Graham Hancock bu konuya kafayı takmış biri. İngiliz gazeteci, yazar ve araştırmacı. Yayınlanmış 12 kitabının konusu “insanlığın kayıp tarihi ve kültürü” üzerine. Ama sadece tarihi değil, aynı zamanda teknolojileri, yaşamları ve sırları üzerine de. Özellikle evrene bakış açılarındaki sırları Graham beyin dikkatle kafa yorduğu konular.
Graham Hancock’un genel argümanı özetle şudur: “İnsanlığın tarih öncesini inceleyen yetkililer bugün bildiğimiz dünyanın gerçek temellerini görmezden geliyor ya da örtbas ediyor. Kasıtlı bir şekilde eksik bilgi aktarılıyor. Atalarımızın kültürü 6.000 yıl öncesinden çok daha eskiye dayanıyor. Bunun aksini söyleyen herkes yalan söylüyor.”
Graham Hancock kendi araştırmalarıyla, tezleriyle / teorileriyle; arkeologlara ve bilim insanlarına, dolayısıyla tarihçilere radikal biçimde meydan okur. Bu yüzden de “sözdebilim (Pseudoscience)” destekçisi yani “sahte bilimci” olarak görülür.
(Graham Hancock’a yöneltilen eleştiriler haksız değildir. Bilim insanların kanıtlayabildiği şeylere karşın çok radikal öneriler yapmaktadır Hancock.)
Graham Hancock bu sefer kitap yazmak yerine kendi bakış açısını daha fazla görsel kaynakla sunabileceği Netflix’te yayınlanan bir belgesel hazırlamış. Kadim Uyarlıklar belgeseli insanlığın tarih öncesini inceleyen akademik kurumları hedef alarak, onların teorilerine kışkırtıcı bir şekilde meydan okuyan bir dizi-belgesel.
Ancient Apocalypse (birebir çevirisi: Antik Kıyamet) dilimize Kadim Uyarlıklar olarak çevrilmiş. Yanlış değil ancak belgeselin odağının mesajını biraz bulandırıyor. Belgesel her ne kadar kadim uygarlıkların kültürleri ve mitleri üzerine olsa da belgeselin bir kısmında “Antik Kıyamet” de önemli bir konu. Graham Hancock’un ana derdi olan: “Kadim Uygarlıklar” konusunun gölgesinde kalmış, önemli bir konu bu.
“Antik bir felaket var ve yaşandı” diyor bu belgeselde Hancock. “Dillere destan olacak o antik kıyamet. Üstelik bu felaket o kadar büyük ve insanlık için o kadar can yakıcıydı ki, bütün insanlığın kültürünü tamamen değiştirdi. Bugüne kadar yaşayan, birçok dinin ve inanışın temelinde hala aynı kökten gelen bir mit var. Bu mit ile birlikte şekillenen bir kültür var. Dahası, bu mitin bahsettiği felakete adanmış onlarca yapı hala ayakta duruyor.”
Belgeselin en önemli önermelerinden biri de bu teorinin merkezinde olan Göbeklitepe.
Göbeklitepe bildiğimiz insanlık tarihini kökten değiştirme potansiyeline sahip.
Bilinen en eski şehirlerden en az 6.000 yıl önceye dayanan devasa bir tapınak kompleksi olan Göbeklitepe; medeniyetin kökenlerinin önceden düşünülenden çok daha eski ve karmaşık olabileceğini gösterince, puzzle’ın aranan bir parçası tamamlanmış oldu.
Çünkü Göbeklitepe’nin keşfi medeniyetin kökenlerine dair ana akım tarih anlatısına meydan okuyabilecek ölçekte bir keşifti.
