Girit ezmesi…

Konuşturdukça konuşturdu beni. Hüsamettin’den, klarnetçinin saygısızlığından, Bengü’nün seviyesiz sözlerinden, davranışlarından, ellerimle pişirdiğim Girit ezmesini, zeytinyağlı dolmaları bilerek sofraya getirmemesinden, beni davet ettiği için İsmail Bey’i azarlamasından… boş boğazlık yapıp her şeyi anlattım. Şimdi kızıyorum kendime, dengim miydi diye. O kadar içmeseydim…

Sana o gece olanı biteni, üzerine tek kelime koymadan, olduğu gibi anlattım. Söyle, İsmail Bey’in evinde olanlar yenilir yutulur şeyler miymiş? Çok ağır geldi. Çok! Evden kendimi dışarı attığımda bir duygu boşalması yaşadım. Gecenin o saatinde sokakta ağlayan, yalnız bir kadındım, karşıma kim çıksa, tövbe haşa, Hızır A.S. muamelesi yapıp sarılacak durumdaydım. İnsanın sevmediği ot burnunun dibinde bitermiş. Bahtıma Uysal çıktı.

Kafenin müdavimlerinden işsiz güçsüz, genç bir adam. Son birkaç aydır, en az haftada bir, bizim kafede vakit geçiriyor. Vakit geçirmek eksik olur, izin versem “Bir abam var atarım, nerede olsam yatarım” deyip dükkâna postu serecek. Kafeye her geldiğinde beni bir huzursuzluk, bir ürperti sarıyor. Sanki tek başına değil de, uğursuz bir güruhla içeri giriyor. Vallahi abartmıyorum, bazen sağında biri varmış gibi parmak sallıyor, solunda biri varmış gibi boşluğun yanağından makas alıyor. Ama asla, göze batacak, dikkat çekecek, fevri hareketler yapmıyor. Bu halini fark ettiğimde Ali Rıza’ya “Bu çocukta bir tuhaflık var, aman ha dikkat edin” dedim. Ali Rıza “Yok abla, Uysal iyi biri, sen merak etme ondan kimseye zarar gelmez.” dedi. Demek ki ben yanılıyorum deyip geçtim.

Ayağı da uğursuz. Onun geldiği günler Akif’in Tatlı Bahçe’si sinek avlıyor. Sırf bu uğursuzdan kurtulmak için, bir iki ahbabı arayıp buna iş görüşmesi ayarlamıştım. Beyefendinin hiçbir iş içine sinmemiş. “Benim önce yaralarımı sarmam gerekir Nurhayat abla, iş nasıl olsa hallolur” demişti. Parayı nerden buluyor, onu da anlamadım. Asalak!

Arkamdan gelen ayak seslerini fark ettiğimde, bu dünyada yalnız değilim şükür, demek geldi içimden. Belki de gelen Hüsamettin ya da İsmail Bey’dir diye düşündüm. Bilemiyorum. Omzuma dokunanın kim olduğunu anlamak için döndüğümde bunu gördüm. İrkildim. “Abla sakin ol, benim Uysal. Sizin ordaydım, eve gidiyorum” dedi. Başım döndü, midem bulandı, koluna tutundum. Halim içler acısıydı, kendime acıyor, bir taraftan da ağlıyordum. “Abla niye ağlıyorsunuz! Yapmayın.” dediğinde boş bulundum, dedim ya karşıma kim çıksa Hızır diye sarılacaktım. Tabi içkinin de tesiri var; yılana sarıldım.

Ağzı da nasıl laf yapıyor, gerçi benim kafam da bir dünyaydı. İtiraz edecek halim mi vardı.  “Şurada bir kafe açık, izin verin bir kahve ısmarlayayım, açılırsınız” dedi. Kabul ettim. O halde “Akif’in Tatlı Bahçesi”ne gidelim diyecek halim yok. Ayol, çalışanlar beni o halde görse saygıları mı kalır. O da bunu düşüneceğimi hesap etmiş olacak ki; başka bir yerde kahve içmeyi teklif etti.

Gittik. Tatsız tuzsuz, renksiz, kuru bir mekân. Bahçesinde oturduk. Hani çay bahçelerinde olur ya; beyaz plastik masa ve sandalyeler, onlardan on onbeş tane vardı. Bari, bu basitliği kamufle etmek için masalara örtü, sandalyelere minder atın. Yok! Müşteriye kıymet veren yok!   Gelişi güzel üç beş saksıya kadife çiçekleri, birkaç sardunya dikmişler. Görsen susuzluktan çiçekler can çekişiyorlar. Etrafa şöyle bir baktım. Bahçe, güneş ışıklarını dört dörtlük alacak konumda, alanı geniş, önü arkası ferah, vaktinde çim ekselermiş ortamın havası değişirmiş. Yerler alacalı bulacalı. Kimi yerde kendiliğinden ot bitmiş, alanın büyük kısmı kuru toprak. Çengelköy’ün orta yerinde, bu güzelim cennet köşesinde, köy kahvesinden hallice bir mekân… O halimde o kadar rezil geldiyse, ayık kafayla görsem ne düşünürdüm sen hesap et. Bir de isim bulmuşlar, Saadet!  İki çalışan çocuk vardı. Çalışan dediysem lafın gelişi, yoksa ağızları bir karış havada, ellerinde telefon, sağa sola bakınan miskin tipler.

