Kitabın ortasından konuşarak söze başlayalım: Tam anlamıyla demokratik bir ülkede değiliz. Bilakis, ‘saltanat’la geçen asırlardan sonra, yaklaşık yüz yıldan beri aslında ‘tek kişilik’ bir cumhuriyette yaşıyoruz.
‘Tek kişilik cumhuriyet,’ ucube bir ifade gerçi; çünkü cumhuriyet tek kişilik olmaz, tek kişilik ise cumhuriyet olmaz. Ama bu, tanım gereği olmaması gereken şeyin yaklaşık yüz yıldan beri fiilen var olageldiği gerçeğini değiştirmiyor. Cumhuriyetle birlikte bir hanedanın ‘saltanat’ına karşı ‘cumhur’un belirleyici olduğu bir yönetime geçilmiş olması gerekirdi. Ama bu ülkede cumhurun iradesi, ‘irade-i seniye’lerin her şeyin üstünde olduğu saltanat asırlarının ardından, bu kez bir ‘ulu önder’in hayatta iken idaresine, ölümünden sonra ise vesayetine bağlı kılınarak hacr altına alınmış bulunuyor. Türkiye Cumhuriyeti tarihi bunun fiilî bir delili olduğu gibi, eldeki kırk senelik anayasa da bunun böyle olduğunu en üst hukukî metin olarak açıkça belgeliyor. Anayasanın başlangıç bölümüne bakılırsa, “millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu” açıkça teminat altına alındığına inanılabilir; ama üçüncü paragraftaki bu ‘kayıtsız şartsız’ egemenlik, daha ilk paragrafta şu şarta bağlı ve bağımlı kılınıyor: “Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve onun inkılap ve ilkeleri doğrultusunda…” Yani diyor ki anayasa, egemenlik ‘kayıtsız ve şartsız’ milletindir dediysek, tamamen kayıtsız ve şartsız da zannetmeyin, bir kaydımız ve şartımız var: Atatürk’ün milliyetçilik anlayışının, inkılap ve ilkelerinin dışına asla çıkamazsınız!
Tek parti döneminde (1925-1946) en keskin şekilde yaşanan, sonraki dönemlerde cılız ‘demokratik cumhuriyet’ gayretlerine karşı modern veya postmodern, doğrudan veya dolaylı darbelerle yeniden ‘doğrultulan’ bu ‘tek kişilik cumhuriyet’ olgusu, yakın tarihimizin yalın gerçeği. Bu anlayışın, adı ‘cumhuriyet’ olan bir rejimde ‘halkçılık’ gibi bir ilkeyi de içermekle birlikte, gerçekte o ‘halk’ı belli bir çizgide hizalanmaya icbar ettiği de. Gayrimüslimi müslüman gibi, Kürdü Türk gibi, Alevîyi Sünnî gibi, dindar Sünnîyi ise seküler biri gibi yaşamaya zorlayan; böylece herkesi ‘seküler bir Türk’ kalıbı üzerinden yeniden biçimlendirmeye kalkışan ve buna göre bir ‘makbul vatandaşlık’ oluşturan bu anlayışa, Türkiye toplumu içinden herkesin bir tavır ve cevap geliştirmesi beklenirdi. Ve özellikle en kalabalık kısmı oluşturan dindar veya dine yakın kesimlerin geliştirdiği cevabın, adalet, hukuk önünde eşitlik, millî iradeye saygı, hiçbir iradenin millet iradesinin üstünde olmaması gibi ölçüler etrafında oluşması gerekirdi.
Zira hem böyle bir yönetim anlayışının hayatlarına ve inançlarına yönelik icraatları sebebiyle yaygın bir mağduriyet söz konusuydu, hem de yakın tarihî tecrübe böyle bir mukabele için elverişli bir zemini zaten sağlıyordu. Sultan II. Abdülhamid’in otuz yıllık istibdad yönetimine karşı Meşrutiyet, seküler ve dindar farklı eğilimlere mensup kümelerin özgürlük, eşitlik, meşveret ve kanun hakimiyeti ortak paydasında buluşabilmelerini mümkün kılmıştı. Ve bu dönemde özellikle İslâmcılık akımının temsilcileri tarafından ortaya konulan eserler, Kur’ân ve sünnete atıfla, Asr-ı Saadet ve Hulefa-i Râşidîn devri örnekliğinde, ‘kişi kültü’nü aşan bir yönetim anlayışına dindar insanların gereken desteği vermesi için yeterince açık ve güçlü bir çerçeve sunuyordu.
