Rutte’nin Başbakanlığı’ndaki iki yıla yaklaşan dörtlü koalisyon, sığınmacılar ve konut piyasasını krize sokan göçmenlere karşı yeni önlemler üzerine anlaşma sağlanamayınca çöktü. Önlemlere karşı çıkanlardan biri de koalisyon ortağı D66 partisi ve onun Maliye Bakanı olan lideri Sigrid Kaag’dı. Son seçimden ikinci çıkarak büyük sürpriz yapan Kaag, Hollanda’nın tek kadın parti lideri. Eşi Filistinli bir doktor. Dört çocuklarının hem Hıristiyan hem Müslüman adları var. Kaag, siyasette kendince doğru bildiği her şeyi çok net şekilde ortaya koyan, herkesle tartışan bir isim. Onun ilham verici hikayesini iki yıl önceki seçim sonrası İzzet Akyol, Serbestiyet’e yazmıştı. O yazıyı yeniden yayınlıyoruz.
Çok uzak olmayan bir geçmişte, Türkiye’nin en yüksek yöneticileri, cumhurbaşkanı ve başbakan, Ankara ve Erbil’de Türk ve Kürt bayrakları önünde önce Mesut Barzani, sonra Neçirvan Barzani ile resim çektirdi. Daha iki ay olmadı; Dışişleri Bakanı Mevlût Çavuşoğlu Erbil’de Neçirvan Barzani’nin başkanlık törenine katıldı; Kürt bayrakları önünde ve Kürt millî marşı eşliğinde saygı duruşunda bulundu. Hepsi televizyonlarda yayınlandı.
Kişisel çağrıma aldığım cevapları aşağıda topladım. Toplam 12 tanıklık geldi. Bunlar kesinlikle kapsayıcı değil. Katkıda bulunan bütün kadınlara çok teşekkürler, sizi kucaklıyorum, yanınızda duruyorum.
İYİ Parti yanlış tercihlerle kendini bir çıkmaz sokağa soktu. İYİ Parti’nin bu çıkmaz sokaktan çıkması ve kendini feraha kavuşturacak yeni bir yol bulması kolay değil. Şimdilik görünen o ki 2024 çok zor geçecek. İYİ Parti her halükârda bir duvara toslayacak, başını gözünü yaracak ve telafisi güç bir değer yitimine uğrayacak.
Güney Kore’de, Kasım ayının son haftasında, feminizm karşıtlarının (ve erkek hakları savunucularının) hamle yapmasına yol açan ilginç bir gelişme yaşandı… Her şey, MapleStory adlı oyundan ve birkaç saniyelik bir el hareketinden patlak verdi. Bu el hareketinden dolayı kendini saldırı altında hisseden (genç) erkek dünyası aniden harekete geçti.
İdarenin, geniş halk kitlelerinin canını yakan gündelik uygulamalarına halk adına müdahale eden ve ‘son noktayı koyan’ Cumhurbaşkanı imajının duygu yaratmaya matuf ‘çalışılmış’ bir strateji olduğunu gösteren çok örnek yaşadık. Bu örneklerde Erdoğan geniş kitleleri rahatsız eden gelişmeleri izliyor, sonra da onları ilk defa duymuş gibi ‘müdahale’ ediyor, yanlışları gideriyor, halkın öfkesini yatıştırıyor.
Gidip de görmediğimiz, gezmediğimiz yerler hakkında aşağı yukarı bazı fikirlerimiz var ve bunlar çoğunlukla kulaktan duyma, derme çatma fikirlerdir. Ancak göz ile görmek, yerinde tanıklık etmek ve hele bir de havasını solumak, bambaşka oluyor. İtiraf etmeliyim Orta Asya hakkındaki görüşlerim, çoğunlukla bu ülkede Türkçülük- Turancılık yapanların ideolojik pompalamaları sayesinde şekillendi. Aşırı ideolojik Türkçü ve Turancılar, henüz çocukluktan beri bende bir negatif Orta Asya tasavvuru oluşturmuştu. Bişkek ve Almatı’yı görünce durumun hiç de düşündüğüm gibi olmadığını anladım.
