destek olmamız gerekir…” Arada İsmail Bey alkışlarla lafımı bölüyor, kafamı toplamam için bana zaman kazandırıyordu. Tabi ilk alkışı o başlatıyor ama esnaf dostlar da alkışa alkışla iştirak ediyorlardı.

Tam kıvama gelmiştim, coşmuştum. “Birlik ve beraberliğin pekişmesi, netice alınması için caddedeki tüm dükkan sahipleri beşer kişilik gruplar oluştursa, sabahları aynı grupta olanlar sırayla birinin dükkanında kahvaltı yapsa, erken saatte dükkanlar açılsa, grup içindeki dükkânlar temizlik, hoşgörü, görgü, hatta okumak konusunda birbirlerini denetlese, çalışanlar da dahil herkes haftada en az bir kitap okusa, haftada bir saç, her gün sakal tıraşı olunsa, her gün yeni ve temiz kıyafetlerle işe gelinse…” dediğimde, bir baktım hımbılların suratları düştü.

Dur daha! “Hali hazırda yapılması gereken değişiklikler için birbirimize gerek maddi gerek manevi katkıda bulunsak, imece usulü benimsense fena mı olur?   Teklifimin sizler tarafından kabul edilmesi halinde, esnafın uyması gereken kuralları madde madde belirleyerek her dükkanın girişine asarız. Diyorum ki; kural ihlali halinde ihlali yapan dükkânın günlük hasılatının bir kısmının aktarılacağı, esnafın ortak ihtiyacı için harcanmak üzere, bir fon oluşturalım. Emin olun ki, bu planın işlemesi halinde üç aya kalmaz, tüm dükkanlar, her anlamda en az Akif’in Tatlı Bahçesi kadar başarılı olacaktır. Efendim, saygılarımı sunarken Akif’in Tatlı Bahçesi’ne tekrar hoş geldiniz diyorum” falan filan diyerek konuşmamı bitirdiğimde alkış kıyamet beklerken uğultular başladı. İsmail Bey “Nurhayat Hanımın ya da benim ne menfaatimiz var, her şey sizin, her şey semtimiz için” diye sert çıkışınca uğultu aniden kesildi.

Sözü yeniden ben aldım. Konuşmamda belirttiğim hususlara teker teker değindim. Öncelikle dükkanların çok geç açıldığını söyledim. En geç saat sekiz buçukta açmak münasiptir, dedim. Bunu duyunca, çoğunun beti benzi attı. İlk itirazlar buna geldi. Yok buranın kurulu bir düzeni varmış, yok o saatte müşteri mi olurmuş, yok o saatlerde trafik varmış… Ayol hemen hemen hepsi Çengelköy’ün yerlisi. Evleri ana caddeye elli, bilemedin yüz metre uzaklıkta. Her biri birer Hayrettin Bey kesildi başıma.

Kulakları çınlasın. Emekli olmadan önce, son on beş yıl çalıştığım Gazi İlkokulu’nun müdürü Hayrettin Bey vardı. O da bunlar gibi her şeye karşı çıkardı. Havale, tahsilat, kargo, mektup gönderme işlemlerini görsünler, öğrensinler diye çocukları postaneye götürelim diyordum. “Yok! Aman maazallah birinin başına bir şey gelir, analarına babalarına hesap veremeyiz.” Müdür Bey, bu çocukların çoğu tiyatroya gitmemiş; götürelim. “Yok anaları babaları beş kuruş vermez bilet paraları üstümüze kalır. Maazallah efendim, birinin başına bir şey gelir.” Müdür Bey 23 Nisan öncesi çocukları sevindirelim; hayvanat bahçesine bir gezi düzenleyelim. “Yok! Onlar iki maymun, bir fil görecek diye çekeceğimiz zahmete değer mi? Hem maazallah birinin başına …” Ama ben her defasında “Siz çok haklısınız Müdür Bey” diye cümleye başlar “ama” diye bir paragraf açar, “Siz o çocukların tertemiz dünyalarında bir kahraman olarak yaşayacaksınız” sözleri ile cümleyi bitirirdim. Tabi, bu konuşmaları yapacağım kritik günlerde, her zamankinden daha özenli giyinirdim. Müdürün odasına yüzümde sıcak bir tebessümle girerdim. Tebessümüme uygun incelik ve kısıklıkta bir ses tonu ile konuşmama devam ederdim. Safiye vallahi Türk erkekleri bu ses tonuna dayanamıyorlar. Acıma mı, sempati mi hissediyorlar bilemiyorum. Ama dayanamıyorlar. Aman benimki de tereciye tere satmak. Vallahi her istediğini yaptırtırdın, bir tek babamın nereye gömüleceğini ayarlayamadın. Kızma güzelim, seninki gibi onunki de vasiyetti.

