Prof. Şükrü Hanioğlu ‘Atatürk, Entelektüel Biyografi’ Kitabı hakkında Taha Akyol’a konuştu.
“Atatürk kültünün yanılmaz yarı-tanrı mucize yaratıcısını değil, yetiştiği ortamın, geliştirdiği dünya görüşünün ve siyasî tecrübesinin şekillendirdiği devlet kurucusu olan ‘tarihî Atatürk’ü esas almak gerekiyor.”
“Şahıs kültü, sorunların tartışılmasının önünde ciddi bir engel. Daha da vahimi, bunların içselleştirilmesi ve ‘doğal’ varsayılması. Bunların varlığı, toplumun gelişmişlik seviyesinin geriliğini ortaya koyar.
Türkiye’nin kutsallıkla tahkim olunan bir ebedî liderlik kültünü içselleştirmesi anlamlı değil. Türkiye ‘benim lider kültüm seninkini döver’ sığlığındaki yaklaşımla güncel sorunlarına çare bulamaz.”
“Atatürk üzerine çalışanların karşılaştığı temel zorluk, Çankaya’da korunan arşivin sınırlı biçimde açılması ve kataloglarının araştırmacılara kapalı olması. Yalnızca uygun görülen vesikalar gösteriliyor.”
ŞÜKRÜ HANİOĞLU, yeni yayınlanan “Atatürk, Entelektüel Biyografi” adlı kitabı hakkında Taha Akyol’un sorularını cevapladı:
Neden böyle bir araştırma için Atatürk’ü seçtiniz?
Ben, bu çalışma öncesinde, ilk baskısı 2011 yılında neşrolunan bir İngilizce Atatürk’ün entelektüel biyografisi kaleme almıştım. Bu, ünlü İslâm tarihi uzmanlarından Patricia Crone’un editörlüğünde hazırlanan “Makers of the Muslim World” adlı bir dizi için ısmarlanmıştı. Ancak, metin uzun olunca kısaltılması istendi; ben de bunu kabûl etmeyerek, bâzı değişikliklerle bir diğer yayınevinden yayımladım. Düşüncem, ileride İngilizce kitapta kullanılmayan malzemeye dayanarak genişletilmiş bir Türkçe baskı hazırlamaktı. Üzerine binlerce kitap yazılmış olan Atatürk’ün kapsamlı, detaylara inen, “hagiography” sakıncaları taşımayan bir entelektüel biyografisinin bulunmaması şüphesiz büyük bir eksiklikti. Tabiî bir konuda çalışmaya karar vermek, diğer projelerin ertelenmesi veya rafa kaldırılması benzeri bir maliyeti beraberinde getiriyor. Ben, İttihad ve Terakki Cemiyeti üzerine, örgütün iktidar dönemini kapsayacak üçüncü bir cilt yazmayı planlıyordum, aynı şekilde 1839 sonrası Osmanlı entelektüel tarihini analiz edecek bir kitap için de ayrıntılı notlar çıkartmıştım. Uzun süre düşündükten sonra, Atatürk’ün entelektüel biyografisinin daha büyük bir boşluğu dolduracağı kanaatine ulaşarak bu konu üzerinde yeni araştırmalar yaptım. Son tahlilde, ulus-devlete geçiş sürecini yöneterek yeni bir millet projesi geliştiren kurucu liderin dünya görüşü, yaklaşım ve siyasetlerinin nasıl şekillendiğini, dolayısıyla “kurucu ideoloji/felsefe” şeklinde kavramsallaştırılan fikir ve ilkeler manzumesinin nasıl inşa edildiğini ortaya koymaya çalışmanın daha önemli olduğuna karar verdim ve elinizdeki kitabı hazırladım.
BÖYLE ARAŞTIRMALAR VAR MI?
Dünyada bu çapta, bu tarzda yazılmış “entelektüel biyografi” örnekleri var mı?