Benim seçim sonucu özetim böyle: Çocukluğundan itibaren sopa gösterilerek korkutularak yetiştirilen bir toplumuz. İnsanlar üzerinde havuç vererek ödüllendirmek değil sopa göstererek korkutmak daha etkili oldu. Korkutularak büyütülmüş insanlar kendilerine uzatılan havuç yerine sopayı tercih etti. Ne de olsa o daha tanıdık ve bildikti. Yine de enseyi karartmayın, önümüzde bir Cumhurbaşkanlığı seçimi daha var.
Dünyanın en büyük müzik paylaşım programı Spotify, her yıl olduğu gibi bu yıl da 2023’de platformda en çok dinlenen şarkı ve şarkıcıları açıkladı. Şarkıların çoğu Besk Rap, yani arabesk rap tarzında. Peki 90’ların sonlarında, 2000’lerin başlarında doğmuş bu gençler neredeyse ölmekte olan arabeski yeniden nasıl keşfettiler? 20’li yaşlara kadar ne yaşamış olabilirler ki ki bu kadar dertli şarkılar yazıp, söylüyorlar ve dinliyorlar?
Türkiye son on yılda ciddi sarsıntılarla karşı karşıya kaldı. İşte böyle bir dönemde AYM adeta çalkantılı bir denizin içinde parlak bir deniz feneri gibi durdu. Herkesin, tüm kurumların yaşananlardan etkilendiği bir dönemde mahkeme, adalet ve demokrasi adına son umudun istinatgahı oldu. Bu hak edilmiş prestij heba edilmemeli. Bugün eğer Hükümet biraz dikkatli bakacak olursa, AYM’den şikâyet etmesi değil gurur duyması gerektiğini anlayabilir. Bugünkü yeniden yapılandırılmış şekliyle AYM esas olarak kendisinin eseri ve en iyi eserlerinden biri.
Oraya gidince memleketin birçok açıdan hiç de uhrevî sayılamayacağını anlıyor Ramy. O ilim irfan sahibi olduğu sanılan akrabalar sadece Ramy’nin getirdiği hediyelerle ilgileniyorlar. Daha ilk günden Ramy’i Amerika’da bol bol bulunan zincir restoranlarda fast food yemeye götürmeye çalışıyorlar. Yaşıtları “dejenere” Amerikalılarla yarışacak düzeyde, üstelik de bu sefer sadece taklit bir Batılılık içinde. Belki Amerika’da olduğundan daha da “haram” bir hayat yaşanıyor Mısır’da. Devir, işini bilme, kendi çıkarların için herkesin üzerine basıp geçme, en önemlisi de her şeyi yapıp hiç “suçluluk” duymadan “iyi bir Müslüman” olmaya devam ettiğine kendini inandırma devri.
Fotoğraflar anların kareleri, dizileri, albümleri… Bir araya geldiklerinde hayatın kabataslak, atlaya zıplaya özeti sanıyorsun. Oysa zaman o karede dursa (donsa) da, çabuk öğreniyor insan mutluluğun bir durak değil uğrak noktası, ânı olduğunu… Tebessümün uçuculuğunu, konmasının/kondurulmasının zorluğunu da biliyor. O nedenle fotoğraflar da, “fotoğraf insanları” da yaman mesele. Durduk yere ölümü de hatırlatabiliıyor.
AK Parti, iktidara geldiği günden itibaren karşısına çıkan engelleri ve sorunları aşmak için her zaman seçimlere başvurmuş, seçmen desteğinden medet ummuştu. Oysa şimdi seçimleri ciddiye almıyor, seçim sonuçlarına gerekli saygıyı göstermiyor, seçmen tercihlerini dikkate almıyor.
Enformasyonun, kuvvet ve enerji kaynağı olarak kabulü en zengin dönemini yaşamaktadır. Öyle ki, gerçeğe tesadüf eden enformasyon adına ne varsa üzerlerinin söz ve yazı ile örtüldüğü aşikar bir haldedir. Bu gibi nedenlerle Enformasyon Toplumu, adlandırma ve fikrinin nitelikli olana ulaşmada bir engel olduğu görüldüğünden mitolojik sınıflandırmasına dahil edilebilir.
İstanbul Kürtleri artık belirli bir sosyo-ekonomik düzeyi yakalamış; sivil alanda önemli ölçüde örgütlenmiş; dünya ile iletişim halinde okuyan ve kendi aydınlanma sürecini yaşayan yeni nesillerini yetiştirmiş; varoşlardan merkeze uzanmış; kentlileşirken “kendini” de muhafaza edebilmiş; yeri geldiğinde siyaset üstü refleksler gösterebilecek dinamik bir kitle olarak karşımızda duruyor.
