Mahallenin kadınları, bol ağaçlı mezarlığın gölgelik duvar dibinde sohbet ediyorlardı.
“Kaynanam gece tuvalete kalkarken ayağı kilime takılmış, kıçının üstüne düşmüş.”
“Aman ne diyorsun? Sekseninde kadın. Allah vere de bir şey olmaya.”
“Suna teyzenin kıçı maşallah değirmen taşı. Bir şeycik olmaz!”
Meryem gülmekten bir şey diyemedi. Ayşe dirseği ile dürttü. “Sus kız ayıptır.”
Meryem böyleydi. Birinin düştüğünü gördü mü, duydu mu gülerdi. Kendi de düşse gülerdi.
Kadınlardan biri “Bir haftadır ölen yok. Cenaze yokken mahalle ne güzel” dedi.
Mezarlığın önündeki boş arsada çocuklar top oynuyordu. Top dürtüldükçe ortalık toz oldu. Toz bulutu ta kadınların oraya kadar büyüdü. Hepsi öksürdü. Olsun çocuklar ne güzel eğleniyordu. Ses etmediler.
Süleyman’ın ayağında kış için alınan iki numara büyük yeni botları vardı. Koştururken birden durdu siyah botlarına baktı, toza belenmişti. Eğilip eliyle sildi. Sağ ayağının topuğu acıyordu, çorap giymemişti. Aksayarak oyundan çıkıp kurumuş çimlere oturdu. Ayakkabısını çıkardı, topuğunun arkası yara olmuştu. Cebinden çıkardığı kâğıt peçeteyle ayakkabının içini sildi. Allahtan kan yoktu. Hâlâ yeniydi. Annesinin yanına gitti.
“Anahtarı ver. Eve gidip spor ayakkabılarımı giyeceğim.”
Bir ayağı çıplak, eve doğru koştu. Anahtarı iki kere kilide ters soktu. Nihayet üçüncüde kapıyı açtı. Banyoya gitti. Ayaklarını yıkadı, kuruladı, çoraplarını giydi. Botlarını silmek için yer bezini aldı. Bezle olacak iş miydi? Canı sıkıldı. Banyoya götürdü. İçlerine su kaçırmadan lavaboda yıkadı. İşte ilk alındıkları gibi gıcır gıcırdı. Keyfi yerine geldi. Siyahı nasıl da parlaktı, bağcıkların uçlarındaki iki küçük demir ne de gösterişliydi. Kutusu duruyordu. Botlarını kutuya yerleştirdi, kapağı kapatmadan biraz daha izledi. Spor ayakkabılarını giydi, “Oh! Artık golleri sıralarım” dedi.
Kaleci Himmet bir taraftan da spikerlik yapıyordu. “Olamaz böyle bir şey, Salah korkunç bir şut çekti. Muslera topu havada kaptı! Şimdi top İbrahimoviç’te. Aman Allah’ım! İbrahimoviç fırtına gibi gidiyor. Durun bir dakika. Karşısına Muhammet Salah çıktı. Salah! Salah topu fırlattı. Messi! Messi topu Ronaldo’ya verdi. Evet, Ronaldo hızla kaleye doğru yöneldi! Veee…”
Süleyman fırtına gibi koşuyordu. İlk golünü attı.
Top neredeyse başka ayak görmüyordu. Yine topu o kaptı. Kaleye doğru koşuyordu. Ayağı takıldı. Yüz üstü çakıldı.
Çocuklar bu düşüşe itiraz ettiler;
“Ronaldo! Kendini top mu sandın? Yerde ne işin var?”
“Mızıkçı! Gol atamayacağını anlayınca kendini yere attı.”
“Oğlum penaltı var.”
“Geri zekâlı! Kendi düştü, ne penaltısı!”
Himmet, numara yapan Süleyman’ı kaldırmak için yere çömeldi. Kanı gördü.
“Meryem ablaaa,”
Uzaktan oğlanın düştüğünü gören Meryem gülerek geliyordu.
“Kuzum?”
Kanı gördü.
Gülüşü söndü. Dövünmeye başladı. Kadınlar başlarına toplandı. Meryem’i kenara ittiler. Süleyman’ı çevirdiler. Alnından yanağına kan sızıyordu.
“Korkma kız! Azıcık kanamış.”
Kalbini dinlediler, ince bileklerini yokladılar. Bir şey atmıyordu.
