Perdeleri açın, güneş doğdu. Son sözleri bu olmuştu. Karın, fırtınanın olduğu o soğuk günde son sözlerinin “Perdeleri açın, güneş doğdu” olması, şüphesiz güneşli bir yere gitmek üzere yola çıktığını gösteriyordu. Cennete gidecekti. Belki varmıştır.
Bu son cümleden sonra, gözleri bir süre yatağının karşısındaki pencereye takılı kaldı. Birkaç dakika sonra kapandılar. Babam Kur’an okumayı bıraktı, ayna getirip yüzüne tuttu, ayna buğulanmadı. Mekânı cennet olsun, dedi.
Annem, ninemin hafif kıvrık sağ bacağını düzelti, ellerini gövdesinin iki yanına güzelce yerleştirdi; çenesini ve ayaklarını bağladı, beyaz çarşafı üzerine örttü… Odadan çıktılar, biz son kez yalnız kaldık. Örtüyü hafifçe araladım, sanki gülümsüyordu! Evin içinde belli belirsiz bir esinti oldu, bir aydınlık… Hâlâ burada, diye düşündüm. Annemin ayak seslerini duyunca, hemen çarşafı kapattım. Definden sonra çok düşündüm, ruhu hâlâ odadayken bir iki söz söylemedim, “Güle güle ninecim” demedim diye üzüldüm.
Onun zamansız yolculuğuna hiç hazır değildim, kızgındım, incinmiştim… Duygularım kimsenin umurunda değildi. Beni dikkate alan tek kişi, dönüşü olmayan uzun bir yolculuğa çıkmıştı. Kalanların dikkatini çekeceğim yaşlara çok vardı. Yatağıma koştum; yorganı kafama çektim. Onun gibi ellerimi ve bacaklarımı muntazaman uzattım, gözlerimi sıkıca yumdum. Henüz evde olduğunu düşündüğüm ruhunu yakalamaya çalıştım… O kadar çabuk mu gidilirdi, uzun uzun ağladım.
Hazırlıklar başlamıştı. Annem Kur’anı en içli okuyan, cenaze evlerinin baş tacı Nadide teyzeyi telefonla aradı. Gizli bir şey duyuyormuş gibi sesini alçaltarak “tamam” dedi, telefonu kapattı. Sanki ninem ölmemiş gibi kıkırdıyordu. Mutfaktaydık, Başını uzatıp gelen var mı diye kapıyı kontrol etti. “Boy abdesti yokmuş, su dökünüp gelecekmiş”, dedi. Babam da gülmeye başladı “Bu saatte ne boy abdesti, Bekir abi hiç boş durmuyor” dedi. Gülüştüler.
Ninem bu konuşmaları duyar, üzülür, babama sütünü helal etmez diye tedirginlikleri yoktu, utanmaları da… Güya ninemi çok seviyorlardı, ağızdan çıkan her sözün gönülden gelmediğini o an anladım.
Evdeki eksiklikleri tespit edip, listelediler. Alışverişi yapmak için kimi görevlendireceklerini kararlaştırdılar. Şehir dışından gelenleri hangi odada, nerede yatıracaklarını konuştular…
Haber yayılınca büyük bir kalabalık evde toplandı, ninemin ne çok seveni vardı. Benim kadar olmasa da bazıları ağlıyordu. Yalnız değilim diye sevindim. Taziye için gelenlere sofralar kuruldu, her şeyi silip süpürdüler. Üstelik ağlayanlar diğerlerinden daha çok ve iştahla yiyorlardı. Yalnızdım, yapayalnızdım! Ben acıma sadık kaldım ve yemek yemeyi reddettim. Demek bir tek ben üzülüyordum gidişine, bunu fark ettiğimde daha çok ağladım.
