Yok be anne niye durgunlaşayım. Tövbe etmesem, iyi olduğuma inanasın diye, şuracıkta göbek atardım. Tövbe ettim, içmeye, oynamaya… Duyan da yılda bir değil, her gün içtiğimi sanacak. Ama olsun, ona da tövbe. Sesime bakma, biraz üşüdüm ondan. Ölüler de sanır ki diriler her gün helva yiyor. Senin orası gibi değil ki dünya. Telaş, dert, sıkıntı…Unuttun mu, burada insanın neşesini birden kaçıracak bin şey oluyor.
Ne diyordum. Bana birkaç kadeh içirdiler. Bengü oynamaktan yorulup yerine oturunca, içkinin tesiriyle, bir de evde yapıp götürdüğüm zeytinyağlıları masaya getirmedi diye kadına bilendim, göbek havası öyle değil böyle oynanır diye kendimi piste attım.
Hüseyin Bey diye biri, aman ne beyi Hüseyin şerefsizi, klarnet çalıyordu. Çalmak kifayetsiz kalır, adeta klarneti konuşturuyordu. Abanoz ağacından yapılmış, siyah klarnetin silindir biçimindeki gövdesi, üzerindeki metal aksesuarlar başlı başına bir sanat eseriydi. Düşündükçe anlıyorum enstrüman Hüseyin’den yakışıklıydı. Babacığım ne de çok severdi dinlemeyi. Ah o bayram sabahları, Mustafa Kandıralı klarnet taksimine başladı mı evde ses çıkmazdı. Kahvaltı sofrası, ocakta tüten çay, klarnet sesi… ağlamayacağım diyorum ama… kimsem kalmadı benim anne!
Üzülme bee, iki gözyaşı akıttım bak rahatladım. Ne diyordum. Hüseyin klarnetiyle şarkıyı konuştururken ben de oyunumla şarkıya vücut verdim. Oyun havası da çalsa, ritim yavaşken, hüzünlü, içli bir sesi var bu enstrümanın. O hüznü hissettiğimde özlemimi, yalnızlığımı kalbimden bedenime akıttım, ritimle birlikte ahenkle vücudum titriyordu. Ritim arttığında, sanki biriktirdiğim tüm o duyguları kollarım, ellerim, göbeğim, kalçalarım, tüm uzuvlarımla o bahçeye salıyordum. Adeta büyülenmiştim, vücuduma sözüm geçmiyordu. Bedenim duyduğunu yorumluyordu. Ben müziğin büyülü ritmiyle, dünya da benimle birlikte dönüyorduk. Müzik sustuğunda, gözümü açtım. Kadın, erkek herkes ayakta, ağızları açık bana bakıyorlardı. Utanmış, yorulmuştum, niye böyle bakıyorlar diye şaşkındım. Aniden alkış, kıyamet koptu.
Rakıyı yuvarladıkça yuvarlamışım. Vallahi ne kadar içtiğimin farkında değildim. Neyse Hüseyin çaldı ben oynadım, arada birlikte bir şey meydana çıkarmanın yarattığı bir ortaklık kurulmuş oldu. Kadehim her boşaldığında o doldurdu. Giydiği fuşya rengi gömleği, terini alsın diye ensesine yerleştirdiği pembe bez parçasını görsen, Kumkapı’da çalgıcı sanacağın bu adamın asıl mesleği mimarlıkmış. Öğrenince ben de şaşırdım. Önden iki dişinin kaplama olduğu belliydi. Dişçi seçiminin çok önemli olduğunu da o akşam anladım. Adamın o iki dişi diğer dişlerinden neredeyse iki misli büyüktü. Neyse, bu tekrar boşalan rakı bardağımı doldurup aniden ayağa kalktı, içeriye gitti. Birkaç dakika sonra elinde büyük bir tuvalle geri geldi. “Bunu size hediye etmek istiyorum hanımefendi, benim eserim” dedi. Şaşırdım, mecburen tuvali aldım.
Müzikte yetenekli olan resimde de olacak değildi. Tabloda kızıl saçlı bir kadın vardı, yani çizdiği şeyin kadın olduğunu kendi söyledi. Ben sürahiye benzettim. Adam, tuvalin üzerine boca ettiği üç rengin karışımına eser diyor. Bu nasıl bir özgüven, vallahi pes! Haliyle kıramadım, teşekkür ettim. Eve gidince götürmek üzere, üzerine çantamı koyduğum sehpanın yanına yasladım.