Kitapta da değinmeye çalıştığım gibi, entelektüel biyografi sadece Comte, Descartes, Hegel yahut Adorno, Hayek, Sorokin benzeri büyük düşünür ve önde gelen “entelektüeller”in kuram ve temel yaklaşımlarının nasıl şekillendiğini ortaya koymayı hedefleyen bir yazım türü değildir. Şüphesiz, onun aslî özneleri böylesi kişiliklerdir; buna karşılık, son tahlilde, “entelektüel” değil “literatus” olan siyasî liderlerin Homo politicus olarak geliştirdikleri siyasetlerini yaratırken etkilendikleri düşünce ve ideolojiler ile benimsedikleri dünya görüşleri de bu türün önemli ilgi alanlarından birini oluşturmaktadır. Bir anlamda, Atatürk’ün entelektüel biyografisi, ikinci sınıflamaya girecek bir çalışma oluyor; çünkü, son tahlilde, kurucu lider, bir düşünür ve zikrettiğimiz anlamda “entelektüel” olmayıp, iki savaş arası dönemde yeni bir devlet oluşturmak ve millet inşa etmek hedefiyle siyasetler geliştiren bir “literatus”tur. Entelektüel biyografi alanında en çarpıcı örnekler Kühn’ün Kant, La Vopa’nın Fichte, Beiser’in Strauss ve Cohen, West’in St. Augustine biyografileri benzeri eserlerdir. Buna karşılık, ikinci tür için Gupta’nın Gandhi’yi, Gregor’un Mussolini’nin iktidara geliş öncesini ele alan, Kotkin’in daha geniş anlamıyla biyografi karakteri taşımakla birlikte, entelektüel eğilimler üzerine yoğunlaşan Stalin çalışması benzeri yapıtlar zikredilebilir. Bilindiği gibi, Ronald Reagan ve Barack Obama üzerine kaleme alınan “entelektüel biyografi”ler de mevcuttur. Atatürk’ün Entelektüel Biyografisi kendi alt türü içindeki, yâni siyasî liderleri değerlendiren örneklerle kıyaslanırsa, en detaylı analizlerden birisini sunmaya çalışmaktadır.
‘GİZLİ’ ARŞİVLER
Araştırma sırasında bazı belgelere ulaşamadığınızı “gizlilik” engeliyle karşılaştığınızı söylüyorsunuz. Bunlar neydi?
Atatürk üzerine çalışanların karşılaştığı temel zorluk, Çankaya Köşkü’nde korunan arşivin sınırlı biçimde açılmış olması ve kataloglarının araştırmacılara kapalı bulunmasıdır. Siz konu veriyorsunuz, arşiv yetkilileri o alanda uygun gördükleri vesikaları size gösteriyorlar. Dolayısıyla, hangi belgelere “ulaşamadığınız”ı bilmiyorsunuz. Belirli konularda, örneğin, Atatürk’ün din üzerine görüşleri alanında talepte bulunduğunuzda ise “Hocam bu zor bir konu” cevabını alıyorsunuz. Burada bir “gizlilik”ten ziyade, “kutsalı muhazafa” arzusu ve “keyfîlik” var. Arşivlerde belirli dosyaların belirli süreler boyunca açılmaması mümkündür. Ama kataloğu bona fide araştırmacılara sunulmayan, hangi belgelerin onların araştırma alanına girdiğine (örneğin, benim örneğimde konu dışı vesika son derece azdır, bir biyografi yazıyorsanız mevcut evrakın bütününü görmek istersiniz) bir arşiv yetkilisinin karar verdiği durumda araştırma sınırlanır ve kalitesi ciddî biçimde etkilenir. Ben böylesi bir uygulamaya sadece günümüzde Archivum Apostolicum Vaticanum adı altında faaliyet gösteren Archivo Segreto Vaticano’da muhatap olmuştum (Türkiye’de ATASE arşivi de bu şekilde hizmet sunardı). Bu da “gizleme”den ziyade, “kutsalı koruma,” “aykırı yorumlara malzeme vermeme” isteğini yansıtıyor.
Bunun, “esasa müessir” olmadığını vurgulamak isterim. Neticede, verdiğimiz örnekten yola çıkarsak, Atatürk’ün “din” hakkındaki yaklaşımının ne olduğunu kavrayabilmek için tüm vesikaları görmeye gerek bulunmamaktadır. Onun Tevfik (Bıyıklıoğlu)’na yazdığı mektup da senelerce (2011 yılına kadar) gizlenmiş yahut değişik kısımları tahrif edilerek kullanılmıştır. Buna karşılık, bu mektup olmaksızın da kurucu liderin İslâmiyetin doğuş ve evrimi hakkında Caetani’nin değerlendirmelerinden mülhem bir yaklaşım geliştirdiğini anlayabilmek mümkündür.
‘İNSANÜSTÜLEŞTİRME’
Atatürk’ün kült haline getirildiğini, “insanüstüleştirme ve kutsallaştırma” yapıldığını, eski “menâkıb ve destanlar” gibi anlatıldığını söylüyorsunuz. Bunun ne zararı var?