Ana akım arkeoloji geleneksel olarak medeniyetin yaklaşık 5.000 yıl önce Mezopotamya’da tarımın gelişmesi ve ilk şehirlerin inşasıyla başladığını varsayar. Göbeklitepe’nin 1960’larda keşfedilmesinden 1990’lı yıllara kadar gerçek önemi tam olarak anlaşılamamıştı. Ancak Graham Hancock’un da aralarında bulunduğu konuyla ilgili araştırmacının beklediği işaret hatta kanıt ortaya böylece çıkınca bazıları her şeyi sorgulamaya başladı. Ama her şeyi.
İnsanlık tarihi ve bilgi felsefesi bizim bildiğimiz gibi olmayabilir miydi? Bu tartışmalar ancak 1990’lı yıllardan sonra -biraz da internetin sayesinde-, bağımsız medyanın ve bağımsız araştırmacıların çabasıyla alevlendi.
İnşası bin yıllara yayılarak sürekli güncellenmiş, üst üste inşa edilmiş, bölümlere ayrılmış, sonra kasten gömülmüş kazı alanında ortaya çıkan Göbeklitepe’deki dairesel yapılar her biri metrelerce ve eşit uzunlukta, 20 tona kadar ağırlığa sahip T şeklinde sütunlar içeren bir dizi dairesel muhafazadan oluşuyor. Sütunlar, karmaşık hayvan oymaları ve diğer sembollerle süslü. Bas bas bağırarak, göstere göstere bir şey anlatmaya çalışıyor gibiler.
Üstelik şekiller, motifler ve semboller Dünya’daki canlıları andırsalar da bu Dünya’dan değil gibiler. Farklı hayvanların vücutlarının birleşmesinden ve kombinasyonundan oluşan kabartmaların haricinde, sembollerde garip ufak detaylar var. Bacakları ters kuşlar, yukarı değil özellikle aşağı inen yılanlar ve gerçekten yetenekli ve becerikli kişilerin elinden çıktığını belli eden, neredeyse Pre-Pottery Neolithic A dönemden önce olduğu için yapılması pek mümkün gözükmeyen süslemeler.
Ve bu yıllar içerisinde tekrar tekrar birbirlerinin devamı olarak inşa edilen megalitik yapıların ortak bir özelliği daha var. Sirius isimli yıldızı işaret ediyorlar. Ve bin yıllar boyunca, Dünya’nın eksen kaymasına göre tekrar güncellenerek aynı yıldızı işaret etmeye devam etmişler.
Graham Hancock’a göre Göbeklitepe’nin büyüklüğü ve dönemine göre imkânsız karmaşıklığı onu diğer antik anıtlardan fazlasıyla ayırıyor. Tapınak komplekslerini böylesine anıtsal bir şekilde inşa etmek için büyük ölçekte örgütlenmek ve işbirliği yapmak zorunda kalacak olan avcı-toplayıcılar tarafından inşa edilmesi pek olası gözükmüyor.
Neredeyse 12,000 yıl öncesinde bu karmaşık sosyal ve örgütsel yapının gelişiminin Mezopotamya’nın ana akım arkeoloji tarafından kabul edilen ilk tarım toplumlarıyla sınırlı olmadığını, insanlık tarihinde çok daha erken ortaya çıkmış olabileceği ihtimalini kuvvetlendiriyor. Ana akım arkeolojide bildiğimiz, bize öğretilen, ya da gerçek kabul edilen zamandan çok çok çok daha erken avcı-toplayıcılık haricinde, başka bir kültür ya da tür daha olmalı bu bakış açısına göre.
Dünyanın ilk gözlem evi olarak anılmaya başlayan Göbeklitepe’nin sadece bir gözlemevi olmak için değil, binyıllar boyunca; şaşmaksızın, inatla, aynı amaç için yeniden ve yeniden inşa edildiğinin altını çiziyor Graham Hancock.
Ona göre insanlık tarihinin geçmişi, bildiğimizden çok daha büyük gizemler barındırıyor olmalı.
Ve bu gizimler, öyle basit gizemler değiller. Mitler ve çağlar boyunca, kuşaktan kuşağa aktarılmış, asla ve asla unutulmamış gizemler.
12,000 yıl önce bir anda insanlık böyle bir yapıyı neden inşa etsin?