Gelin görün ki, 1940’ların bilhassa ikinci yarısından başlayarak -evet, tam da çok partili döneme geçilirken- garip bir şey vuku buldu. II. Abdülhamid’in istibdat dönemini çocuk veya genç olarak yaşamış oldukları ve bu istibdadın sonuçlarını bizzat tecrübe ettikleri için ilgili döneme karşı eleştirel bir tutum ve muhalif bir duruş sergileyen Osmanlının son dönem İslâmcılarına mukabil, 1940’ların ikinci yarısından itibaren kendisini Abdülhamid üzerinden inşa eden yeni bir İslâmcılık boy vermeye ve zemin kazanmaya başladı.
Bu yeni İslâmcılığın en bariz özelliği, Kemalizmin inşa ettiği tarihyazımına karşı, neredeyse birebir onun siyahına beyaz, beyazına siyah diyen ‘alternatif’ bir tarihyazımı oluşturmasıydı. Kemalist tarihyazımının Mustafa Kemal figürü etrafında bir ‘lider kültü’ inşa etmek uğruna karanlık devir olarak resmettiği Osmanlının, bu kez neredeyse ‘Asr-ı Saadet’in yerini alacak şekilde bir ‘altın çağ’ muamelesi gördüğü; ‘bütün kötülüklerin anası’ ile ‘bütün iyiliklerin babası’nın siyah-beyaz keskinliğinde yer değiştirdiği, ama bu kalıbın aynıyla baki kaldığı; Kemalistlerin ‘ulu önder Mustafa Kemal’inin karşısına ‘ulu hakan Sultan Abdülhamid Han’ı yerleştiren bir tarihyazımı…
Necip Fazıl başta olmak üzere, bu şekilde Kemalizme en keskin şekilde muhalefet ortaya koyduklarını zannedenlerin göremediği ve anlayamadığı husus ise, yaptıkları şeyin aslında Kemalizmin zihniyet kalıplarının ‘Hamidizm’ suretinde bir yeniden-üretiminden öte bir şey olmadığıydı. Birkaç ay önce, bizim eve misafir olan üç buçuk yaşında bir çocuğun izlediği bir çizgi filme göz ve kulak misafiri olmuştum. Yaptığı güzel şeyin başkası tarafından taklit edilmesi üzerine canı sıkılan dostunu, “Aslında taklit, övgünün en güçlü biçimidir” diye teselli ediyordu o çizgi filmin kahramanı. ‘Ulu önder Mustafa Kemal’e karşı ‘ulu hakan Abdülhamid’ inşası; milleti için lâzım gelen her şeyi bilen Mustafa Kemal’e karşı, millet için lâzım gelen her şeyi bilenin aslında Sultan Abdülhamid Han olduğu iddiası; yolundan ve ilkesinden sapıldığında ülkenin karanlığa sürüklendiği ulu öndere karşılık, sözüne itibar edilmediğinde memleketin battığı bir ulu hakan portresi üreticilerinin ve alıcılarının zannınca Kemalizme muhalefetin en güçlü biçimiydi. Halbuki, kalıplarını bire bir taklit edip Abdülhamid figürüne tatbik ederek yaptıkları, Kemalizmin zihniyet dünyasına ve icraat anlayışına övgünün ve hayat bahşetmenin en güçlü biçimiydi. Böylece ‘demokratik bir cumhuriyet’in önündeki engellerin sayısı ikiye katlanmıştı gerçekte.