Kitap özelinde cevaplarsam, böylesi bir kült inşa olunduğunda, Atatürk’ün içinde yaşadığı ortam, mevcut Zeitgeist ve “ne okuduğu” bütünüyle önemsizleşmektedir. İnsanüstü bir lider, öncesizlik çerçevesinde her konuda yeni ve eşsiz fikirler üreten bir düşünür, bütünüyle orijinal, çağının önünde olmasından dolayı ondan etkilenmeyen bir felsefeci-kral imajı, son tahlilde, “entelektüel biyografi”yi gereksiz kılmaktadır. Atatürk’ü bu kült çerçevesinde değerlendirdiğinizde onun şekillendirdiği modern Türkiye de bir “mucize” haline gelebilmektedir. Bu ise sadece “tarihî Atatürk”ün portresinin çizilmesini zorlaştırmamaktadır. Kurucu liderini insanlaştıramayan, onun geliştirdiği siyasetleri “mucize” olarak değerlendiren bir toplum, kutsadığı “kurucu ideoloji”sinin dayanaklarını da anlayamamaktadır. Şahıs kültü ve altınçağcılık temelli yaklaşımın egemenliği ise toplumun sorunlarını özgürce tartışması önünde ciddî bir engel oluşturmaktadır. Daha da vahimi, bunların içselleştirilmesi ve “doğal” olduklarının varsayılmasıdır. Şahıs kültleri ve mutasavver altınçağları savunanlar, kendileri dışındakileri eleştirirken, özgün örneklerinin “istisnâî” olduğu iddiasını ileri sürerler. Buna karşılık, bunların varlığı, bir toplumun gelişmişlik ve olgunlaşma seviyesinin geriliğini ortaya koyar. Türkiye, cumhuriyetin kuruluşunun 100. yıl dönümünün idrak edildiği bir gerçeklikte ve kurucu liderin vefatından 85 yıl sonra böylesi yaklaşımları bir kenara bırakarak, kurucusunu ve kuruluşunun entelektüel altyapısını “insanüstülük,” “mucize” benzeri kavramlara başvurmadan değerlendirmek, onları “anlamak” ve “analiz etmek” zorundadır.
‘TARİHÎ ATATÜRK’
Kitabınızda “modern Türkiye’nin şekillenmesindeki belirleyiciliği tartışılmaz olan tarihî Atatürk” diye bir ifade var. Açar mısınız?
Atatürk’ün siyaset belirleme tekeli göz önüne alındığında, modern Türkiye’nin şekillenmesini onu devre dışı bırakarak anlayabilme imkânı bulunmamaktadır. Ancak, bu yapılırken Atatürk kültünün yanılmaz yarı-tanrı mucize yaratıcısını değil, yetiştiği ortam, yöneldiği akımlar, geliştirdiği dünya görüşü ve siyasî tecrübesinin şekillendirdiği önemli devlet kurucularından birisi olan “tarihî Atatürk”ü esas almak gerekmektedir. Birincisinden hareketle, bir altınçağ inşa edilerek menâkıbnâme yazılırken, ikincisi modern Türkiye’yi, onun dayandığı entelektüel temelleri ve günümüze ulaşan etkileri kavrama imkânı sunmaktadır. Ancak, kitapta da belirttiğim gibi, Atatürk etrafında oluşturulan kültün yüksek menâkıb ve esâtir duvarlarını aşabilmek, onu bunlardan arındırarak “tarihî” kişiliğini ortaya koyabilmek kolay değildir.
TARİHSELLEŞTİRME NEDİR?
“Tarihselleştirme” ve “bağlamsallaştırma” kavramlarını vurguluyorsunuz. Ne demek?