Sandalyesini çekip yanıma oturdu. Viskisinden bir yudum alıp, boğazını temizledi. Allah kahretmesin, viskinin sevmediğim o keskin kokusu içimi kaldırdı. Uzun konuşacağını anladım. Bizim kafeye geldiğini, orayı bambaşka bir cennete çevirdiğimi, mekânın müptelası olduğunu söyleyince ben de karşılığında onu övmek istedim. Bir enstrüman çalmanın, yetenekli olmanın özel bir durum olduğunu falan söyledim. Tüm takdirlerimi memnuniyetle kabul etti. En son “Demek aynı zamanda ressamsınız” dediğimi hatırlıyorum. Demez olsaydım.
“Ressam değilim Nurhayat Hanımcığım, resim yapıyorum” dedi. Ensesine koyduğu, terden yapış yapış olmuş pembe bezi çekip aldı, alnını ve yanaklarını sildi. Yüzü yağ, ter karışımından parlıyordu. Ben başka şey sormadan “İnsanlar genelde resim yaptığımı duyunca karakalem mi yağlı boya mı diye sorarlar” dedi. Konuşası varmış! Sulu boyadan girdi, akımlardan çıktı. “İnsanlar sulu boyayı sanki küçümsüyorlar, ciddiye almıyorlar. Bunda boyanın su ile inceltilmesi etkili sanırım. Sulu boya ile yapılan resim ne kadar güzel olursa olsun, kalıcı olmayacağı fikri hâkim. İnsanlar kalıcı şeylere hayranlık duyuyorlar. Ölümlü olmamızdan kaynaklı bir şey herhalde” dedi. Öndeki iki diş diğerlerinden çok büyük olduğundan sanırım, bazı kelimeleri söylerken tıslıyordu.
Adam, ansiklopediden bir bölüm okuyor gibiydi. Araya girip konuyu değiştirmek istediysem de oralı olmadı. “Ben karakalem de çalışıyorum ama beni tatmin etmiyor. Hüzünlenmiyor, yahut mutlu olmuyorum. Yani izlemek haricinde bir duygu yaşamıyorum. Yalnızca iyi ya da kötü çizilmiş bir resim…” Ağzımı açmadığım halde “Siz sanattan anlıyorsunuz hanımefendiciğim” dedi. “Bakınız mesela, ressam kara kalem yahut sulu boya ile muazzam bir ağlayan kızı tuvale yansıtmış olsun, bu benim için yalnızca güzel bir resim oluyor. Ama ressam o ağlayan kızı yağlı boya ile resmetmişse, niçin ağladığını merak ediyorum, endişe duyuyorum; o kızı elinden tutup tablodan çıkarmak, kurtarmak istiyorum” dedi. Bunları söylerken gözleri doldu. Bu konuyu bir an evvel kapatmam gerekir diye çareler ararken coşkuyla “Ressam yağlı boya ile başak tarlasını mı tuvale kondurmuş; o tarlaya gidiyorum, koşuyor, yuvarlanıyorum” dediğinde neşeyle şakıyordu. Bir ara, koca göbeğini, zorla içine tıkıştırmış gibi, sıkı sıkı saran gömleğe gözüm ilişti. Göbeğin tam üstündeki düğme kopmuştu. Gövdesi nasıl yağ bağlamışsa; o boş alandan dışarı, löp löp göbek baş vermişti. O gece anladım ki; içki her pisliğin mihmandarı.
Adam gerçekten de tuhaftı. Deli miydi, ressam mı, tiyatrocu mu..? Ama bu duygu değişiminde, bu tuhaflıkta benim de kabahatim vardı. Bahsettiği şeylerle zerre kadar ilgilenmediğim halde, o kadar ilgiliymiş gibi dinliyordum ki!
Hüseyin, bu duygu değişimlerinin ardından ünlü ressamlardan, tablolarından, akımlardan bahsetmeye başladı. Sanat akımlarının kendilerinden önceki akımlara tepki osun diye ortaya çıktığını, bu akımların ortaya çıkmasında bilimsel, sosyal, siyasi gelişmelerin önem taşıdığını söyledi. Adam sıkıcı, gerçek bir entelektüeldi. Kafasının içinde taşıyamayacağı, kusması gereken pek çok ezber bilgi vardı. Rönesans, matematik demekti. Barok tarz Rönesans’a tepki olarak doğmuştu. Bir grup ressam çıkıp “Hayır efendim! Ressamlar görüneni olduğu gibi, ne görüyorlarsa onu ortaya koymalılar!” demişti. Hüseyin’in, ıslak ense beziyle sürekli yüzünü, yanaklarını cilalaması içimi kaldırıyordu. Nur olsunlar, Realizm ortaya çıkmıştı. Sanayileşmenin, bilmem neyin ortaya çıkmasında büyük etkisi olduğunu söylediğinde “tüm ressamlara, ense bezinize ve size lanet olsun Hüseyin Bey!” diye haykıracakken rüyalardan bahsetmeye başladı. İçmişim, zaten kafam dumanlı, o konuştukça sesler birbirine karıştı, midem çok bulandı. Aklım midemle bir olup sallanmaya başladı. Konu buralara nasıl gelmişti? Karnım mideme dar geliyordu. Huzur, özgürlük diye ölüyordum. Hâlâ anlatıyordu, Freud’un çalışmalarından etkilenen bazı ressamlar rüya alemine dalmış, “Çok büyüksün Sürrealizm!” demişlerdi. Hüseyin, Freud dediğinde, elini bacağıma koydu. İçimden, şansıma tüküreyim, buradakileri medeni insanlar sanıp rahat oynadım, erkeklerin yanında hep mi sakınmamız lazım, dedim. İrkildim, sandalyemi geri çektim.