“Böyle yapılar bir anda ortaya çıkamaz” diyor Hancock. “Bu bir kültürel birikimin sonucu. Bin yıllarca inşası ve geleneği devam eden, kuşaklardan kuşağa aktarılan bir konu bu. Üstelik kozmik bir mesele de konunun parçası. Bu kadar önemli olacak şey ne olabilir? Yer yüzünde o günlerde yürüyen atalarımızın böyle yapılar yapmalarına ve Dünya’nın her yerinde yapmaya devam etmelerine sebep olan şey ne? Ve bu bilgi nereden geliyor? Buzul Çağı’nın hemen akabinde böyle bir yapıyı kimler hangi bilgilerde, hangi birikimin üzerine inşa etmiş olabilirler?
Üstelik Göbeklitepe’nin bulunduğu bölgede hala yeni alanlar ve yeni anıtlar keşfedilmeye devam ediliyor. Yani aynı dönemde çok daha geniş bir bölgede şimdiye kadar bildiğimizden çok daha büyük bir çaba gösterilmiş.
Graham Hancock’un bu sorulara bazı cevapları var: “Son buzul çağı öncesinde, özellikle deniz seviyesinin şu an olduğundan 120 metreye kadar alçak olduğu bölgelerde insanların yer yüzünde yaşıyor olması gerektiği,” gibi. “Kültür ve teknoloji sahibi, akıllı insanların…”
Graham Hancock kendisine yöneltilen sözdebilimci ithamlarına aldırış etmeden, savlarını desteklemek için Dünya’nın birçok bölgesinde kanıt arıyor. Amerika kıtasında, Cava Adası’nda, Bahama denizlerinde, Türkiye’de ve önemli birçok noktada daha.
Hancock kendisinden önce bu düşünceleri dile getiren diğer araştırmacılar gibi, bu bulguların ilk insan topluluklarının sırlarına hatta bazı kozmik sırlara bile ışık tutabilecek nitelikte olduğunu düşünüyor.
Bu bulgular, karmaşık sosyal ve örgütsel yapıların gelişiminin ve dini inançların ortaya çıkışının, insanlık tarihinde daha önce düşünülenden çok daha önce gerçekleşmiş olabileceğini, insanlığın soyunun bildiğimizden çok daha farklı olabileceğini ve hatta kozmik konuların & Dünya dışı temasların bile ihtimaller dahilinde düşünülmesini öne sürüyor.
Mitlerin bugüne kadar taşıdığı hikayelerin özlerinde devler, bilgeler ve meta-insan ideaları var.
Bu antik uygarlıkların anıtlaştırdığı yapılar, tarımın gelişmesi ve ilk şehirlerin yükselişinden sonra insan toplumlarında ortaya çıktığı söylenen medeniyetler tarihine bambaşka bir bakış açısı getiriyor.
Ve aslında insanlık kültür tarihinin tamamına hatta bazı bilimsel bulgulara meydan okuyor.
Sonuç olarak, Kadim Uygarlıklar belgeseli aslında mitolojinin kökenlerindeki gizemli olayları işaret eden, tekrar eden mitlerdeki mesajları ortaya çıkarmaya çalışan, bunu da arkeolojideki kazı alanlarındaki geçmiş zaman kültürü üzerinden araştıran bir yapım.
Eğer insanlık tarihinin bugüne kadar öğretilenden daha farklı olabileceği fikrine açıksanız ve bugüne kadar ortaya çıkan bazı bilimsel bulgulara karşı tek gözünüzü kapatmaya razıysanız, belgeseli kesinlikle izlemelisiniz. Eğer belgeseli beğenirseniz, yazarın diğer kitaplarına göz atabilirsiniz.
—————–
Ozan Ertürk, 1985 doğumlu, yazar & eğitmen. İstanbul’da yaşıyor, “Ruhban – Yeni Çağ Mitolojisi” anlatıları üzerinde çalışıyor.