Neyse, bu Hayrettinler de saatin erken olduğundan sızlanmaya başlayınca, “Hepiniz o kadar da haklısınız ki” diye cümleye başladım. “Ama” diye paragrafımı açtım, sonra komşuluğa, uğura, berekete, huzura Allah aklıma o an ne düşürdüyse ben de bunlara dağıttım. En son konuşmayı “Hep birlikte saat sekizde; burada ya da sizlerin isteyeceğiniz başka bir mekânda, birlikte çayımızı içip, simidimiz yesek; Birbirimize “Bereketli olsun komşum” deyip birlikte güle oynaya kapılarımızı açsak… Fena mı olur?” şeklinde bir cümle ile bitirdiğimi hatırlıyorum. Safiyeciğim, saat 08:30’a itiraz eden bu aklı evveller saat 08:00’i kabul ettiler ya…

Temizlik mevzusuna geçtiğimizde genel olarak bir sorun yaşamadık. Ancak; bizim Cevat mini mini elini havaya kaldırıp söz aldı: “Haftada bir saç tıraşı, her gün sakal tıraşı diyorsunuz. Saç tamam ama ben sakalımı kesemem Nurhayat abla” dedi. Bir elli boyundaki benim minik Cevat’ımın, bir yetişkin olduğunun tek göstergesi olan gür saç ve sakalının kesilmesine itirazı makuldü tabi. “İlkokuldaki küme çalışmalarını örnek verdim diye o çağa dönmemiz gerekmiyor Cevatcığım” dedim. “Mühim olan temiz, tertipli olmak. Dükkâna bir işverene yakışır şekilde gelmek. Sen de sakalını kökten kesmez, ucundan kenarından şekil verirsen ödevini yapmış olursun” dedim.

İsmail Bey, ortama sıcaklık katmak için, “Takım kıyafet giymemiz gerekmez herhalde. Gerçi siz derseniz ben onu da giyerim. Ama sanki bizim mesleğe daha doğrusu esnaf adama takım kıyafet giymek yakışık almaz” dedi gülerek. “Siz derseniz ben onu da giyerim” sözüne dikkat kesilen esnaftan birkaç kişi bıyık altından güldü. Ben belli etmemeye çalıştım ama yüzüm kızardı. Sen de fesat düşünme. İsmail Bey bu sözleri beni etkilemek için değil işi ciddiye aldığını vurgulamak için söyledi.

İsmail Bey takım kıyafetten bahsedene kadar hiç aklımda öyle bir şey yoktu. Ama söylediği an masadaki erkeklerin tamamını takım kıyafetlerle görür gibi oldum. Cevat minik elleri ile müşteriye kuruyemiş tartarken takım elbise içinde, gür saçının- sakalının desteği olmadan, yetişkin bir erkekti. Uzun çizgili ceketi içinde en az on santim daha uzun görünüyordu. Kadın esnafımı şık elbiseler içinde hayal ettim.  Özkara’lar Tekstilin sahibi Gül Hanım, kasanın başında hesap yapıyordu. Üzerindeki zarif elbise, ayağındaki stiletto pabuçlarla moda dergilerinden fırlamış, göz alıcı bir iş kadınıydı. Eşi Muhammet Bey, kendi boynundaki ipek fuları çıkartıp vitrine yeni aldıkları erkek mankenin boynuna dolarken bir yandan da hayranlıkla eşine bakıyordu. Kıyafetinin asaleti davranışlarına yansımıştı. O kadar karizmatikti ki… gördüğüm kişi Muhammet Bey değil adeta Paul Newman’dı.