En son ninemin ahretliği geldi. Sanki birdenbire yirmi yaş birden yaşlanmıştı. Saçı başı dağınıktı, normalde çok tertipli kadındı. Ağlamıyordu ama tüm bedeni, hatta bastonu bile titriyordu. Onca kalabalığın içinde benim yüzümdeki şaşkınlık bir tek onun yüzünde vardı. Ölmesi imkânsız olan ninem ölmüştü! O kalabalığın bunun farkında olmaması, o kadar şuursuz olmaları anlaşılır gibi değildi. Her zaman başının tülbendini çok özenli bağlardı, o gün başına öylesine atmıştı. O da benim gibi perişandı, beyaz saçlarını saklamanın artık gereği olmadığını düşünüyordu. Haklıydı. Zor ayakta duruyordu. Zaten yıllardır iki büklüm, ağır aksak yürüyordu. Ninemden yaşça küçüktü ama ondan çok daha yaşlıydı. Annem içeri girmesi için ısrar ettiyse de büyük salonda toplanan kadınların arasına katılmadı, küçük damın eşiğine oturdu. Benim için olduğu kadar onun için de çok zor bir gündü. O tutunduğu son dostunu, bense tutunduğum ilk dostumu kaybetmiştim.
Susamış gibi sürekli diliyle dudağını yalıyor, beyaz, buruşuk mendiliyle burnunu siliyordu. Burnundaki su ağzına aksa susuzluğu geçer diye düşündüm. Hem tiksindim, hem her zamanki saçma fikirlerden birini düşündüğüm için kendimden utandım. Böyle düşüncelerin zamanı mıydı, benim ninem ölmüştü! Bir bardak su götürdüm. Ölmüşlerinin canına değsin, dedi. Yeni susmuşken tekrar hüngür hüngür ağladım. Ya ninem susadıysa, günde en az iki litre su içerdi!
Kolumdan çekiştirip, beni yanına oturttu. Ninem, benim diğer tarafa ilk yolcum, yaşını hesaba katınca, ahretliğinin son yolcusuydu. Sanki dilini yutmuştu, muhtemelen sıranın kendisine geldiğini düşünüyor, korkuyordu. İkimiz de yere bakıyorduk. Ben iç çekiyordum o yalnızca vah vah diyordu. Sessizliğimizi mutfaktan gelen eniştem bozdu, elindeki dürüme bakıp, “Yeşil soğan olsa kavurmayla ne güzel giderdi” dedi. Normalde çok saygılı davranırdım ama birden “Boğazında kalsın enişte!” diye bağırdım, sadece ağlamıyor olduğum yerde tepiniyordum. Eniştem küçük bir kahkaha attı, utanmadan “Kız, insan bu yaşta ölen birine hiç bu kadar üzülür mü?” dedi. O ana kadar ağzına da gözüne de kilit vurulmuş gibi konuşmayan, ağlamayan ahretlik eniştemin gözünün içine öfkeyle baktı, “Yaşlıları gömmeye herkes pek hevesli” dedi. Eniştem özürler diliyordu ama o duymuyordu. Ağıt yakıyor, gözlerinden yaş fışkırıyordu…
Kontrolsüz ağlama nöbetlerim üç gün sürdü. Yemedim, içmedim. Dördüncü günün sabahı midemin gurultusuyla uyandım. Bütün benliğim ninemi geri isterken, midem, konuklara ikram için kesilen dananın kavurmasını istiyordu. Hatta o anki yeme isteğim bildiğim acı tatlı tüm duyguları bastırmıştı. O gün de geleceklere ikram için, erkenden yemek yapılmaya başlanmıştı. “Bunlar ne iğrenç adetler, ninecim toprağın altına gömülmüş ama ev bayram yeri gibi yemek kokuyor, çok ayıp! Çok ayıp” diye bağırıyor, ağlıyordum. Sesimi duyan annem odama geldi, elinde arasına kaşar peyniri konulmuş simit vardı. Ağzındaki lokmayı yuttu, “Tamam kuzum, tamam! Sana artık yemek ye, diye ısrar etmeyeceğim. Acıkınca yersin” dedi ve gitti. Oysa ısrar etseydi, ya da üç gündür tekrarladığı gibi sağlığımı öne sürüp beni zorlasaydı, elindeki simidi zorla ağzıma tıksaydı yemeğe hazırdım. Ninem olsa beni anlardı. Olacak gibi değildi gene kavurma pişiriliyordu, mis gibi kokusu tüm evi sarmıştı. Gözümün önünden ninemin nur yüzü yavaş yavaş siliniyor, üç gündür tabaklara tepeleme doldurulup servisi yapılan kavurmalar geçiyordu. Mantıklı olmalıydım, acımı sağlıklı yaşayabilmek, yalnızca ninemi düşünmek için bedenime iyi bakmalıydım… Kararımı verdiğim an yerimden fırladım, koşarak mutfağa gidip patlayacağımı hissedene kadar yedim.
