Sarhoş

Düğünümüzde içirdiler beni, ama ne içmek… Zaten içmesem atmazdım imzayı. Sırtımı yumruklayıp evden içeri ittiklerinde; belki de sırtıma inen yumrukların etkisiyle bir hata yaptığımı anladım. Feride ayakta, duvağını açmamı bekliyor, karşısında dikildim, duvağı açamadan ağlayarak ayaklarının dibine çöktüm. Bir kadın için nasıl korkunç bir başlangıç. Allah benim belamı versin. Off of! Yüzünü görmek istemedim, duvağını kendi açtı. Kolumdan tutup ayağa kaldırdı, yatağa oturttu. İkimiz o gece saatlerce ağladık.

Ulan senin ne işin var burada! Ulan kaçış yok mu senden! Yıllar sonra beni Çengelköy’de de buldun. Bu meret de dokundu mu ne? Bir iken iki oldunuz. Allahsız! Kaç yaşındasın o göbek atmak, gerdan kıvırmak ne? Vicdansız! Nerdeyse bir saat oldu geldiğimi fark etmedin bile.

Bu kaçıncı şarkı pistten inmedin. Bu pezevenk de bahçeyi düğün alanı gibi süslemiş. Ahşap pist, ağaçlardan sarkan renkli ışıklar, klarnette Hüseyin yavşağı, çengi Nurhayat… Ohhhh değme pavyona taş çıkartırsınız…

Hangi ara tanıştın bu insanlarla çengi! Bu kadar rahat oynuyor, kıvırıyorsun? Sen! Ah sen…Kitapsız, bütün erkekleri ele geçirmeye yemin mi ettin! Senin adına utanıyorum. Kahpe karılar gibi düşmüşsün ortaya, daha fazla rezil etme kendini otur Allah aşkına.

İki tek daha sallarsam, sen de o kalçalarını öyle sallarsan, yüzüne haykıracağım şu basitliğini. Ama duymazsın Nurhayat Güven! Sen bana ezelden beri körsün, sağırsın. Ama eninde sonunda konuşacağız. Dur sen, bana çektirdiğin eziyeti ben de sana çektirecek, içtirdiğin ilk aşk zehrini bu yaşında ben de sana içtireceğim. İç Hüsamettin, sefan olsun, iç koçum… 

Ohh buz gibi, genzimi, tatlı tatlı yaktı şerefsiz. Nasıl da verdin Çınaraltı’nda ağzımın payını. Çok yaşa ki sen de çek benim çektiklerimi. Bak hele, unutmamış da yıllar önce söylediklerimi.  “Bir kerecik sokuldunuz yanıma. O da korkak, ürkek bir köpek yavrusu gibi nişanlandığınızı söylemek için…” Sözlerinden en ağırı, bu cümle oldu. Zilli, aklınca sizli bizli konuşup mesafe koyacak. Sen beni reddetmedin, ben almadım kızım seni! Bilmiyor muydum nişanlandıktan sonra etrafımda niye döndüğünü? Bir sözüme bakardı seni koynuma almak.

Kimi kandırıyorsun oğlum, şu kadın, işte şu! Sıçtı hayatıma. Ne olurdu be kadın, o gün “nişanlanma!” manasına gelecek bir söz, bir bakış, ne bileyim küçük bir aydınlık görseydim yüzünde. Şerefsizin evladıyım çıkarıp atardım o yüzüğü parmağımdan. Bilakis, benden kurtulmanın huzuru vardı yüzünde. Ya da ben öyle yormuştum. Ah kafasızlığım, eşekliğim ne vardı hemen nişanlanacak. Kusura bakma, ben senin gibi insan sarrafı değilim. Yüzündeki o huzurun benden kurtulmanın değil, bana doğru bir adım atma isteğinin işareti olduğunu anlamadım. Affet beni ilk aşkım, iki yabancı olmamız benim suçum. Kendine gel oğlum, ağladığını görecekler…

Yıllar sonra ağzından çıkan sitem dolu bu cümle kalbimi titretti. Ah Nurhayat, “keşke” dedirtti. Kendini kandırma oğlum, kendine gel! Şu kadının gözündeki ışık o zaman da şimdiki gibi yalandı. Hanımefendiciğim, nişanlanacağımı söylediğim an yüzünde beliren, sonrasında her karşılaşmamızda yanan o ışık; yıldırımdı, şimşekti. Alışmıştın tabii etrafında pervane olmama. Seninki o hayranlığı yitirmenin telaşı, boşalmasıydı… Nişanlandıktan sonra sürekli karşıma çıkmalarından anlamadım mı? Şu halin gibi sahteydi o hallerin de.

