Göbek havası

Mangalda usta olduğu belliydi. Adam kasap ne de olsa. Vallahi evini, evin şıklığını, temizliğini, o güzelim bahçeyi, giyimini kuşamını görsen, haza beyefendi olduğunu anlardın. Tabii kasap denince akla, af buyur, kaba saba insan geliyor. Haşaa, adam tam bir beyefendi.

Nerden çıkmıştı bu mangal daveti? En iyisi gitmemek olacaktı. Pazar öğlene doğru katılamayacağımı bildirmek için İsmail Bey’i aramaya karar verdim. Telefon uzun uzun çaldı. Tam kapatmak üzereydim ki İsmail Bey “Nurhayat Hanım” dedi. Demek ki numaram onda kayıtlıydı. Kimden aldığını merak etsem de ayıp olur diye sormadım. Mangal davetine tekrar teşekkür ettikten sonra üzülerek katılamayacağımı bildirdim. Ancak adam hayırdan anlamıyordu. Hasta mıymışım, işim mi varmış, nasıl bir nedenim olabilirmiş ki… sordu da durdu. Keyfim yok dediğimde “Nurhayat Hanımcığım mazeretiniz gelmemeniz için değil bilakis gelmeniz için en önemli neden. Efendim keyfinizi yerine getirmek benim görevim” dedi.

Eskiden olsa verdiğim karardan kolay kolay vazgeçmezdim. Herhangi bir konuda birilerinin ısrarı fikrimi değiştirmeme neden olacak en son gerekçe olabilirdi. Yaşlanıyorum galiba. Eski direngenliğim, inadım, kararlılığım yaş aldıkça zayıflıyor sanırım. “Yaş almak” tabiri de pek lüzumsuz bir tabir. Efendim alma-verme eylemlerinde nihayetinde bir rıza var. Sanki yaş almaya rıza göstermesem olduğum yaşta kalacakmışım gibi. Bu nedir Allah aşkına. Eh işte, acı gerçeği hafifletmek için küçük bir kelime hilesi. Ayol bu sondan kaçan görülmemiş. Tabii ille de kaçacağım, o durağa uğramayacağım diyorsan o da senin bileceğin iş. Öl! Amaan can tatlı be, kimse bir saatini vermeye razı olmaz.

“Eş dost gelecekler; sıcak, samimi bir ortam olacak” dedi. İyi de adam, o eş dost benim mi? Sana eş, dost olan bana yedi yabancı. Allah için adamda muazzam bir ikna kabiliyeti var. Bir de yaşama sevinci… Vallahi ölüm bile utanır buna uğramaktan.

Amaan ne giyeceğime karar vermem, ee bir kuaföre gidip saçımı başımı da yaptırmam icap ederdi. Mangala gideceğime göre, bir zeytinyağlı yahut bir meze de yapmak gerekirdi. Gözümde büyüdükçe büyüdü.

İlk önce sokağın hemen başındaki Kuaför Soner’e gittim. Soner, benim yaşımdaki bir kadına rahatlıkla bir yıl yetecek iltifatı etti. Yok saçımın kalitesi, badem gözlerim, çıkık elmacık kemiklerim… Ayağım alışsın diye dilbaz Soner’in ettiği bu komplimanlar vallahi çok hoşuma gitti. Kuaförden çıktığımda “Ne varmış yaşımda!” dedim. Allah için elli ikisinde de göstermiyorum. Vallahi havaya girmiştim. Kuaförden çıkar çıkmaz yıkatıp, fönlettiğim belime kadar uzun saçlarımı, genç bir kadın gibi, savurarak yürümeye başlamıştım. İmkânı olan her kadın için kuaföre gitmek şart. Eşin, sevgilinin toplasan bir yılda edeceği komplimanı, Soner gibi adamlar bir saatte şırınga ediyor. 

