Gün geçmiyor ki sosyal medyada birileri linç edilmesin. Kimlik, isimler hiç önemli değil. Bu kimi zaman bir din âlimi, bir düşünür, bir siyâsetçi, bir sanatçı veya bir gazeteci kimi zaman da “yanlış zamanda yanlış yerde” bulunan sıradan insanın kendisi. Hiç kimse dijital ortamda “linç edilmek”ten muaf değil ve her ân herkesin başına gelebilecek bir hâdise.
Dünyada ama bilhassa da Türkiye’de bu “kültür”e bir de “mahalle” faktörü ekleniyor. Mahalle kavrayışımız bizi içi hınç, öfke ve sosyal, hatta varoluşsal intikam duygularıyla dolu bir ateş topuna çeviriyor. Zincirlerimizden boşanmışçasına “öteki” bellediklerimize en yakıcı taarruzu arıyoruz.
Bu bir nevî “yamyamca” (kanibal) dürtüye benziyor. Fakat yalnızca “benzemek”le kalıyor. Gerçekten de antropoloji-etnoloji levhalarında yamyamlık (kanibalizm) çok katmanlı ve “derin” sayılabilecek bir sembolik üzerinden irdelenir. “Güç aktarımı”yla ilgili bir ritüel telakki edilir. Hâlbuki burada felsefî derinliğin kırıntıları dahi yok. Sahne tek başına nefret ve şiddetin.
Bir “sürü” mantığı hâsıl. Sapiens’e içkin bir “sürüyle birlikte hareket etme” sistematiği. Dahası, benim “sürü gözcüleri” olarak adlandırdığım – popüler düzlemde adına “troll” denilen tetikçiler var.
Her mahallede varlık belirtiyorlar ve köşe başlarını tutmuş vaziyetteler. Tetikteler ve avlanmaya hazırlar. En ufak bir kıvılcımı alabildiğine harlamaya, büyütmeye ve olabilecek her yere sıçratmaya meyilliler.
Batı terminolojisinde “cancel culture” şeklinde adlandırılan bu linç kültürü dünyanın her yerinde üç aşağı beş yukarı aynı düşünce ve eylem şablonuna dayanıyor. Şu veya bu biçimli-içerikli “sürü”den ayrılan, sapan, hatta uzaklaşan kim varsa onu sosyal plânda sembolik olarak öldürmek.
Herkes “öteki”ni sembolik olarak öldürmeye razı aslında. Ve şüphesiz ki bunun pek çok sebebi mevcut.
Sosyal büzüşmeler, ekonomik gerileme (ve bu anlamda “mülksüzleşme”), kimliksel aidiyet arayışları, hayatın eziciliğinin psikolojiye menfî etkileri vb. birçok farklı faktör sıralanabilir.
Fakat ilginç ve belirleyici olan şu: Linç fiili çoğunlukla kişinin “bireysel mârifeti”nden ziyâde “mahalle”nin oto-muhafaza dinamiği olarak zuhur ediyor. Meselenin en traji-komik boyutu ise söz konusu “mahalle”lerin hem “kurban” hem de “fail” rollerine baş döndürücü bir hızda bürünebilmesi. Bizzat bunlardan besleniliyor zira.
Antropolog René Girard, şiddetin toplumu (veya “topluluğu/mahalleyi”) birleştiren bir “kutsal” olduğunu anlatır. Toplumun kendi içindeki fay hatlarının, çekişmelerin ve kavgaların “üzerini örten” bir günâh keçisinin (“öteki”nin) tâyin edilmesiyle birlikte bir “rahatlama” vuku bulur.
Yine geçtiğimiz günlerde birlikte söyleştiğim paleo-antropolog Ludovic Slimak’ın sözleri de hâlâ kulaklarımda yankılanır:
“Aykırı olmak, farklı yahut ‘öteki’ olmak Sapiens bağlamında çok tehlikeli. Kolektiften kopanın tepelenme riski çok yüksek. Sosyal medyaya bakmamız yeterli bunun için. İnsanlar birbirlerine neler diyorlar, bakınca hayret ediyorum. Birbirine muazzam şiddet uygulayan kitleler var.”
Her ne kadar şahsen çok bütüncül ve hakikatli bulsam da “linç kültürü” salt antropolojinin penceresinden yorumlanamaz elbette. Dallı-budaklı bir olgu bu.
Mesele Platon’cu (“hikmet yerine kanaatin hükmü”), Darwin’ci (“tehdit algısıyla yoğrulan bir yok olma tehlikesine karşı korunma refleksi”), Freudyen (“kolektif nevrotik arınma”), Jung’cu (“bastırılmış gölgenin ‘öteki’ne projeksiyonu”), Heidegger’ci (“herkesliğin gürültüsü”) ve hatta Foucault’cu (yerleşik iktidar mekanizmalarının birey üzerine kurduğu denetim ve cezalandırma) sürümleriyle de pekâlâ anlamlandırılabilir.
Hangi zaviyeden bakarsak bakalım, can alıcı nokta şu: Günümüzde “dijital giyotin”in adâleti yok.
Başlangıçta sosyal medya mecraları müthiş bir “siyasal demokratikleşme” ivmesiyle eşitlendi. Yeni, çağdaş “agora”ların, kamusal alanların inşâ edildiği ve bunun uzun vâdede demokrasiyi güçlendireceği varsayıldı.