Şurada birkaç yılın var. Sonra kim bakar yüzüne. İsmail mi? Güzelim, çok beklersin. Şu halinden anlıyorum ki, seni hiçbir erkek mutlu edemez. Seninkine yetişecek enerji, zekâ hangi erkekte bulunur.

Yıllar geçti, çok değişmişsin, ama bizim aksimize zaman; hava, su gibi yaramış sana. Maşallah! Ne diyeyim, Allah daha iyi etsin. Keşke beni biraz olsun sevseydin. Seni de gömeceğim tarihe, rakıyı da. Bu geceden sonra içmeyeceğim. İçmem. Sevmem!

Ulan her şeyim dört dörtlüktü. Varlıklı, itibar gören bir ailem vardı. İyi bir eğitim alıyordum. Yakışıklı olduğum söylenirdi. Siktir et söylenenleri, ulan Koca Mustafa Paşa’nın Alain Delon’uydum. Sigara dışında kötü bir alışkanlığım mı vardı? O zıkkımı sen de içiyorsun. Ama bu geceden sonra tütüne de elveda. En yakınındaki kızlardan ahlaksız teklifler alıyordum. Anasını satayım ne aşkmış. Ulan o kızların hepsini sıraya dizip… Bir tek sen! Sen beni görmüyordun. Bu ne acı bir tecrübeydi sen bilemezsin. Aradığın neydi, bende niye bulamadın?

Bu yaşta, bunca zaman sonra dahi hâlâ kalbimi titretiyorsun. Kalbin kurusun! Bu akasya ağacının arkasına küçük, korkak bir ergen gibi saklanmak da ne. Ulan şerefsiz iki çocuk babası elli beşinde bir erkeğe hiç konuşmadan, bakmadan, dokunmadan tüm bunları nasıl yapıyorsun?

Çınaraltı’nda beni gördüğün halinden, o hırçın tavrından belki, o da bu karşılaşmadan heyecan duydu dedim. Karşımda göbek atan, gamsız, müziğin etkisi ile coşmuş bu kadını görünce anlıyorum ki, yanılmışım. Sen kimseye yar olmazsın. Ben nişanlandıktan sonra karşıma çıkmalarının nedeni de gayet açıktı; sana duyduğum, gösterdiğim hayranlığı, tutkuyu geri istiyordun. Haklıydın tabii prensesim. Beş yıl dokuz ay boyunca sana köle olmuş birinin kendi kendini azat etmesi, en hafif tabiri ile hayırsızlık, küstahlık değil de neydi. 

Ah Nurhayat Güven beni hiç önemsemedin! Akif’in Tatlı Bahçesi’nde karşılaştığımız o gün beni tanımadın. Ulan bir sapık, ahlaksız bir tacizci gibi dakikalarca baktım yüzüne. Hatırlamadın!

Bak itiraf ediyorum, Allahtan başka kimseye verilecek hesabım yok. Sen evlendikten sonra da gizli gizli takibe devam ettim. Eski karım Feride biliyordu bunu. Allah için sabırlı, anlayışlı insandı; başta yüzüme vurmadı. O kadınların hasıydı, çocuklarımın anası, başımın tacı… Ama yürümedi işte. Ulan ilk gençliğimde verdin zehiri kalbime, benden adam olur mu? Çok çile çektirdim Feride’me. Ne çekti kadın be! Bu köpek ne yaptı biliyor musun? Düğünümüzde içirdiler beni, ama ne içmek… Zaten içmesem atmazdım imzayı. Sırtımı yumruklayıp evden içeri ittiklerinde; belki de sırtıma inen yumrukların etkisiyle bir hata yaptığımı anladım. Feride ayakta, duvağını açmamı bekliyor, karşısında dikildim, duvağı açamadan ağlayarak ayaklarının dibine çöktüm. Bir kadın için nasıl korkunç bir başlangıç. Allah benim belamı versin. Off of! Yüzünü görmek istemedim, duvağını kendi açtı. Kolumdan tutup ayağa kaldırdı, yatağa oturttu. İkimiz o gece saatlerce ağladık.

Bu konuyu çok konuşmadık ama, Feride ile bu gizli aşkı senelerce birlikte taşıdık. Bu kadeh de çocuklarımın anasının şerefine. Bizi birbirimize yaklaştırmayan, ama sırdaş yapan bu nahletlik duygu en çok Feride’yi ezdi. Hüsamettin “keskin kılıç” demek biliyor musun? Kalbine hükmü geçemeyen, senin gibi bir çengiyle bilenen bir Hüsamettin. 

– Hüsamettin hoş geldin dostum. Yahu nerde kaldın? Akşamı yarıladık.

– Bizim kız aradı, annesi ile kavga etmiş. Onunlaydım.

– İyi mi şimdi?

– Genç işte. Hüseyin de ne çalıyor ama.

– Efendiiim. Oğlum sesli konuş duymuyorum.