Eve girer girmez mutfak önlüğünü takıp eldeki malzemelerle önce on kişiye yetecek kadar Girit ezmesi yapıp götürmek üzere paketledim. Gelirken manavdan aldığım dolmalık biberle, zeytinyağlı dolmayı hazırlayıp ocağa koydum. Dolmalar pişene kadar ne giyeceğime karar veririm dedim. Soner fazla havaya sokmuş olacak ki; hiçbir kıyafeti saçıma, kaşıma, gözüme, boyuma, posuma layık bulamadım. Vakit azalmıştı giyecek hiçbir şeyim yoktu. Tam umutsuzluğa kapılmıştım ki; nişanımda giymek için aldığım kolsuz, bele iyice oturan, eteği kloş, ayak bileğimden bir buçuk iki karış yukarıya denk gelen, sade yeşil elbisemi gördüm.

Olacağından şüpheliydim ama giydiğimde vallahi elbise o günkü gibi üzerime oturdu. Gerçi o zamanlarda balık etliydim. Üzerine bir şey döker, lekelerim diye çıkmadan önce giymek üzere elbiseyi çıkardım.  Bende de hiç akıl yokmuş hani. Bu kadar sade bir elbise o yaşta; hele kendi nişanında giyilir mi? Şimdi olsa başkasının nişanına bu kıyafetle gitmem. Ahretliğim Belgin’le gitmiştik nişan alışverişine. Bu elbiseyi seçtiğimde çok itiraz etmişti. Seçtiğim elbiseden belliymiş Hikmet’le evliliğimin uzun sürmeyeceği. Nişanlı kızın seçtiği kıyafet bile ele verir oğlanı ne kadar istediğini. Benim yeşil sade elbisem de bağırıyormuş; evde sevgili, eş değil de bir ses, bir soluk istediğimi. Hikmet’in soluğu beni boğmasaydı… Neyse nişanda onu giymedim ama. Belgin’in ısrarı ile başka bir elbise aldık. Onun da tek farkı yakasında bir gül işlemesi vardı. Tek gül kurtarır mı bir evliliği? Bu elbise dolapta, bir başına uzun süre giyilmeyi bekledi. Bak şimdi hatırladım yalnızca bir kere, Hikmet’in çalıştığı şirketin kuruluşunun 50. yılı kutlaması için düzenlenen bir davette giymiştim.

Hafif bir makyaj yaptım. Makyajda gözle uğraşmayı severim. Sürme her göze yakışır. Daha derin, buğulu bir mana verir. Başka bir şeye de lüzum yoktur benim için.

Pişen dolmaları tencereden aldım. Saklama kabına sıra sıra dizdim. Girit ezmesini koyduğum poşete yerleştirdim. Giyeceğim taba rengi ayakkabımın burnu kapalıydı.  Ayak parmaklarıma gerekmezdi ama el tırnaklarıma ojemi sürdüm. Oje kuruduktan sonra elbisemi giydim. İsmail Bey “saat sekizde burada olun” demişti. Taksiyle on dakika ancak sürerdi. Evden çıkıp taksiye bindiğimde saat tam 19:45’di. Bir davete geç gitmeyi sevmediğim gibi erken gitmekten de hoşlanmam.

İsmail Bey’in verdiği adresin önünde taksiden indim. Hafif esen rüzgâr sanki kalbimin üzerinde oluşmuş ince toz tabakasını aldı savurdu. Bir garip oldum. Tanımadığım bir ortama gitmenin verdiği çekingenlik belki de heyecandı bu his. Sokakta karşı karşıya sıralı ağaçlar vardı. Dalları rüzgârda tatlı tatlı sallanıyordu. “Bu yaşta tanımadığım bir ortamda işim ne” dedim kendi kendime. Eve dönmek istedim. Birden sokağın mis gibi hanımeli kokusunu fark ettim. “Senin dışında her şey yaşıyor Nurhayat” dedim. İki üç katlı müstakil sevimli evlerden oluşan sokak, çok güzeldi. Belli ki, oturanların hali vakti yerindeydi. Benim de buralarda oturacak birikimim var, ama işte bu vizyon işi. Benim ruhum köylü. Önümden birkaç kedi geçti, tüyleri bizim tekirlerinki gibi değildi. Baktığında, onlar da sokak kedisi… “Taşralı olmak bir yere kadar, asri yaşam kadını ol Nurhayat!” diye geçirdim içimden. Sen pek severdin bu tabirleri, bu yaşta ben de kullanır oldum. Ahh zaman! Eninde sonunda herkesi kendi lisanınla konuşturuyorsun. Başımı kaldırdığımda iki katlı sevimli bir evin satılık ilanını gördüm. Evin duvarından boylanıp bahçesine baktım, benim güllerden cennet yaratmama yetecek büyüklükteydi. Ama bu evi satın alıp, buraya taşınmam; İsmail Bey’in evinin iki bina sonrası, yakışık alır mıydı? Vallahi eve kuşum kondu. Bir de gündüz gözüyle bakmak, evin içini dışını iyice bir incelemek lazım, dedim.