İki kahve söyledi Uysal. Annesinden bahsetti. Sonra “güzeller güzelim” dediği nişanlısından. Anason her şeyi, herkesi yumuşatıp, güzelleştiriyor. Anlattıkça Uysal da güzelleşiyordu. Sonunda gözüme pirüpak göründü. Anlattıkça ağladım, sırtını sıvazladım. “Karşına dünya güzeli bir kız çıkacak, her şeyi unutturacak” dedim. Daha ne teselliler..

Sigarayı bırakmıştım, aylardır içmiyordum, bu uzatınca bir tane yaktım. Nasıl da özlemişim. Nikotin tüm damarlarıma nüfuz ettiğinde, iyice gevşedim. Uysal’a bakıp, “Evladım olsa, ancak senin kadar severdim” dedim. Ne bileyim o kadar etkileneceğini, bu defa o ağlamaya başladı. Nasıl hıçkırıyor ama. Kafede çalışan o iki tembel bile hareketlendi. Biri kolonya getirdi, diğeri su.

Son iki saatte dünyadaki en yakın sırdaşlar olmuştuk. Annesinin ölümünü, nişanlısının boğulurken nasıl feryat ettiğini, bu kayıplar esnasında yaşadığı çaresizliği, daha neler neler… Bilmem kaç sigara tüttürdük. O ağlamayı bırakınca, zehrini akıtıp açılınca, neyim var diye bana ısrarla sormaya başladı. Bir sırra karşılık bir sır, bir derde karşılık bir dert istiyordu Uysal.  Biri içini böyle koşulsuz açıyorsa, senin de samimi olman gerekir desturuyla, ben de İsmail Bey’in evinde yaşananları anlattım. Başka derdim mi var; çok şükür. İnanır mısın rahatladım.

Konuşturdukça konuşturdu beni. Hüsamettin’den, klarnetçinin saygısızlığından, Bengü’nün seviyesiz sözlerinden, davranışlarından, ellerimle pişirdiğim Girit ezmesini, zeytinyağlı dolmaları bilerek sofraya getirmemesinden, beni davet ettiği için İsmail Bey’i azarlamasından… boş boğazlık yapıp her şeyi anlattım. Şimdi kızıyorum kendime, dengim miydi diye. O kadar içmeseydim…

Saat çok geç olmuştu, “Duraktan taksi çağıralım herkes evine gitsin Uysal” dedim. Yok! Çocuğun beni bırakası yoktu. “Hava güzel yürüyelim mi?” dedi. Eve kadar ayağımda o topuklularla neredeyse bir saate yakın yürüdük. İçkinin tesirinden kurtulmuş, cin gibi açılmıştım.

Bizim binanın kapısına geldik. Ayrılırken, buz gibi bir sesle, “sen o kadar uğraş Girit ezmesi, zeytinyağlı dolma yap, Bengü denen o kadın sofraya getirmesin. Sen bunları hak etmiyorsun abla” dedi. Ben şaşkınlığımı gizleyemeyince, şaka yapıyorum, ciddiye alma der gibi kaşını gözünü oynattı, yüzüne soğuk bir gülümseme yapıştı. Davette yaşadığım, beni kederlendiren o kadar mevzunun içinde, delinin aklında kalan, içine oturan yemekler olmuştu. Bak anlattıkça daha net hatırlıyorum, Uysal’da deli bakışı vardı. Gözünün içinde gözbebeği değil sanki ateş topu vardı. Sinsi, için için yanan bir öfke, kor… “Uysal, takılma oğlum, olur böyle şeyler, tuhaf bir akşamdı hepsi bu. Sen benim anlattıklarımı çok ciddiye alma, bazen böyle büyütürüm, yaşlılık işte, bak konuştuk rahatladım. Çokta üzerinde durulacak konular değil bunlar” dedim. Bu “Yok abla, onca emek var o dolmalarda, ezmede hak etmiyorsun sen” dedi. Sanki bin yıllık kazancım, canım, sıhhattim o dolmalarda, Girit ezmesinde saklıymış gibi hayıflanıyordu.

