Son haftalarda yaşanan bazı gelişmeler gerek Türkiye’de gerek de dünyada yeniden demokrasinin tartışılmasının önünü açtı. Kraliçe 2. Elizabeth’in ölümü, monarşi-demokrasi-cumhuriyet ilişkisi, Şangay İşbirliği Örgütü toplantısı, İsveç’teki seçimin sonuçları, yükselen aşırı sağ dalgalar… Siz liberal demokrasinin dünyadaki durumunu, gidişatını ve bunun Türkiye’ye yansımalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Programın tamamını izlemek için:
Tarihin çeşitli dönemlerinde çeşitli dalgalar karşımıza çıkar ve bunlar çeşitli nedenler, çeşitli dinamiklerle oluşur. Bunların ekonomik, kültürel, sosyolojik nedenleri bulunur. Bu tür nedenlerin son dönemlerde işaret ettiği en önemli şeylerden bir tanesi Batı demokrasilerinin üretmiş olduğu temel tarihsel ürün ve temel erdem olan liberal demokrasinin bir bunalımla karşı karşıya bulunması. Bu bunalım hem topluluklar arası ve devletler arası ilişkilerden hem her bir ülkenin kendi içindeki dinamiklerden kaynaklanıyor.
Demokrasi kurumunun, temsili demokratik yapıların bunalım geçirdiği bir dönemdeyiz. Bunalımın göstergesi, demokrasi dışı dalga ve arayışlardır.
Bugün üç ayrı seviyede, üç ayrı derinlikte, ancak hepsine ortak anti liberal ve antidemokratik bir rüzgâr esiyor. Bu üç ayrı seviye farklı ülkeleri farklı şekilde kuşatıyor.
Bir yanda bildiğimiz otoriter kapitalist sistemler var. Şangay toplantısı çoğunluğunu bu tür ülkelerin oluşturduğu bir toplantıydı. Örgütün son katılımcılarından başlarsak İran, Hindistan, Pakistan; ana katılımcılarına doğru gidersek Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan gibi ülkelerden oluşuyor. Bunlar temel olarak otoriter düzenle yönetilen ülkeler. Disiplinli-suskun bir toplum, baskıcı bir siyaset ve güç peşinde şekillenen bir devlet anlayışıyla ayrışıyorlar. Otoriter yapıların arkasında toplumsal bir destek var. Bunu sağlayan kimlik faktörü, milliyetçilik, başka bir ifadeyle milli kimlik önemli bir taşıyıcı. Bu çerçevede Batı karşıtlığı ya da Batı’yla kutuplaşma otoriter rejimlerin temel besleyicilerden biri. Nitekim Bir süredir Putin’in, Şangay İş Birliği Örgütünün NATO karşısında bir kutup oluşturması yönünde telkinleri, baskıları var. Ana gidişatında ara rüzgârların da kurumsal düzeyde olmasa bile politik olarak böyle bir yöne gittiğini görüyoruz.
İkinci grup popülist rejimlerin hâkim olduğu ülkeler. Popülist düzenler, çeşitli ülkelerde ve çeşitli kıtalarda, çeşitli blokların içinde karşımıza çıkabiliyorlar. Türkiye bunlardan birisi. Bu ülkelerde siyaset çoğunluğun desteklediği bir lider etrafında şahsileşmiş ve otoriter bir işleyişe sahip. Toplumun bir kesimini asli kabul edip, diğer grubunu bir tür dışlayan, içe de dışa da kutuplaşmacı özellikler içeriyor popülist yapılar. Erdoğan bunun önemli temsilcilerinden biri. Kimi Latin Amerika ülkeleri de öyle. Trump’a da bu idare tarzı yakıştırılıyordu. Ama Avrupa Birliği’nde Macaristan’ın Orban’ı ve Polonya gibi örnekler karşımıza çıkıyor. Bunlar Batı’da ya da Batı’nın çeperinde yer alan ama Batı demokrasisinden sapma yaşayan yapılar. Kimi zaman sapmanın da ötesinde, demokrasi kavramını ve kurumunu da karşılarına alıyorlar. Mesela Orban’ın tanımları liberal demokrasiye karşıt, demokrasinin Hıristiyan demokrasi olarak tanımlanması gerektiğini söyleyen otoriter bir mantığın üstüne oturuyor. Erdoğan Batı değerleri ve evrensel değerlerle çatışan, çoğunlukçu, kendisine has bir demokrasiyi savunuyor.
Anti demokratik rüzgârların estiği üçüncü grup ülke, otoriter ve popülist yapılara karşı olan Batı dünyasında karşımıza çıkıyor. Fransa, Almanya, Avusturya, Hollanda, İtalya, İsveç farklı örnekler. Bu ülkelerde düzen ve toplum, Batı demokrasisinin temel mekanizmalarına sahip çıksa da kendisi otoriter dalgalar üretiyor. Nitekim milli devlet vurgusunun son derece arttığı, çok kültürlülük fikrinin bir tür çöpe atıldığı, kültür savaşlarının tek kültür üstünden değerlendiği ülkeler bunlar. İsveç’te en son yapılan seçimler malum aşırı sağ siyasi partinin bir iki farkla da olsa mecliste çoğunluğu elde ettiğini gösterdi. Almanya yeniden büyük güç olma mesajları veriyor. Güçlü bir merkezi ordu oluşturacağını açıklıyor. Nitekim Batı Türkiye’yle ilişkisini de bu çerçevede kuruyor. Erdoğan’ın demokrasi dışında kalmasını sert bir şekilde eleştirmekle birlikte, Erdoğan’ın üretmiş olduğu otoriter istikrarın, özellikle göçmen konusundaki güvenceleri nedeniyle bir tüketicisi haline gelen bir Batı var. Öyle olduğu oranda da Erdoğan’ın popülist, otoriter politikasının akasında paradoksal olarak kuvvetli bir dış dinamik rüzgârı da devreye girebiliyor.
Böyle bir dünyada yaşıyoruz. Bu dünya bazı karşılaşmaları kaldıramıyor. Büyük göçler, büyük kültürel karşılaşmalar, bu ülkeler tarafından ya da demokratik düzen tarafından taşınamayan bir öyküyü karşımıza çıkarıyor.
Diğer taraftan kapitalist düzenin gelmiş olduğu uç nokta, kendi içinde ürettiği krizler, son enerji krizi, pandemiden sonra yaşanan ve Ukrayna savaşıyla birlikte karşımıza çıkan büyüme krizleri, bu büyüme krizlerine karşılık izlenen enflasyonist politikalar, toplumların çeşitli katmanları arasındaki ayrışmaları daha da derinleştiriyor.
Son dönemde ortaya çıkan kimi hakimiyet kavgaları da bu durumun hem sonucu hem hızlandırıcısı. Ukrayna-Rusya savaşında olduğu gibi, Azerbaycan- Ermenistan çatışmasında olduğu gibi, Çin-Tayvan meselesinde olduğu gibi ya da Türkiye-Yunanistan geriliminde olduğu gibi ön plana çıkan, milliyetçi dalgalar.
Bu, lezzetli bir dünya değil. Bundan sonra da en azından önümüzdeki beş on yıl için de lezzetli olacağı benzemiyor. Çatışmalar, savaşlar, büyük enerji krizi, popülizmin ve milliyetçiliğin hemen her yerde yükselmesi, entegrasyon mekanizmalarını, çok kültürlülük mekanizmalarını çalıştıramayan bir gidişat bizi bekliyor.