Zili çaldım. Kapıyı İsmail Bey açtı. Keten krem rengi bir pantolon giymişti. Üzerinde de yeşil kısa kollu keten bir gömlek, ayaklarında kahverengi converse ayakkabılar vardı. Bu adamın zevkine, görgüsüne yıllar uğramıyor muydu? Allah için çok hoş görünüyordu. Her zamanki gibi yüzünde muzip bir gülümseme vardı. “Gelmenize nasıl sevindim anlatamam” dedi. Aniden arkasında kumral, sıska, ufak tefek bir kadın belirdi.  Sanki yalıda bir düğün davetine katılacak gibi; straplez, parlak kırmızı renkli uzun bir elbise giymişti. Boyu bir elli, uzun elbise giymiş; zevkine sen puan ver işte. Ayakkabıları görünmüyordu. Sakladığına göre, en az on santim topuklu ayakkabı giymişti. Kadının, kara kuru vücudunu böyle bir elbise bile çekici kılmamıştı. Yarım ağız “hoş geldiniz, ben Banngüü” dedi. Ayol kadın Bengü demek; kendi adını söylemek konusunda bile yetersizdi.

Kapıdan girer girmez ev salona açılıyordu. Girişte küçük de olsa, bir hol güzel olurdu. Tatlı sarı dört koltuk, koyu yeşil iki kanepe birbirleriyle nasıl da uyumluydu. Senin sevdiğin gibi, bir duvarda boydan boya tatlı kahverengi ahşap kütüphane vardı. Üzerindeki oymalardan, el işçiliği özel bir yapım olduğu belliydi. Kütüphanenin karşısındaki duvarda, yine ahşap çerçevesi kütüphanenin motifleri ile aynı; 80’e 140 cm ebatlarında bir ayna asılıydı. Evin zevkli döşemesinden gözümü alamadım. Ortadaki ahşap sehpaya baktığımda, onun da aynı ustanın elinden çıktığını anladım. Yemek masası yoktu. Diğer odaları görmedim tabii. Ama demek ki, ev ayrı bir yemek odası olacak kadar büyüktü. Giriş kapısının hemen karşısı boydan boya camekândı. Bahçeye de oradan çıkılıyordu.

Safiye, evin bahçeye bakan manzarası muhteşemdi. Servi ağacı, gül ağaçları, envayi çeşit çiçek görünüyordu. Beni salonda bekletmeden direkt bahçeye aldılar. Bahçe içerden görünen halinden çok çok daha güzeldi. Manolya, Beyaz zakkumlar, pembe zakkumlar, açelya, içerden görünmüyordu. Bahçe kapısının hemen sağında; üzeri çeşit çeşit mezeler, tatlılar, meyvelerle donatılmış büyük bir masa vardı. İçeri girerken vermeyi unuttuğum paketi İsmail Bey’e uzatmak istedim. Elimden Banngüü kaptı. Evin hanımı gibi “niye zahmet ettiniz” dedi. Kadının beni zerre kadar istemediği ayan Beyan ortadaydı.  