Sesinin tonu, bakışları bir garipti, bunlardan anlamalıydım. Bu erkekler her meziyetlerini özgürce ortaya sererken, neden bu hakkı bizden almaya kalkarlar? Kim bunlara bu izni veriyor, bu cesareti nerden alıyorlar… Bunları düşündükçe bilendim. Bakışlarımdan, ağzımdan taşacak sözlerimle, onu oracıkta boğacağımı anladı. Kendine çeki düzen verdi. “İzninizle” dedi.
Tam ayağa kalkacakken, bana hediye ettiği tabloyu biri başına geçirdi. Tuvalin bezi, caaart diye yırtıldı. Herkes suspus, dondu! Şaka yapmıyorum! Tablo, Hüseyin’in iki kolunu hapsedecek şekilde, göğsünün ortasında sabitlendi. Tablodaki kızın kafasının yerinde, adamın gövdesi vardı. Hüseyin’in suratı gömleğinin rengini almıştı. Yırtılan tuvalde kırmızılar, morlar, turuncu renkler hakimdi. Şaşkınlıktan Hüseyin ve ben kala kalmıştık. Tepemizin üzerinde biri, deli gibi gülüyordu. Hüseyin şaşkınlığını üzerinden atıp “ne oluyor” diye bağırdı. Herkes topluca afallamıştı. Tepemizdeki gülmeyi bırakmış, küfre başlamıştı. Kimdi bu? Başımı bir kaldırdım Hüsamettin! Evet Hüsamettin! Öfkeden kudurmuş gibiydi. Gövdesi tuvale hapsolmuş Hüseyin debelenirken, bu iri elleri ile tuvalin bir çıtasını kırdı, tuvali eline aldı. Bu adamın aklında zoru mu vardı? Tuvalin bezini parça pinçik etti, çıtaları parçaladı, sağa sola attı. Hüseyin şaşkınlıktan toparlanamıyor, aptal aptal bakıyordu. Hüsamettin’in öfkesi şahlanmıştı. Bunu yakasından tutup ayağa kaldırdı. Ter bezi ensesinden yere düşmüştü. Gözüm beze takıldı, eğilip yerden alsa mı diye düşündüm. Midem bulandı, tiksindim. Sanırım ben de şoktaydım. Oradakiler “ne yapıyorsun, dur!” demeye kalmadan, Hüsamettin kafasını, Hüseyin’in yüzüne geçirdi. Bir yandan da “şerefsiz” diye bağırıyor, ortalığı inletiyordu. İri yarı adamı zapt etmek zor…
Olay esnasında İsmail Bey, bahçede yoktu. Herhalde sesi duyduğu için panikle dışarıya çıktı. Dehşetle yanımıza koştu, araya girdi, Hüsamettin, onu da kenara itti. “godoş muyuz lan biz, kadına bir rahat vermedi, şerefsiz!” dedi. Haklıydı tabii. Ama bunlar niye yaşandı, bir an, tek bir an özgür davranmak kadınlara haram mı? Niye! Düşündükçe deliresim geliyor, kadınları hem aşağılamak hem sonrasında kurtarmak erkeklerin vazifesi mi?
Hüseyin, kafayı suratına yemenin ve içkinin etkisi ile iki metre yere uzanmıştı. Bengü, adamı ayıltmaya çalışırken, yerden bulduğu iki dişi bana uzatıp “Aaaa Hüseyin’in dişleri” dedi. İsmail eğilip Hüseyin’in ağzını araladı, önden iki dişinin yeri kapkara kanla doluydu. Pamuk getirip boşluğu doldurdu. İki kişi, iki dişi de alıp, Hüseyin’i hastaneye götürdü.