Oysa “demokratikleşme”nin pek çok çehresi var. Klâsik siyasal açılımlarının yanında bir de “kitleselleşme-genelleşme”, “avamlaşma”, “standartlaşma-aynılaşma” vb. açılımları mevzubahis.
Gelinen aşamada öyle zannediyorum ki, sosyal medya esasen bizim şimdiye kadar kendisine bir “ifâde alanı” bulamamış veya çok kısıtlı olarak bulabilmiş “dünyadaki jenerik oluş tarzımız”ı tüm yalınlığıyla demokratikleştirmeye yaradı.
Ne demek istiyorum?
“Biz” ezelden beri, Tarih’in ilk ışıklarından bu yana zaten böyleydik, böyleyiz. Başka bir deyişle, “linç kültürü” ve “öteki” olana dair güttüğümüz “sembolik öldürme dürtüsü” modern bir “anomali” sayılamaz. On binlerce yıllık, kadim bir “davranış kalıbı”nın güncel izdüşümlerini deneyimliyoruz.
Belki sorun teşkil eden, bizim bu “biz”liğimizle olan meşakkatli yüzleşme sürecidir – sürecin kendisidir. Hâlâ ekseriyetle “anonimliğin” – yani kullanışlı bir maskenin, sahte ve sanal bir “persona”nın ardında saklanılsa da arkadaki itki, dürtü – adına ne dersek diyelim – çok gerçek.
Velhâsıl iptal etmeyi, dışlamayı, kurban seçmeyi daima içimizde taşıyorduk. Jürgen Habermas, kamusal alanı akılcı tartışmanın, logos’un mekânı olarak hayâl ettiyse de sosyal medyanın içinden logos yerine, linç çıktı.
Dahası, bu linç kültürü sürekli olarak türlü manipülasyonlarla “rafine” ediliyor.
Videoların kırpılmasından fotoğrafların montajlanmasına, yapay zekâ kullanımından arşiv-kazıcılığa kadar “sürü gözcüleri” vasıtasıyla muazzam bir “sistem” peydahlanıyor.
Kimi zaman itibar suikastı – yani sosyal muhtevalı sembolik öldürme bile “kâfi” gelmiyor. Hedef gösterilmeyi “demir parmaklıklar ardında ıslah”a sevk ettirme istenci ve hatta bazen doğrudan-fiilen dövme, vurma, imha çağrıları izliyor. Kısacası “sembolik” öldürmeden “fizikî” öldürmeye uzanan geniş bir yelpaze serdediliyor.
Ne var ki, bu, aynı zamanda “destekleyici” unsurlar olmaksızın ayakta kalamayacak bir “sistem”.
Mütemadiyen mitoslarla, ideolojilerle, imgelerle kuşatılmaya mecbur ve mahkûm. Çünkü bu öğeler olmaksızın bir “boşluk hâli”ne doğru savrulma kaydedilir ki, bu bir yerde nihilizmdir ve nihilizm bizim “fıtratımızı içten kemirici yegâne kuvvet” olduğundan insanın kendini sonlandırmasıyla eşanlamlı olur. Bu mümkün değil veya çok istisnaî durumlarda mümkün.
“Linç” kelimesi, 18’inci yüzyıl Amerika’sında yapılan yargısız infazlardan doğdu. Adını, toplu cezalandırmalar düzenleyen sözde yargıç Charles Lynch’ten aldı. Bugün ise o “aman ne demokratik” (!) hayatlarımızın ayrılmaz bir bileşeni. Artık hem zoraki tanıkları hem de aktif katılımcılarıyız.
En sert darbeyi alan ise kuşkusuz düşünce ve düşünceyi ifâde özgürlüğümüz.
Düşünenler, düşünmek isteyenler ve düşünme derdinde olanlar için tarifsiz bir felâket. Felâket zira bu insanlar genellikle aykırılar, “öteki” adayları, sürüden “kopanlar” yahut “sapanlar”, “özgün oluş” sahipleri, bireyselliğini yaşayabilenler yahut yaşamak amacındakiler.
Aralarından ruhen anarşizan ve kısmen özgürleşebilmiş-olgunlaşabilmiş olanların hiçbir şey umurunda olmaz. D’Annunzio-vâri bir üslupla “Me ne frego!” (Umrumda değil!) diyebilirler ve devam ederler.
Fakat henüz körpe, büyüme aşamasında ve yerini henüz bulamamış olanlar için (ki burada yaş, sınıf, dil, din, ırk vs. fark etmez) ciddi bir zulümle tanışma evresidir: Oto-sansür.
Düşüncesini – olduğu gibi – nakledemeyen ve bu düşünce faaliyetinin gereklerini yapamayan insandan daha hazini yoktur.
Gerçek şu ki, sürüden kopanlara karşı duyulan öfke, bir çeşit bilinçaltı hayranlığı da ortaya koyar. İçten içe “gıpta” edilir kendi esâret zincirlerinin sınırlandırıcı tabiatı keşfedilir.
Belki de “düğüm” tam olarak buradadır. Belki esasında giyotin “öteki”nin kellesine – sembolik olarak yahut fiilen – yönelmek yerine içimizdeki kadim ama kurgusal ve öğrenilmiş prangaları biçerek onu (oluşumuzu) saflaştırmalıdır.
Özgürlüğe duyduğumuz bilinçli-bilinçsiz özlem, bizi kaçınılmaz biçimde “kendi”mizle hesaplaşmaya götürecektir.
Giyotin, gölgelerimize inmeli. Ta ki güneş ışınları bizi “Hakikat”te yaşatana dek…