Sol tarafta, en az on beş kişinin oturabileceği kadar büyük bir oturma gurubu vardı. Belli ki, tüm davetliler gelmiş masaya geçmek için beni bekliyorlardı. İsmail Bey, beni eşi dostuyla tanıştırmak için o tarafa götürdü. Çoğunun ismini bir gün sonra unutacağım on kişilik grupla tanıştırdı. İçlerinden adının Nuri olduğunu öğrendiğim adam sandalyesinden kalkıp benim oturmam için ısrar etti. İsmail Bey “siz oturun. Nuri şu koltuğa oturur “dedi. Teşekkür edip oturdum. Yarım saat sonra, sanki yanlarında bir yabancı yokmuş gibi gülüp şakalaşmaya başladılar.

İsmail Bey sık sık içeri gidip geldi. Her halde yemek işiyle uğraşıyordu. Bahçenin kuytu bir köşesinde mangal yanıyordu. İsmail Bey, bir süre sonra elinde büyük bir tepsi ile geldi. Siyah uzun bir önlük takmıştı. Tepside elli kişiyi doyuracak kadar pirzola, biftek, kanat, köfte vardı. Tepsiyi mangalın yanındaki alçak masaya koydu. Maşa ile mangalın ateşini karıştırdı. Etler pişmeye hazırdı. Mangalda usta olduğu belliydi. Adam kasap ne de olsa. Vallahi evini, evin şıklığını, temizliğini, o güzelim bahçeyi, giyimini kuşamını görsen, haza beyefendi olduğunu anlardın. Tabii kasap denince akla, af buyur, kaba saba insan geliyor. Haşaa, adam tam bir beyefendi. Bir elinde yelpaze bir elinde maşa sırayla bütün etleri pişirdi. Sıcak sıcak yensin diye herkesin masaya geçmesi için ısrar etti. Konuklar da “sen gelmeden masaya oturmayız” dediler. Rahmetli babam gibi eli de çabuk. Yarım saat, kırk beş dakikada bütün etleri pişirdi. İçeriye gidip elini yüzünü yıkamış, önlüğünü çıkarmıştı. Herkesi masaya buyur etti.

İsmail Bey “masada gördüğünüz her şeyi, sizler için kendi ellerimle hazırladım” dedi. Gülerek bana baktı. Masaya göz gezdirdiğimde şaşırdım kaldım. Banngüü benim getirdiğim Girit ezmesi ile zeytinyağlı dolmayı masaya getirmemişti. İçim içimi yedi.

Masadaki herkes su gibi rakı içiyordu. Sağımda solumda oturanlar su dolu kadehime kadehlerini tokuşturup “Şerefe Nurhayat” diyorladı. İsmail Bey, boşalan kadehime rakı doldurdu. “Dostlar arasındayız Nurhayat Hanım. Bir kadeh de siz için hatırım için” dedi. Boş bulundum, kadehi kırk yıllık içiciler gibi kafama diktim. Hava biraz serinlemişti. Normalde midemi kaldıran anason kokusu içimi ısıtmıştı. Boş kadehi doldursun diye uzattım…

Adı Nuri olan adam klarnet çalmaya başladı, biri de cümbüş… Bangüü ortaya atılıp “Azize’yi çal Nuri kurtlarım dökülsün” dedi. Klarneti konuşturuyordu namussuz. Masadakiler hep bir ağızdan Azize’yi söylüyorlardı. “Ah Azize vah Azize” denildikçe Bangüü olmayan kalçalarını sağa sola atıyordu. Olmayan şey atılır mı? Atılmaz! Bilmem kaçıncı kadehi devirmiştim. Herkes benim de dostum, arkadaşım olmuştu. İsmail Bey haklıydı, eş dost arasındaydık. Onun dostları benim sayılırdı. Bangüü’de olmayan iki güzel atılacak kalça bende vardı. Masadan kalktım. “Nuri şarkıyı baştan çal” dedim. İçimdeki Nesrin Topkapı dışarı çıkmak, özgürce çalkalamak istiyordu. Elbisenin sol eteğini yukarı kıvırdım, bir elim belimde biri başımın üzerinde yelpaze gibi sallanıyor. Şarkı hep bir ağızdan söyleniyor. Ah Azize, vah Azize denildikçe sol kalçamı hakikate, sağı talihe kadere sallayıp attım.