Bakkal Mustafa, Süleyman’ın henüz katılaşmamış bedenini kucağına aldı. Oğlan bir kuş gibiydi. “Can çekilince beden hafifliyor mu?” Evde oğlanı yatağına yatırdı. Ayakkabılarını çıkardı. Banyodan beyaz bir havlu aldı, ıslattı. Havluyla oğlanın yüzünü, sildi. “Beyaz bir çarşaf getirin” dedi. Ayşe yatak odasına gitti. Dolabı açtı. Hepsi de çiçek desenli rengârenk üç çift yatak takımı vardı. Beyaz çarşaf bulamadı. Bitişik evde oturuyordu. Tek beyaz çarşafı gerdek gecesi döşeğine serilendi. O gecenin sabahında yıkamış, kurutmuş; ütülemiş, katlamış kaldırmıştı. Eve gitti. Çarşafı dolabın üst gözünden çıkartıp aceleyle getirdi. Mustafa beyaz çarşafı Süleyman’ın üzerine örttü. Yasin okunmaya başlandı. Botları kutudan çıkartılıp kapının önüne kondu.
Bir elinde babadan kalma Kuran’ı diğerinde bir bidon, mezarlığa gitmek için evden çıktı. Geçen yıl çocukların top oynadıkları boş arsaya sekiz katlı bir bina yapıldı. Kaba inşaatı bitmişti. Önünde her gün tam bu noktada durdu. Uzun uzun baktı. Etrafından bir tur attı. “Bir yıl önce niye burada dikilmiyordun? Çocuklar burada top oynanmazdı, Süleyman!” sustu. Hışımla toprağı topuklarıyla dövdü. Hem binaya hem toprağa “Adam mısınız be! Uğursuzlar” dedi. Yürüdü. Aklına bir şey geldi. Geri döndü. Binaya baktı. “Sen bilirsin. Sendeki evlerde kaç çocuk büyüyecek, kaçı büyümeden ölecek?” Ağzındaki tükürüğü toplayıp hışımla binanın yüzüne tükürdü.
Hava sıcaktı. Mezarlığın önündeki çeşmenin yanında durdu. Kuran’ı çeşmenin üstüne koydu. Atkuyruğu topladığı saçlarından lastik tokasını çıkarıp bileğine geçirdi. Ellerini ıslatıp saçlarını sıvadı. Tokayı yeniden taktı. Boynunu, ensesini ıslattı. Yüzüne üç kez su vurdu. Ferahladı. Uyandığından beri içinde tarifsiz bir his vardı. Kuran’ı aldı. Bidonu doldurmayı yine unuttu. Mezara varınca hatırlayacaktı. Mezarlığa girdi.
“Anne!”
Bazen sesini duyar gibi oluyordu.
“Annen ölsün yanına gelsin Süleyman’ım” dedi. Bidonu doldurmadığını fark etti.
“Anne!”
Ses kolay unutulmuyordu. Bidonu aldı yürüdü.
“Anne!”
“Anne!”
Döndü. Ordaydı. Altın sarısı saçları, bal rengi gözleri, eli, kolu, bacakları… Ordaydı. Hayalse de çabuk kaybolmasın istedi. Yavaş yavaş yaklaştı. Elini uzattı. Koluna parmağının ucuyla dokundu. Gitmedi. Gerçek miydi? Yavaşça omuzundan tuttu.
“Anne.”
Sarıldı. Sıktı. Bıraktı. Sıktı. Oğlan “sıkıldım” dedi. Bıraktı. Mezarın taşına oturdular. Elini tuttu. Düş değildi. Üzerinde milli takım forması vardı. Dolabın en üst rafında saklamıştı. Nasıl aldı? Boş verdi. Oğlu yanındaydı. Süleyman başını omzuna yasladı. Kolunu arkasında geçirip kucakladı. Düş değildi. Kaşı, gözü, eli, ayağı her şeyi tamamdı. Saçlarını öptü. Kokusu yoktu. Niye? Boş verdi. Oğlu yanındaydı.
“Anne susadım.”
Sağına soluna bakındı. Bidonu heyecandan nereye düşürmüştü? İşte, orda! Murtaza’nın mezarının yanında. Bidonu aldı. Çeşmeye gitti. Kuran’ı nereye koymuştu. Telaşlandı. O Yüce Allah kızarsa, Süleyman’ı gene alırsa! Korktu. Bidonu bırakıp geri döndü. Çok şükür yerde değil, mezar taşının üstünde… Rahatladı. Tekrar çeşmeye gitti. Bidonu aldı. Kuran yukardaydı ya Süleyman! Telaşlandı. Bidonu kenara attı. Koştu.