İsmail Beyciğim, takım elbisesi ile kıyma makinesinin başında o kadar asil duruyordu ki. Birden kafamda şimşekler çaktı. Ne yani takım kıyafet giymek avukata, doktora, öğretmene mi özgüydü?  Ne yani! Esnafın kaderi hırka, süveter giymek miydi? Onlar takım elbise giyemez diye bir kaide mi vardı? Nerde yazıyordu? Kim uyduruyordu? Tişört, kazak, hırka, süveter giymek esnafın işini mi kolaylaştırıyordu? Tamam, işi gereği eli yemeğe, içmeye, suya değenler takımın üzerine beyaz önlük giyerlerdi. Kolluk takardı… Diplomasız dolaşan onca kişi papyon, kravat takarken, takım elbise giyerken esnafın takım elbise giymesi diploma şartına mı bağlanmıştı? Kimdi bunun kuralını koyan? Sınırını çizen kimdi? Neydi? İçimde bir harp başlamıştı ama sakinliğimi korudum. “Elbette takım kıyafet giymek gerekmez” dedim. “Ama” ile başlayan cümlem geliyordu… Kısık, ama çok coşkulu, çok içten, çok dokunaklı sesim yine açığa çıktı… “Ama bir düşünsenize kasabından, manavına; kuruyemişçisinden, balıkçısına bütün bir sokaktaki herkesin grand tuvalet giyinerek çalıştığını. Bu başlangıçta müşterilerin şaşkınlıktan gülmelerine, belki de alay etmelerine neden olsa da sonrasında dilden dile aktarılan bu olayın nasıl dikkat çekeceğini. Bu duruma alışan gözlerin evlerinde, mahallelerde, sokaklarda, ilçelerde hatta şehirlerde de aynı düzenli, güzel manzarayı görmeyi isteyeceğini. Bizlerden, bizim giyimimizden yayılan edebin, disiplinin zihinlere yerleşerek başka güzellikleri tetikleyeceğini. Görüntüden başlayarak davranışa sirayet eden yozlaşmanın belki yeniden giyimle durdurulacağını. Zihinlere yeniden gelişmenin işaretini göndereceğini. Çengelköy’de başlayan bu reformun Kuzguncuk’a, Moda’ya, İstinye’ye, Sarıyer’e, Emirgan’a yayılacağını. Şık giyimli, kadınlı, erkekli bireylerin zihinlerinin, ruhlarının da aynı şıklığı arayacağını, aynı şıklığa ulaşacağını. Bu reformu başlatan öncüler olarak zihinlere yerleşeceğinizi. Varsın çocuklarınız, eşleriniz, mahalleli, müşteri gülsün halimize… Gelişmeye, ilerlemeye bir adım, yalnızca bir adım katkımız olsa, değmez mi? Tüm bunlara değmez mi?” Bir coşmuşum ki Safiye, kendime geldiğimde esnafın deli gibi beni alkışladığını fark ettim. Toplantı dağılsa hepsi takım kıyafet siparişlerini vermeye evine, terziye, satın almak için mağazaya koşacaklar gibiydi. Şimdi düşünüyorum da kuruyemişçi, baharatçı, kafe sahibi için takım giymek makul karşılanabilir ama bir kasabın, balıkçı Çetin’in, fırıncının takım kıyafet giymesi biraz garip olacak gibi. Ama sen söyle haksız mıyım? Onlar da, atölyede çalışan ressam gibi, takımın üzerine beyaz önlük giysinler. Ne bileyim kolluk taksınlar?  Kanın, suyun, hamurun, boyadan ne farkı var yani?

Aman bee bir milyoncudan alınan tabure de bu kadar olur işte. Bak altımda paralandı. Senin yerin rahat tabi. Ben iki büklüm otururken siz boylu boyunca yatıyorsunuz Safiye Hanım.