Neyse, bunu uğurladım, binaya girdim. Ama kapıyı tam kapatmadan, aralıktan gidişini izledim. Sanki sağında solunda birileri varmış gibi bir o tarafına, bir bu tarafına bakıp söyleniyordu. Uysal hakkındaki eski düşüncelerim geri gelmişti. O halini görünce korktum, keşke evin yerini öğrenmeseydi, bu çocuk tehlikeli dedim.

Gece, hayrolsun inşallah, gerçi olanlar oldu, hep kabuslarla, karabasanlarla boğuştum. Sabahı zor ettim. Pazar günleri kafe öğlenden sonra açılıyor. O saate kadar ancak kendimi toparladım. Midem kötüydü, haliyle başım da ağrıyordu. Aç karnına ilaç içmemek için, kendimi zorlayıp, bir dilim ekmek, biraz peynir yedim, bir bardak sallama çay içtim. Evden çıktım. Hava güzeldi, ama sanki bir felaket kokusu, sıkıntısı vardı Çengelköy’ün sokaklarında. Gece gördüğüm rüyaların tesirinde kaldığımı düşündüm.

Sokağı döndüğümde Akif’in Tatlı Bahçesi’nin önündeki kalabalık hemen dikkatimi çekti. Ali Rıza ve çalışan çocukların hepsi kafenin önünde toplanmıştı. Bu hiç olmazdı. Diğer dükkanlara baktım, onlarda da durum aynıydı. İnsanlar öbek öbek dükkanların önünde toplaşmış; endişeli, hararetli şekilde konuşuyorlardı. Allah biliyor ya bir fenalık olduğunu anladım. Zaten uyandığımdan beri içim sıkılıyordu.

Yaklaştığımı gören Ali Rıza, neredeyse koşarak yanıma geldi. Ne oluyor, bu kalabalık ne demeye kalmadan

 -Abla siz de İsmail Bey’in evindeki mangal yemeğindeymişsiniz, dedi

 -Eee Ali Rıza?

-Abla olay nasıl olmuş, bir bilginiz var mı?

-Ne olayı, Allah aşkına neler oluyor Ali Rıza, sorguya çeker gibi…

-Abla Bengü Hanım, İsmail Bey.

-Allah aşkına ne anlatacaksan doğru dürüst anlat be oğlum!

-Abla, Bengü Hanım öldürülmüş! dedi

Esnaf etrafımı sarmıştı. Bir şey bilmediğimi söyledim. Ali Rıza’ya, “Bir taksi çağır” dedim. Atladığım gibi İsmail Bey’in evine gittim. Evin etrafında büyük bir kalabalık toplanmıştı. İçeri girmek istedim, izin vermediler. Bir polise “Başkomisere akşam o davette benim de olduğumu, ifade vermek istediğimi” iletmesini söyledim. Başkomisere haber vermek için eve girdi, bir iki dakika sonra beni almak için geri geldi.  İçerisi olay yeri inceleme ekipleri ile doluydu. Esmer, uzun boylu, yapılı, çatık kaşlı, iri kepçe kulaklı, gençten birini göstererek “İşte Başkomiserim” dedi. İsmail Bey, bahçede, şuursuz bir şekilde dolanıyordu. Zavallı adam, neredeyse on yaş yaşlanmıştı.

Başkomiserin yanına yaklaştım, tam kendimi tanıtacakken biri aniden yanımda belirdi. “Nurhayat öğretmenim” dedi. Yüzüne iyice bakınca tanıdım. Kars’ta görev yaptığım yıllarda, Gazi İlkokulu’ndan öğrencim Ali. Beş yıl boyunca okuttuğum çocuğu unutur muyum? Bir ilkokul öğretmeni, birinci sınıftan, beşinci sınıfa kadar bir çocuğun annesidir aynı zamanda. O kadar heyecanlanmıştım ki, bir anlığına Bengü’nün ölümünü bile unuttum. Nasıl heyecanlanmayayım, üniversiteye gidene kadar yılda en az dört beş defa arayan, sonra izini kaybettiğim Ali’mi yıllar sonra bulmuştum. Neyse, vefasızlığını ben söylemeden kendi söyleyip, özürler dileyince unuttum. Savcı olduğunu öğrendiğimde nasıl gururlandım, duygulandım….