“Anne su.”
Rahatladı. Çeşmeye döndü. Bidonu musluğa dayayıp doldurdu. Mezara gitti. Süleyman yoktu. Demek ki sadece bir düştü. Mezar taşına oturdu, ağlamaya başladı.
“Anne su?”
Demek ki gitmedi!
“Al kuzum.”
Oğlan, “Benim yerime sen iç. Susuzluğum geçer” dedi.
Kafası karıştı. Boş verdi. Oğlu yanındaydı. Bidonu ağzına dayadı…
Hava karardı. Süleyman “Sen şimdi eve git. Ben uyuyacağım ama gündüz canım sıkılıyor” dedi.
“Gidemem!!”
Oğlan ısrar etti. Gece yarısı eve gitti.
Hava aydınlandı, evden çıktı. Elinde içi dolu büyük bir bez çanta vardı. Ve Kuran. Arsaya gitti. Her günkü dikildiği yerde durmadı. Binaya baktı “Süleyman döndü” dedi. Toprağı ayağı ile dürttü. Uyandırdı. “Süleyman döndü.”
Tıka basa dolu kocaman bez çantayı yere bıraktı. İçinden üç patates çuvalı çıkartıp yere attı. Binanın giriş katına girdi. İnşaat halindeki bina tıpkı onun gibiydi. Yalnızca dört duvardan ibaret bir iskelet. Gri beton ruhu gibi ne temizdi ne kirli. Yalnızdı. Bina sanki sağırdı, bağırdı. “Heeeyyy Süleyman döndü. Aslında senin tek suçun vaktinden çok geç buraya dikilmendi. Büyük suç şu şerefsiz arsanın! Çocukların üzerinde tepinmesini istemiyordu” dedi. Çok oyalanmıştı. Etrafa bakındı. Düşündüğü gibi bolca tahta vardı. Kapı boşluğunun oradaki sac da işini görürdü. Malzemeleri bir araya topladı. Dışarı gitti. Boş çuvalları aldı. Malzemeleri doldurdu. İki uzun tahta açıkta kaldı. Çuvalları dışarı taşıdı. Etrafa bakındı, o saatte kimse uyanmazdı. “İki seferde taşırım” dedi.
İki çuvalı sırtladı.
Vardığında Süleyman yoktu, elbet uyuyordu. Çuvalları bıraktı. Mezarlıktan çıktı. Çok susamıştı, çeşmenin yanında durdu. Yok! Durulacak zaman mıydı? Daha çok iş vardı. Arsaya doğru koşar adım gitti. Üçüncü çuvalı sırtına aldı. Sağ eline bez çantayı. Kuran? Onu çantaya koymuştu. Aklı iki uzun tahtada kaldı. Bez çantayı yeniden bıraktı. Çuvalı sırtından indirse geri sırtlaması zordu. Yorgundu. Çuval sırtında binaya girdi. Sağ dizini kırdı, çömeldi. İki tahtayı üst üste koydu, koltuğunun altına yerleştirdi. Dışarı çıktı. Tahtalar düştü düşecek. Kolunu iyice bastırdı, tahtaları sıkıştırdığı sağ kolunu gevşetmeden elini çantaya uzattı. Aldı. Arsadan çıkmadan hınçla yere tükürdü.
Süleyman uyanmıştı.
“Bunlar ne?”
“Süleyman’ım şu boş yer var ya, oraya kulübe yapacağım.”
Çantadan geniş uçlu küçük bir dövme çelik keser çıkardı. Ardından şerit metre… Ölçtü, biçti. Genişliği yüz on santim, uzunluğu iki yüz santim alanın iki uzun bir kısa kenarlarını otuz kırk santim derinliğinde kazdı. Çuvalları boşalttı. Tahtaları, eştiği çukurlara yan yana dizdi. Sabitlemek için keserin tersiyle vurdu. İkinci vuruşta keser tahtayı tutan eline indi. Acıdı. Elini salladı, sanki acı toprağa akacaktı. Akmadı. Süleyman’a baktı acıyı unuttu. “Acemi marangozun talaşı tahtasından çok olur” dedi. Tahtaları toprağa sabitledi. Süleyman’ın durduğu yere geçti. Elini oğlanın omzuna koydu.” Fena olmadı” dedi. Omuz elin altındaydı. Gerçekti. Sacı dizdiği odunların üstüne örttü.