– Hüseyin diyorum Hüseyin! Coşturmuş herkesi, hanımefendi ne güzel oynuyor. Nurhayat’la tanıştınız ha.

– Nurhayat Hanım, mahallenin bir tanesi.

– Öyledir tabiii!

– Sen nerden tanıyorsun?

– Koca Mustafa Paşa’dan. Çak çak şerefeeee. Oğlum, uzun hikâye… Bengü yengem en sevdiğim şeyleri masama getirdi. Rakım da var, ohh miiss… Sen misafirlerinle ilgilen, ben köşemde demlenirim.

Mahallenin bir tanesi! Maşallah Çengelköy’ü de ele geçirmişsin, sana helal olsun. Madalya takalım. Ulan sana kim kayıtsız kalabilir ki? İsmail’i ne ara tanıdın. Gerçi tanışmasanız şaşardım.

Ne enerjin var Nurhayat Hanım? Sen, böyle oynamayı bilir miydin? Bilmediğim daha ne marifetlerin var? Maşallah, zaman seni kabuğundan söküp atmış. Sallarsın o kalçaları tabii, dünya umurunda mı? Bana mıydı kastın, düşmanlığın? Tam beş yıl dokuz ay peşinden koştum, yüzüme bakmadın. Zalim! Yıllar sonra karşılaştık, yine elinde kırbacın… Ulan sende o numaralar da vardır ha! Tövbe haşa, beni nasıl konuşturuyorsun… Keşke karşılaşmasaydık! Benim için bir hayalken, canlanıp yeniden ağzıma sıçtın.

İsmail sana abayı mı yaktı? Şaşırmam.  Zeki, cin gibidir hergele. Asıl seni fark etmese şaşardım. Seni fark etmeyecek erkek ya aptaldır yahut ruhsuz. Beni de o gruba soktun, teveccühün… Seni sevmeyeeenn ölsüüüün, öl-sün!…

Umurunda mı ezip geçtiğin bu fakiiirr! Salla kalçanı, savur, ez kalbimi bir uldozer, duldozer, vay anasını çok içmişimm, buldozer gibi. Eveeet buldozer! Siz beğenmezsiniz bu iltifatları. Amaaa bir mühendisin romantizmi de bu kadar işte… Tabii İsmail mimar; estetikten, güzellikten anlar. Emin ol Çengelköy’e geldiğin ilk gün almıştır kokunu. Bengü’ye bak, senin gibi olmasa da sanat eseri gibi kız. Hoppaaa bütün güzeller İsmail’e…

Maşallah ellisindesin, ama ruhun on sekizinde kız gibi… Çocuğun olmadığından belki de. Gerçi bu işler mizaçla alakalı. Bak, Feride doğuştan orta yaşlı bir kadın. Hey gidi, ne günlerdi bee. Aynı mahallenin gençleri, çocuklarıydık. Tabii ben sizden büyük olduğumdan, hepinizin çocukluğuna bir nevi şahitlik ettim. O, küçükken de öyleydi. Ben yirmilerindeyken o, on yaşındaydı. Yanından geçerken ciddileşirdim. Çocuk gibi değil de annesinin kız kardeşi gibiydi.

Ellisinde kadın böyle oynar mı ya? O gerdan kıvırmalar, göbek atmalar…

Nihayet yoruldun Nurhayat Güven! Ohhh yaraasııın bir kadeh daha yuvarla. Hüseyin yavşağı aldı kokunu. Eline tükürdüğüm, rakına buz koymak için nasıl kaptı buz kabını.  Ah Hüseyin! Her zamanki ucuz numaraların. Pezevenk, bu kadın yer mi o numaraları. Bu şerefsiz kırk-kırk beş yaşlarında, üstelik neredeyse çocuk denecek yaşta kızlarla çıkar. Nasıl da etrafında pervane… Ellisinde böyle olmak gerçek bir mucize.

Ooo Bengü’nün bakışları tehlikeli. Belli ki ayar olmuş sana. Ayağını denk al derim. Bengü kimseye benzemez. İsmail’i elinde tutmak için seni çiğ çiğ yer. Ne yapsın, oturup benim gibi izlesin mi! Bir kenara yaz bunu, bu eve hatta bu semte son gelişin. Tabii kafene müdahale edemez, ama bu sokağa girmen; işte o zor biraz.

Kaçırma bakışlarını benden, gördün beni, niye yüzüme bakmıyorsun? Benim kalbimin esaretinin aksine, seninki bir kelebek gibi hür. Korkarım, bana seni hep böyle kenardan, köşeden, kuytudan izlemek düşecek.

Ne güzel çalıyor pezevenk, çok kral adam…

“Bu ne sevgi ah bu ne ıstırap zavallı kalbim ne kadar harap…”

Şerefine Hüseyiiiinn!