1940’lardan bugüne adım adım geliştirilen; tarihen sabit olgulara bire bir aykırı olduğu halde müşterisi hazır olduğu için üretilmiş mitlerle giderek güçlendirilen; ve yakın zamanda yeni bir ‘tek adam’ kültü inşa etmek uğruna üstüne daha da abanılan Hamidizm, hakikat-i halde Kemalizmin bir yeniden-üretimidir velhasıl. ‘Kalpaklı’ bir tek adam kültüne karşı ‘takkeli’ bir tek adam kültü inşa ettiğinizde, ‘tek adam’ kültünü aşmış olmazsınız, bilakis ona yeni bir hayat bahşetmiş olursunuz!
Böylece tek parti döneminde inşa edilen ve sonraki dönemde de toplumu ve siyaseti bir gölge gibi takip edip yeri geldiğinde milletin iradesini darbelerle ‘doğrultma’ hakkını kendinde gören ‘seküler’ otoriter zihniyet, üretilen bu sözümona ‘alternatifi’yle ‘dindar’ bir ikizine kavuşmuş oluyordu aslında…
Kemalizme karşı, Hamidizm.
Bir seküler otoritarizme karşı dindarâne bir otoritarizm.
Kemalizmin kendisine yönelik her türlü eleştiri ve muhalefeti ‘dahilî ve haricî bedhâhlar’ söylemiyle şeytanîleştirmesine karşılık, bu kez mütedeyyin bir muktedire yönelik eleştiri veya muhalefeti benzer ifadelerle demonize eden bir otoritarizm.
Kemalizme karşıt olanın Hamidizmde karar kıldığı, neo-Hamidizme karşıt olanın Kemalizme sığındığı bir sosyal-siyasal zemin, her hal ve şartta, otoriter zihniyeti ülkenin kalıcı durumu olarak inşa ve ibkâ ediyor. Birbiriyle çatışırken, bu iki otoritarizm sonuçta otoritarizmi besliyor ve her ikisi de demokratik cumhuriyetin imkânlarını beraberce kısıtlıyor.
Türkiye toplumu dindar-seküler fay hattı üzerinden ilerleyerek itikadına veya yaşama tarzına göre bu otoritarizmlerden biri lehine diğerine destek verdiği sürece özgürlüğün, adaletin, hukuk devletinin, sosyal devletin, çoğulcu ve müreffeh bir toplumsal düzenin bu topraklarda yerleşmesi ve kurumsallaşması mümkün olmayacak.
Dolayısıyla gerçekten özgürlük, adalet, hukukun egemenliği gibi değerler ve ilkeler üzerine inşa edilmiş demokratik bir cumhuriyetin talibi olanların, birbiriyle çatışan otoritarizmler üzerinden otoriter zihniyeti ve siyaseti ibkâ eden bu kısır döngünün aşılabilmesini mümkün kılacak özgürlükçü bir eksen oluşturarak, dindar-seküler denklemi yerine özgürlükçü-otoriter, demokrat-despotik denklemi üzerinden bir siyasî tavır ve duruş geliştirmeleri gerekiyor. Bu eksen üzerinden toplumun iki yakasının bir araya geldiği ve herkes için hukuk, herkes için özgürlük, herkes için adalet ve refah vaat eden bir siyaset anlayışının yerleşmesi ise, her kesimin öncelikle otoritarizmin kendi nezdinde kabul gören formu ile mücadeleyi başarmasını gerektiriyor.
Daha açık konuşursak; mütedeyyin kesimin Kemalizm ile arasına mesafe koyması, onu ‘otoriter zihniyet’ten azade kılmaz; dindarlar Hamidizm ile de aralarına aynı mesafeyi koymakla bunu başarabilirler. Sekülerlerin gözümüz önündeki neo-Hamidizme dönük eleştirileri de, aynı otoritarizmin seküler formu olarak Kemalizmi de kapsadığı ölçüde tutarlı ve işlevseldir.
Sözün kısası, tarihsel şahsiyetler tarih içindeki konumları itibarıyla değerlendirilmeli; zihnimize ve geleceğimize ipotek, irademize vesayet koyan ‘kült’ figürler olarak değil.
Bu ülkenin üçüncü bir Abdülhamid’e veya ikinci bir Mustafa Kemal’e değil; üretilmiş tek adam kültlerini aşan, ilkeleri ve kurumları yerleşmiş bir demokratik cumhuriyete ihtiyacı var…