Bunu sizinle iki sene evvel de konuşmuştuk. Tarih yazımının iki “olmazsa olmaz”ı bulunmaktadır. Bunlar, “tarihselleştirme (historicization)” ve “bağlamında kavramsallaştırma (contextualization)”dır. Hiçbir tarihî gelişme oluştuğu bağlamdan soyutlanarak, steril bir laboratuvar ortamında oluştuğu varsayımıyla değerlendirilemez. Tarihçinin uğraşı da ele aldığı konuyu içinde doğduğu gerçeklik ve tarihî kronoloji içinde anlayabilmektir. Bu yapılırken, güncel yönelim, değer ve kavramsallaştırmaların geçmişin inşa edilmesinde rol oynamasının önüne geçmek, ancak geçmişin güncelle olan bağlantısını bütünüyle kopartmamak gereklidir. Konumuz çerçevesinde yaklaşırsak, Atatürk’ün fikirlerini ve siyasetlerini bu anlamıyla “tarihselleştirmek” gereklidir. Bu çerçevede, konuya uygunluğu açısından, sizinle iki sene evvel yaptığımız mülâkatta verdiğim örneği tekrar etmek isterim. Bir valimiz, makam odasına Atatürk’ün, “Tatbik eden, icra eden, karar verenden daima daha kuvvetlidir” sözünün yer aldığı bir levhayı asmıştır. Bu, Mustafa Kemal’in, birinci meclisteki muhalefet, 1921 yılında “Hey’et-i Vekile’nin Vazife ve Mes’uliyetine Dâ’ir” kanun teklifi ile yetkilerini sınırlamaya çalıştığında, buna karşı çıkmak için kürsüde dile getirdiği bir ifadedir. Ancak, yasama-yürütme ilişkilerini tartışma bağlamında, konvansiyonel meclisin içinden çıkan ve meb’uslardan oluşan vekiller heyetinin selâhiyeti tartışılırken söylenmiş olan bu söz, tarihî bağlamından çıkarılınca, genel olarak atanmış idarecilerin, özel olarak da valilerin üstünlük ve önemini vurgulayan bir vecizeye dönüştürülmüştür. Bir diğer örnek vermemiz gerekirse, Atatürk 1920 yılı sonunda Stalin’e gönderdiği bir mektupta, “Avrupa proletaryası ile köleleştirilmiş sömürge halklarının ortak düşmana karşı savaşmalarının” önemini vurgulamıştır. Bu ifade, hangi “bağlam”da söylendiğinden bağımsız şekilde değerlendirildiğinde, Atatürk’ün bir dönem Bolşevik bir kuramcı olarak tezler geliştirdiği ileri sürülebilir. Bu örnekler, tarihî malzeme “tarihselleştirme” yapılmadan kullanıldığında ne gibi sorunlar doğabileceğini göstermektedir.
ULU ÖNDER- ULU HAKAN
Ulu Önder ve Ulu Hakan, bu kavramlar açısından ne dersiniz?
“Ulu Önder,” inşa‘ına Atatürk’ün sağlığında başlanması nedeniyle, iki savaş arası dönemin küresel liderlik kültürünü yansıtmasının yanı sıra, yaratılan kültün dayandığı seküler insanüstülüğü, ulûhiyet iddiası içeren bir sıfatla ortaya koyan bir kavramsallaştırmadır. Süreç içinde Atatürk için kullanılan diğer sıfatların önüne geçen “Ulu Önder” ibâresi, yanılmaz, zamanın değişimlerinden etkilenmeyen, her dönemde, her konuda doğru yolu gösterecek bir lider kültüne atıfta bulunmaktadır. “Ulu Hakan” ise II. Abdülhamid’in saltanatı sırasında yaratılan lider kültünden ziyade, Büyük Doğu benzeri muhafazakâr entelektüel hareketlerin yarattığı “anti-Atatürk” kişiliğini ete kemiğe büründürmektedir. Atatürk’ün kurucu lideri olduğu toplumda saygı görmesi, anılması, görüşlerine gönderimlerde bulunulması doğaldır. Ancak, post-modern çağda Türkiye’nin iki savaş arası dönem ürünü sıfatlar ve kutsallıkla tahkim olunan bir ebedî liderlik kültünü içselleştirmesi, sorunlarını onun toplumu yönettiği altınçağa geri dönerek halledeceğini varsayması anlamlı değildir. Benzer şekilde, bunun karşı tezi olarak yaratılan II. Abdülhamid kültünün “Ulu Hakan” kavramsallaştırması da dağılma sürecindeki bir çokuluslu imparatorluğu Belle Époque gerçekliğinde yönetmiş bir halife-sultanın siyasetlerinin günümüz Türkiyesi’nin (ve İslâm âleminin) meselelerini çözebileceğini savunmaktadır. Âmiyâne bir ifade olacak ama Türkiye, “benim lider kültüm seninkini döver” sığlığındaki yaklaşımla güncel sorunlarına çare bulamaz.
ŞÜKRÜ HANİOĞLU KİMDİR?
Tarihçi Prof. Şükrü Hanioğlu, beş yıl Türk ve yabancı arşivlerde araştırmalar yaparak “Atatürk, Entelektüel Biyografi” adlı kitabını aydı, Bin sayfalık bir eser. Daha önce İngilizce yayınlanan kitabına göre çok daha geniş bir araştırma. İlk defa bu çapta bir ‘entelektüel biyografi’ araştırması yayınlanıyor. (Bağlam Yayınları)
Mülakatımızın ilk gününde daha çok metotla ve arşivlerle ilgili sorular sordum. Yarın, Atatürk’ün entelektüel kişiliğini konuşacağız.