Filmi görmediyse, filmde insanlığın çocuk yapabilme yeteneğini kaybettiğini söylemem gerekecekti. Biz, (var mı, yok mu belli olmayan) ilişkimiz, çocuk; ürktüm. Halbuki devamını da planlamıştım.
Sosyalist camianın ayrıksı örgütü olarak tanınan Aydınlık Grubu’na dair genel medyada, siyasi grup mecralarında ve kişisel olarak yazılan çizilen belki çok şey var. Ancak, içeriden, ciddi ve belge ağırlığına sahip yayınların fazla olmadığı biliniyor. Bu bakımdan, 1968’in gençlik liderlerinden olup, kuruluşundan beri Aydınlık Grubu’nda yöneticilik yapan, günlük Aydınlık Gazetesi’ni yöneten Çalışlar’ın yazdıkları, dönemi ve bu geleneği araştıranlar, anlamak isteyenler, Solun tarihine ilgi duyanlar için okunmadan geçilemeyecek, belgesel kıvamında bir kitap.
Bir Fellini filmi (1983). Bizde “Ve Gemi Gidiyor” başlığıyla oynadı. Olanca sürrealist absürditesiyle son günlerde bana, Türkiye gemisinin nereye gittiğini düşündürüyor.
AYM “Abbas Yalçın ve diğerleri” kararında 2014-2021 yılları arasında kendisine yapılan 30 civarında başvuruyu tek dosyada birleştirerek verdiği Hükmün Açıklanmasının Geri Bırakılması ile ilgili ihlal kararında şöyle diyor: “HAGB kurumunun bu şekilde uygulanması, hiç kuşkusuz aynı zamanda toplumun diğer mensuplarını da düşüncelerini serbestçe açıklamaktan ve toplantı ve gösterilere katılmaktan caydırır. Usulsüz yargılamalar sonucunda cezalandırılma korkusunun doğurduğu caydırıcı etki, toplumdaki ve kamuoyundaki farklı seslerin susturulmasına yol açar ve hiç kuşkusuz çoğulcu toplumun sürdürülebilmesine de engel olur.” Görüldüğü üzere AYM, ifade özgürlüğü ile toplantı ve gösteri özgürlüğünün serbestçe kullanılabilmesini toplumun temel ilerleme noktalarından görüyor, kabul ediyor. Ama bir de yaşayan Türkiye var.
Tabii ki, “emperyalist Batı”dan söz etmek mümkün. Peki “Batı’ya alternatif” veya “denge unsuru” olarak düşünülen Doğu ne durumda? Batılı emperyalistlerden daha acımasız diktatörlüklerle kendi halklarını ezdikleri ortada değil mi? Batı’ya dönersek… İki farklı Batı’dan söz etmek mümkün… Bir tarafta, demokrasi, hak hukuk adalet ve eşitlik konusunda elde ettiği kazanımlarıyla, toplumdaki ifade özgürlüğüne (dünyanın geri kalanına kıyasla) verdiği değerle çağdaş Batı… Madalyonun öteki yüzünde ise İsrail’i eleştiren sanatçıların kültür-sanat etkinliklerini iptal etmeye başlamış, yoksul ülkelerde yaşayanları neredeyse insan olarak görmeyen vahşi Batı...
Ben bir sonbahar çocuğuyum. Hep beklediğim, gelmesiyle mutlu olduğum zamanlar olageldi sonbahar zamanları benim. Bu sonbahar ise hem yaş dönümüme hem pandemiye denk geldi. Dünyanın neredeyse yeniden kurulduğu, bildiğimiz tüm kuralların değiştiği; o boşlukların, sessizliklerin bize çok daha fazla şey söylediği zamanlarda olduğumuzu düşündüm.