Uzatmayayım, Ali’ye akşam olanları anlattım. İfademi alabileceklerini söyledim. Bengü’yü görmek istedim. Sağ olsun kırmadı. Beni mutfağa aldılar. Bengü, yemek masasının sandalyesinde oturur vaziyette duruyordu. Ellerini, ayaklarını bağlamışlar, off… Başı yemek masasına düşmüştü, garibim sanki uyuyordu. Üzerinde alelade bir pijama takımı vardı. Sanki, anne karnından gece kıyafetleriyle doğmuş gibi, her daim frapan dolaşan kadını bu kadar sıradan bir kıyafetle gördüğüme şaşırmıştım. Pijamasının üzerindeki minik pembe çiçekler, böğrüne indikçe kıpkırmızı olmuştu. Kan bulaşan minik kır çiçekleri adeta gerçek gibiydi. Katil, bıçağı ya da delici başla bir aleti tam böğründen saplamıştı. Elleri kırılsın…

Ali otopsi için geleceklerini söyledi. Sürekli sorular soruyordum. Bıçak nerede, Bengü’nün tırnak aralarında belki katili ele verecek kalıntılar vardır… Belki hırsızlar…kendimi kaptırmıştım. Ali “Hocam cinayet büroda çalışmalıymışsınız” dedi gülerek. Devam etti. “Evden bir şey çalınmamış, kapıda zorlama yok, maalesef cinayet aletini de bulamadık. Katil ya da katiller maktule ya da nişanlısına husumet besleyen biri, birileridir mutlaka. Otopsi neticesinde maktulün tırnaklarında ya da vücudunda bulunan herhangi bir kesi, madde, sıvı açığa çıkacaktır elbette…” 

Akşamki davette, herkesin zilzurna sarhoş olduğunu söylediğimde, “Maktulün nişanlısı da aynısını anlattı. Dün akşam Hüsamettin diye bir arkadaşı çok sarhoşmuş, araç kullanamayacağı için onu evine götürmüş. Önce, ‘Esvap’ lokantasında çorba içmişler, sahilde kahve…Eve döndüğünde nişanlısını bu şekilde bulduğunu söylüyor” dedi. Başkomisere gözüm ilişti, büyük bir nefretle, zavallı İsmail Bey’i sorguya çekiyordu.

Ali, “Hocam, hiç boğuşma izi yok, bu işte bir tuhaflık var, evde kaybolan bir şey yok, nişanlısı olacak şu adam, ya da eve bıraktığını söylediği arkadaşı, ikisi birlikte öldürmüş olmasınlar kızı? Tanıyor musunuz, bir anlaşmazlıkları, ne bileyim kıskançlık, bu nedenden yaşanmış cinnet…böyle bir durum olabilir mi?” dedi. Aklıma Bengü’nün dün gece, yatak odasında İsmail Bey’e ettiği hakaretler geldi. Benim yüzümden büyük bir kavga çıktı da, adam cinnet geçirip kadını öldürdü mü? Böyle bir şey olabilir mi? diye düşündüm. Olacak şey değildi. Bu kadar basit bir nedenden böyle bir sonuç doğabilir miydi? İhtimal vermediğim için Ali’ye duyduklarımdan bahsetmedim. Ayrıca İsmail Bey Hüsamettin’i evine bıraktığını, Esvap’a uğradıklarını, çorba, çay içtiklerini, cinayet saatinde evde olmadığını pekâlâ ispatlayabilirdi. Kaldı ki; Bengü’nün ellerinin, ayaklarının bağlanma şekli, izlediğim onca film, okuduğum cinayet kitapları bu düğümden bahsediyordu, bu işin soğuk kanlı, bunu ilk defa yapmayan biri tarafından yapıldığını gösteriyordu.   

İsmail Bey salona geçmişti. İkili kanepeye oturmuş, başını ellerinin arasına almış, sessiz sesiz ağlıyordu. Yanına gittim, “Başınız sağ olsun” dedim. Sesi zar zor çıkıyordu. Yüzünden kan çekilmişti, kireç gibi solgundu. “Bu nasıl olur” dedi ve bu defa hıçkırarak ağlamaya başladı. Bir bardak su içse iyi olur dedim.

Su almak için mutfağa gittim. Bengü’nün masaya düşmüş yüzünü önden gördüm. Başı sağ yanağının üzerine düşmüştü. Dikkatli bakınca, yanaklarının belirgin şekilde şişkin olduğunu fark ettim. Suyu İsmail Bey’e verdikten sonra, Başkomiserle konuşan Ali’nin yanına yaklaştım. “Bengü’nün yanakları bıçaklanmanın etkisiyle mi şişmiş” diye sordum.  “Birazdan inceleme için ekipler gelecek, ama sanmıyorum” dedi. Başkomiser de öyle bir şeyin mümkün olmayacağını, söyledi.

Dikkat çekmemek için İsmail Bey’in elinden boş bardağı alıp tekrar mutfağa gittim. Yemek yerken mi bıçaklamışlardı? Ellerini, ayaklarını sonra mı bağlamışlardı? Kitap okuma büyütecimi çantamdan çıkardım, Bengü’ye iyice yaklaştım, ağzı tıka basa yemek doluydu, dudak kenarlarında, çenesinde ağzından taşan kırıntılar vardı. Kimse görmeden, ağzından masaya dökülen çiğnenmiş yemek artıklarından bir parça aldım. Zeytinyağlı dolma ve Girit ezmesi…