Bunları gaza getirmişken devam edeyim dedim. “Yalnızca dükkanı erken açmakla, kılık kıyafetle olmaz beyler” dedim. Benden küçük bir iki genç hep bir ağızdan “emrin olur Nurhayat Abla” dediler.

Neyse, baktım bunlar kıvamında “efenim, marka olmak, tanınmak, sevilmek, vazgeçilmez olmak istiyorsak yaptığımız işin en iyisini yapmak zorundayız. En temiz, en güler yüzlü, en nazik, en misafirperver, en eğlenceli, en huzurlu, en ferah, en… en iyi ürünü, en iyi hizmeti sunmak zorundayız. Bakın bunlar zor değil. Dükkanımıza giren her ürünün evimize girdiğini düşünerek alıp satacağız. Bu kadar basit. Çocuğumuzun, annemizin, babamızın, eşimizin boğazından geçmesine izin vermeyeceğimiz kalitesiz ürünü dükkânımızdan da içeriye sokmayacağız. Bize sunulmasını istediğimiz hizmetten daha kalitelisini biz müşterilerimize sunacağız. Maliyeti değil kaliteyi düşüneceğiz. Emin olun bir süre sonra o kalite kat kat fazla ciro ile dönüş yapacaktır bize. Ancak benim bahsettiğim, önemsediğim, değer verdiğim asıl hadise emin olun para kazanmak değil. Eminim ki; çoğunuzun da öğle değildir. Bizi kamçılayan amaç, para değil kalite, seviye olmalıdır.

Bakınız bu çabalarımız Çengelköy’ü gözde bir mekân yapmanın yanı sıra çocuklarımız için, mahallemiz hatta abartmıyorum vatanımız için verdiğimiz çok kutsal bir mücadele olacaktır. Bana hayalperest diyebilirsiniz. Evet öyleyim ve biliyorum tarih boyunca gerçekleşmiş her büyük iş daha da büyük hayallerin kurulması neticesinde olmuştur.” Şimdi aklıma gelmeyen daha bir sürü şey söyledim.

Konuşmam bittiğinde en büyüğümüz fırıncı Bekir Bey gözlerini siliyordu. Ayol esnaf benden beter coştu. İlkinden daha büyük bir alkış tufanı koptu. Çınaraltı’nın diğer müşterileri, çalışanları şoka girdi. Toplantıda şu kararlar alındı: Haftanın beş günü için kahvaltının nerede yapılacağı kararlaştırıldı. Esnafla kahvaltı salı günleri Akif’in Tatlı Bahçesi’nde yapılacak. Pazartesi gününden itibaren herkes saç, sakal tıraşı yaptırmış, takım kıyafet giymiş olarak dükkânını açacak. Pazartesi gününden başlamak üzere benim listesini yaptığım kitaplar alınacak ve bu kitaplar dönüşümlü olarak okunacak. Herkes aldığı kitabı iki hafta içinde bitirecek. Her ayın ikinci haftasının salı gününün akşamında Kadıköy’de film izlenecek. Her ayın son cuma akşamı tiyatroya gidilecek. Stoktaki ürünler bittikçe yenileri en kaliteli yerden alınacak. Bunun denetimi, fırıncı Bekir, Özkara Tekstil sahibi Gül Hanım, İsmail Bey ve benden oluşan “Ürün Denetim Kurulu” tarafından yapılacak. Birkaçı mırın kırın etse de arabesk, fantezi tarzda müziklerin çalınmayacağı da kararlaştırıldı. İşyerlerinin hijyen kuralları yanında bu tarz kararlara ilişkin denetim de aynı kişilerden oluşan “Müzik ve Temizlik Denetim Kurulu” tarafından yapılacak. Safiyeciğim her iki kurulda da aynı kişilerin bulunmasının nedeni sanıyorum yaşımızın ve hevesimizin çokluğundan. Görüyorsun tespit edilip, sıralandığında kaliteli insanı, kaliteli hizmeti yakalamanın çok da basit olduğu anlaşılıyor.