Süreyya Ağaoğlu'nun karakterinde beni en etkileyen kısım galiba, olan bitenler ne kadar umut kırıcı olursa olsun iyimser bir isyanla karşı koyabilme gücü oldu. Bunu, kırıp döken yok edici bir ezme ezilme savaşı gibi değil yaratıcı ve yeniden yaratıcı bir ruh gücü ve insana inanmışlıkla yapabilmesi ne büyük bir duruştu! Hümanizm bu olsa gerek dedim! İçindeki isyan hisleri her nasılsa hep çok güçlü kalabilmişti. Tıpkı, Fuat Köprülü’nün dönemlere göre değişen karakterinden bahsederken, “Türkiye’nin ezeli derdi opportunizmi çevremde çok izlediğim için bu tutumla davrananlara karşı içimden gelen isyan hisleri çok kuvvetli.” (s.86) derken olduğu gibi.
Beğenmeyebiliriz, despotik ve faşizan eğilimli bulabiliriz, ama iktidarın gerçekten de bir Türkiye hayali var. Kendilerince ülkenin iyiliğini istiyor ve o yönde güç birliği yapıyorlar. Geçen hafta Halil Berktay olayları özetlediği yazısına bir Fellini filmine nazire olarak ‘E la nave va’ (Ve gemi gidiyor) başlığını koymuştu… İktidarın gemisi olayların (dalgaların) arasından gitmeye devam ediyor ve görüldüğü kadarıyla da muhalifleri (aynen filmdeki şaşkın ve hayran kasabalılar gibi) geride bırakarak süzülüp gitmeye devam edecek.
Güvenlik bürokrasisindeki tasfiyeler, çetelere operasyonlar, Cumartesi Anneleri üzerinden ılımlılık mesajları, yargıda açıktan suç duyurularıyla, zehir gibi mektuplarla açığa çıkan mücadele, Cumhurbaşkanı seçilme oranı ile ilgili tartışma… Bunlar “keratalar arası sorun” denilip geçilecek işler midir?
İstanbul Sözleşmesi’nin feshi varlıkları tehdit altındaki kadınlar ve akibetlerini bilemediğimiz annesiz kalan çocuklar için daha büyük güvenceye, daha ileri bir hamleye yol açmayacaksa, telafisi imkânsız acıların faillerine cesaret veren bir vazgeçiş olarak tarihe yazılacaktır.
Ulaşmaya çalıştığımız maşeri vicdan, her inançtan ve her düşünceden iyi insanların bağırlarında yaşıyor ve iyi insanlar bu tür görüntüleri seyredemezler, onlardan kaçmanın kurtulmanın bir yolunu ararlar. Merhamet de yorulur, oysa bu uzun soluklu bir mücadele ve en az çocukları katleden terör kadar stratejik ve uzgörülü bir azme ihtiyacımız var.
Ardından bir haber daha aldık… Tatsız… Bu işleri iyi bilenler, ölçmüşler, biçmişler, hesaplamışlar ve sonunda “Buraya tamamen sportif tesis yapmak doğru değil. Bu bölgede ticari alanlar yaratmak lazım. Hem milletçe birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğumuz, ekonomimizin dış güçler tarafından çökertilmeye çalışıldığı şu günlerde paraya daha çok ihtiyacımız var” buyurmuşlar…
Mart ayından bugüne, yani üç aylık kısa bir zaman diliminde, dünyanın süper gücü Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşananları kabaca sıraladığımızda ortaya şöyle bir tablo çıkıyor.
Bence S-400 alımının tek anlamı, ya da mesaj içeriği var. Türkiye gözünü karartıyor. ‘Eğer Suriye’de bir Kürt oluşumu gerçekleşirse müdahale ederim. Gerekirse çatışırım. Onları koruyabilecek olanların da, başta ABD olmak üzere, o alanda bana karşı üstünlükleri hava üstünlüğüdür. Bunu da S-400’lerle dengeliyorum.’
Abe’nin ölümünden iki gün sonra büyük bir seçim başarısı yakalayan Liberal Demokrat Parti 1947’den beri barışseverlik normuna sahip çıkan Japon halkını bu sefer ikna edebilecek mi? Bir ülkenin ordu sahibi olup olmaması arasındaki tercihi belirleyen, bize laf-u güzaf gibi görünen ama aslında gücünü hukuktan ve kamuoyundan alan o ince çizgi Japonya’da yeniden çizilecek mi? Daha da önemlisi, sıklıkla “Yeni Soğuk Savaş” olarak adlandırılan bu dönemde Asya Pasifik bölgesindeki barışa silahlanmış bir Japonya mı, savunmada kalan bir Japonya mı daha fazla katkı sağlayacak?