İsmail Bey, bahçede oradan oraya yürüyor “iki dakikalığına lavaboya gittim yahu bunlar nasıl, hangi arada oldu” diye söyleniyordu. Daveti verdiğine pişman olmuştu. Hüsamettin, hiçbir şey olmamış gibi, bir köşeye oturmuş, demlenmeye devam ediyordu. Beyaz gömleğinin önünde kan vardı, saçı başı dağılmıştı. Haylaz çocuklar gibi, gömleğinin bir kolu dirseğine kadar kıvrıkken, diğer kolu bileğinden düğmeliydi. Biraz önce adamın dişlerini döken o değilmiş gibi, kısık sesle, bir şarkı söylüyordu “… bu ne sevgi ah bu ne ıstırap…” Arada bağırarak “bana eşlik edin ulaan, müzik yok mu?” diyordu. İsmail Bey karşısına geçti, bir şey diyecek gibi olduysa da “sana ne desem boş” der gibi yüzüne baktı.
Telaştan elbisemin kan olduğunu sonradan fark ettim. Hüseyin’in, o koca kafayı suratına yiyince, ağzından sıçrayan kan, güzelim nişan elbisemi pisletmişti. O akşam çıkarıp çöpe attım o uğursuz şeyi de.
İsmail Bey yanıma geldiğinde “adamcağız resimden bahsediyordu, birden niye değişti, ne oldu anlamadım” dedim. “Hüseyin öyledir işte, ezberlediği üç satırı hoş bir kadın gördü mü anlatmadan edemez. Barok tarzla Rönesans’a değindiyse, sizi çok beğenmiş demektir” diyerek gülümsedi. Ne yapsın, şaşkınlığımı, üzüntümü, olanları hafifletmeye çalışıyordu. Ağladığımın farkında değilim tabii, yüzüm gözüm kaymış, makyajım akmış… Kolumdan tuttu şefkatle, “Gelin yüzünüzü yıkayalım” dedi. O esnada Bengü yanımızda belirdi, “Mahalle yanarken saç tarayanı da görecekmişiz” dedi. İnan içim yandı. Kadının en büyük düşmanı yine kadındır, sözünü bir kadın daha doğruladı. “Hanımefendi ağzınızdan çıkanı kulağınız duyuyor mu?” dedim. Bu, tam cevap verecekken, İsmail Bey “Yeter artık, saçmalama! diye bağırdı. Sesine Hüsamettin ayıldı. “Hayrola İsmail, sorun ne?” dedi. Sorusunun cevabını almadan “göze miiiii geldiiiiik, ahhh sen mi unuttuuun…” diye, yeni bir şarkıya geçti. Ayağa kalkmaya çalışırken önündeki masaya çarptı, sendeleyip geri yerine çöktü. Masa devrildi, üzerindeki bardak, çanak parçalandı. Bengü söylenerek, ağlayarak içeri gitti.
Ben artık gideyim, dediğimde Hüsamettin masasından “ben seni bırakırım” diye seslendi. Sanırım öyle dedi. O kadar içmişti ki; kelimeler ağzında uzuyor, kısalıyordu. “Beeennnn” diye uzatarak başladığı cümlesini, “siz bırakm!” diye kuşa çevirmişti. Çıkardığı rezillikten sonra ne münasebet… Hangi ara samimi olmuştuk, bu hangi ara bu eve gelmişti, adamı niye dövmüştü… “İstemez” diyerek kestirip attım.
İsmail Bey, “sizi bu halde taksiye bindiremem, ben siz bırakırım” dedi. Başımla onayladım.
Çıkmadan önce, tuvalete gidip elimi yüzümü yıkadım. Sanıyorum yan taraf yatak odasıydı. Bengü delirmiş gibi bağırarak konuşuyordu. “Bu kadar insan varken o kadını evine bırakmak sana mı kaldı? Kadın eve bomba gibi düştü, her yeri ayrı oynuyor… niye çağırdın…” İsmail Bey “haksızlık ediyorsun” deyip duruyordu. Kimsenin huzurunu bozmaya gerek yok diye düşünerek, çantamı alıp, kimseye görünmeden evden dışarı çıktım.
Hafif esinti ve hanımeli kokuları iyi gelmişti. Beğendiğim evin yanından geçerken, yine bahçe duvarından boylanıp, etrafına baktım. Ev, iki ağaç, güller, kadife çiçekleri… sanki bana gülümsüyorlar, ışıldıyorlardı. Ay, nasıl güzel parlıyordu. Biraz önce yaşanan karmaşanın, patırtının üzeri örtülmüş gibi, huzur vardı sokakta. Birden, yalnızlığımı hatırladım. Huzur, hüzünle karıştı.
Taksi için meydana inmem gerekiyordu, acelem yoktu… Bir el omuzuma dokundu. Geriye döndüm, yaklaştım, başımı göğsüne yasladım…