Bir ay geçmişti, ama ben ninemi, en iyi dostumu çok özlüyordum. Yemek yiyordum ama sanki bir su tankeriydim, sürekli ağlıyordum. Herkes normal hayatına dönmüştü, benim acım tazeydi. Sürekli somurtmamdan sıkılan annem “Daha ne kadar yaşayabilirdi, ninen yüz yaşındaydı” dedi. O orta yaşta bir yetişkindi, bilemezdi tabii ninemin dünyadaki geçmişi benden eski de olsa; sevinçlerimiz, kederimiz, savaştan, barıştan anladığımız, küçük şeylere karşı beslediğimiz mucizevi coşkumuz, her şeyimiz aynı yaştaydı. Anlamıyordu işte! Ne ben küçüktüm ne de ninem yaşlıydı.
Ben de çıktığımda ebedi yolculuğuma, kavuşacağız elbette diye teselli bulmaya çalışıyordum. Ancak sık sık anlatılan doğum anımı düşünüp bunun çok uzun zaman sonra gerçekleşeceğine kanaat getiriyor, derin bir özlem duyuyordum. Doğduğum an öldüğümü sanmışlar. Ebenin popoma indirdiği, kıvamında şaplaklara rağmen nefes almamışım. Umudu kestiklerinde beyaz bir çarşafa sarıp annemin çeyiz sandığının üzerine koymuşlar. Birden öyle gürültülü bir kahkaha atmışım ki; ebe beni yeniden kucağına almaya korkmuş. Ninem kucağına almış, yeniden nefesim kesilmiş. Böyle birkaç kez aralıklarla gülmüşüm, ölmüşüm.
Yaşıtlarımdan daha da uzaklaşmıştım, hiçbiri ölümün, ayrılığın, özlemin ne demek olduğunu bilmiyordu. Bu durumum annemi çok endişelendiriyor, onlarla ilişki kurmam için bana neredeyse baskı yapıyordu. Anlamıyordu ki; o küçük çocuklar benim dengim miydi? Ama haklıydı, çok yalnızdım! Ninemin kalbimde açtığı büyük boşluğu ahretliği ile doldurmaya karar verdim. Bazen o bizim bahçeye geliyordu, bazen ben onu ziyarete gidiyordum. Ninemi konuşuyorduk. Bize geldiği günlerde onu ziyaret edeceğim günü kararlaştırıyorduk. Programlı oluşumuzu çok seviyordum, önceden bilgisi olunca kola ve çikolata alıyordu.
Birkaç ay sonra ninem kadar olmasa da onunla da arkadaşlığımı ilerletmiştim. Erkeklerin ne kadar çekilmez olduklarını, kızların hoppalığını, küçük çocukların aptallığını… anlatmaya başlamıştım, tam dost olmak üzereydik ki maalesef ninemin ahretliği de geçen kış, ninemden tam bir yıl sonra öldü. Son sözleri kalben ondan uzaklaşmama neden olmuştu. Ayrıca, geçen seneden bir yaş daha büyüktüm, yaşıtlarımın çocuksu davranışlarına katlanacak kadar olgunlaşmış, oyunlara katılmaya başlamıştım, dünyadaki en önemli kişiyi kaybedince ölümü kabullenmiştim. Bu nedenle ahretliğin ölümünde yıkılmadım.
Gitmeden hemen önce son sözü “çok sıcak, sobaya odun atmayın” olmuş. Bu bana kavrulacağı bir yere gittiğini düşündürttü. Ama ninemin gidişinden sonra bana açtığı kucak için, mutlaka cennette de konaklatıldığını düşünüyorum.