“Süleyman kulübemize gir bak.”
Oğlan güldü; “Oraya ancak bir köpek sığar.” Mezarını gösterip “Benim yerim var. Komşu olalım” dedi.
“Eskiden böyle buz gibi konuşmazdı. Sanki uzaylı.” Olsun yanındaydı.
“Tamam. Komşu olalım. Ben kulübemin içine bakayım.”
Emekleyerek içine girdi. Çıktı.
“Kulübem güzelmiş.”
Bez bavulu kulübenin önüne getirip boşalttı. Kuran diğer eşyalarla yere devrildi. Allah canını alsaydı. Utandı, telaşlandı. Öptü başına koydu. Süleyman’ın mezar taşının üstüne bıraktı. Çantadan yere dökülen süpürgeyi, tabureyi, gül suyunu; Süleyman’ın havası kaçmış topunu, arap sabununu, fırçayı kulübeye yerleştirdi. Bu kadar eşyayı iki seferde taşımıştı. Domuz gibi güçlüyken nasıl ölecekti? İyi ki Süleyman geldi.
Süleyman sırtını mezar taşına dayamış oturuyordu. İki güzel bacağını aralamış aradaki otları yoluyordu. Yanına oturdu. Sol kolunu beline doladı. Oğlan gıdıklandı.
“Topunu getirdim, spor ayakkabılarını.”
Süleyman’ın yüzü düştü. “Ben onları giymem.”
Bin pişman oldu. Emekleyerek kulübeye girdi. Spor ayakkabıları aldı. Koşarak mezarlıktan çıktı. Karşıdaki Bakkalın önündeki çöp konteynırına gitti. Kapağını açtı. İçerde tutsak kalmış sinekler leş kokusuyla birlikte yüzüne doğru hücum etti. Ayakkabıları atıp kapağı hemen kapattı. Öğürdü. Çeşmeye koştu. Birkaç kere ağzına su aldı. Çalkalayıp tükürdü. Yüzünü yıkadı. “Demek ki botları getirmedim diye üzüldü.”
Yanına gitti. Süleyman kulübenin önünde oturmuş, iki parmağının arasında tuttuğu papatyayı döndürüyordu. “Sana, daha güzel botlar alayım mı?” dedi. Süleyman yerden kalkıp boynuna atıldı. Çok şükür oğlu yanındaydı.
Temizlik malzemelerini kulübeden çıkarttı. Baştan niye koymuştu ki? Mezarın etrafını güzelce süpürdü. Mezar taşına arap sabunu döküp taş parlayana kadar fırçaladı. Kiri, pası akıttı. Mezar taşına gül suyunu döktü. Koku yayılınca Süleyman’ın yüzü aydınlandı. En sevdiğiydi. Demek ki kokuyu aldı. Süleyman bir düş değildi. Derin bir ohh çekti. Temizlik bitti. Malzemeleri kulübeye götürdü. Taburesini aldı geldi. Süleyman “Uykum var. Sen gözünü kapat ben yerime gireceğim. Sonra oku” dedi.
Demek ki gidişini görsün istemiyordu. Gözünü kapattı, bir saniye sonra açtı. Süleyman yerine gitmişti. Tabureye oturdu, Kuran’ı mezar taşından aldı. Yasin okumaya başladı. İçi biraz burkuldu. Ama buna da şükür en azından gidip geliyordu. Ya gelmese!
“Tövbe!” dedi.
Süleyman fikrini değiştirdi.
“Okumayı bırak, babamı anlat.”
Oğlanın seveceği hikâyeler uydurdu. Murtaza yanındaki mezarda yatıyordu. Anlatılanları duydu mu? Bu anlatılan kahraman ben miyim dedi mi? Utandı mı? Aklından hep bu sorular geçti. Uzun bir amaaan çekti. Duyarsa duysun. Şimdiye kadar iki çift laf etmedi, istese konuşurdu. Keyfi bilirdi. Süleyman öyle mi? Dinlemeyi bilir, konuşmayı sever…
O günden sonra Murtaza’nın mezar taşını ayda bir yıkadı. Murtaza konuşana, yalvarana kadar Yasin, Fatiha okumadı. Günde bir kez “Allah rahmet eylesin” dedi. O kadar.