Bundan birkaç gün önce, HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar şöyle bir açıklamada bulundu: “Mustafa Kemal Kürt sorununu çözmek istedi. M. Kemal Paşa Kürt sorununun ağırlığının ve ciddiyetinin farkındaydı. Bunu halk egemenliği ilkesine dayalı, bütünlüklü bir demokrasi fikriyle çözmeye çalıştı. O dönemler bu konuda çokça çaba harcandı.”
Deveye sormuşlar, “boynun neden eğri” diye; deve de “nerem doğru ki?” diye cevap vermiş. Bu açıklamayı yapan sayın Mithat Sancar, başta Kürt sorunu olmak üzere bu ülkedeki dini ve etnik azınlıklar hakkında gerekli bilgilere sahip, insan haklarına duyarlı bir hukuk profesörü. Şimdi bu birkaç cümlenin neresini düzeltmeli? Aslında külliyen yanlış bir fikir ve beyan ile karşı karşıyayız. İyi ama neden? Çünkü Osmanlı dönemini bir tarafa bırakırsak, Mustafa Kemal Cumhuriyet dönemindeki Kürt meselesinin sevapları ve günahlarıyla baş sorumlusudur.
Mustafa Kemal ordu müfettişi olarak İstanbul’dan ayrıldığı 15 Mayıs 1919’dan, Lozan Antlaşmasının imzalandığı 24 Temmuz 1923’e kadar, Kürt meselesini Yunan işgalinden sonra ikinci önemli mesele olarak ele almış ve oldukça planlı bir strateji ile yönetmeye çalışmıştır. Lozan Antlaşmasının imzalanmasına kadar, Mustafa Kemal’in Kürt meselesinin çözümüne yönelik bir yol haritası vardır ve bu yol haritası ile Kürtlere Sevr Antlaşmasında vaat edilmiş olanlardan geri durmak, daha düşük ve daha aşağı bir çözüm önermek istememektedir. Anadolu hareketinin başarıya ulaşması için Kürt halkının desteğine ihtiyaç duyan Mustafa Kemal, Lozan öncesinde ustaca bir stratejiyle Kürtlerin bağımsız bir siyasi oluşum etrafında bir araya gelmelerini engeller. Aynı dönemde Irak Kürdistanı’nda İngilizlere karşı ayaklanmış olan Şeyh Mahmut Berzenci hareketine silâh ve para desteği sağlayarak, Kürtlerin İngilizlere veya onlara “hamilik” yapabilecek diğer yabancı güçlere yakınlaşmasının da önünü keser.[1]
Sevr Antlaşması ve Kürtler
10 Ağustos 1920’de İtilaf devletleri ile Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalanan Sevr Barış Antlaşması’nın 62, 63 ve 64. maddelerinde, Kürtlerin ve üzerinde yaşadıkları toprakların (Kürdistan) geleceği ele alınmaktadır.
Md.62. “Fırat'ın doğusunda, ileride saptanacak Ermenistan'ın güney sınırının güneyinde ve ( … ) Suriye ve Irak ile Türkiye sınırının kuzeyinde, Kürtlerin sayıca üstün bulunduğu bölgelerin yerel özerkliğini, işbu Antlaşmanın yürürlüğe konulmasından başlayarak altı ay içinde ( … ) üç üyeden [ İngiliz, Fransız, İtalyan) oluşan bir Komisyon hazırlayacaktır. ( … )”
Md.63. “Osmanlı Hükümeti, 62. maddede öngörülen [hükümlerle ilgili kararları] üç ay içinde kabul etmeyi ve yürürlüğe koymayı şimdiden yükümlenir.”
Md.64. “İşbu Antlaşmanın yürürlüğe konuşundan bir yıl sonra, 62. maddede belirtilen bölgelerdeki Kürtler; bu bölgelerdeki nüfusun çoğunluğunun Türkiye'den bağımsız olmak istediklerini kanıtlayarak Milletler Cemiyetine başvururlarsa ve Konsey de bu nüfusun bu bağımsızlığa yetenekli olduğu görüşüne varırsa ve bu bağımsızlığı tanımayı Türkiye'ye salık verirse, Türkiye, bu tavsiyeye uymayı ve bu bölge üzerinde[ki] bütün haklarından ve sıfatlarından vazgeçmeyi, şimdiden yükümlenir ( …).”
“Bu vazgeçme gerçekleşirse ve gerçekleşeceği zaman, Kürdistan’ın şimdiye dek Musul ilinde kalmış kesiminde [İngiliz mandası altında] oturan Kürtlerin, bu bağımsız Kürt Devletine kendi istekleriyle katılmalarına Başlıca Müttefik Devletlerce [İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya] hiçbir karşı çıkışta bulunulmayacaktır.” (Baskın Oran, Türk Dış Politikası, s.130)
Kısacası Sevr Antlaşması, 62. madde ile Kürtlere teritoryal (toprağa dayalı) bir özerklik sağlarken, 64. madde ile “bağımsız Kürdistan”ın kapısını aralamaktaydı. Ancak Kürtler Sevr’den memnun değillerdi, zira 62. madde Kürdistan ile Ermenistan’ın sınırını netliğe kavuşturmuyor; 89. madde ile Ermenistan sınırının belirlenmesi ABD Başkanı Woodrow Wilson’a bırakılıyordu. Kürdistan’daki en önemli birkaç ilin Ermenistan’a bırakılacağı tehdidi, Kürtlerin Mustafa Kemal’i desteklemesi için yeterli bir nedendi. Kaldı ki Sevr bir yandan bağımsız bir Kürdistan vaat ederken, Kürdistan sınırları dâhilinde kabul ettiği Musul vilayetini İngiltere’ye bırakıyor; Urfa, Antep ve Mardin’i ise Fransız mandasına terk ediyordu. Hiç kuşkusuz Kürtler bu bölünmeye de razı değillerdi. Bu koşullarda Mustafa Kemal’in Misak-i Millî’yi “Türklerin ve Kürtlerin üzerinde yaşadığı topraklar” şeklinde ele alıp, Musul vilâyetini de içeren ortak bir vatan tasavvuru sunması, ırki veya etnik bir vurgudan kaçınarak mütemadiyen “anasır-ı İslâm”a işaret etmesi, Kürtlerin kendisini desteklemesini sağlayan diğer bir unsurdu.
Kürtlerin Mustafa Kemal’e desteği
Kürt toplumu ve sosyolojisini iyi bilen Mustafa Kemal, Kürtlerin desteğini kazanmada hiç de zorlanmadı. 1916’da Diyarbakır’da İkinci Ordu Kumandanı olarak görev yapmış; daha o dönemde aşiret reisleri, kenti eşrafı ve bölgede etkinliği olan şeyhlerle tanışmış; kimileriyle iyi dostluklar kurmuş ve kalplerini kazanmıştı (C.A. Bedirxan, Mektup:29). Diyarbakır’da bulunduğu sırada, karargâhının korunması amacıyla Kürtlerden bir tabur teşkil eden M. Kemal, bu taburun komutasını Kürt milli kıyafetleriyle gezen Dersimli Hasan Hayri Bey’e bırakmıştı (Zinar Silopî, Doza Kürdistan:50); Bedirxan:30).[2] 1919’daki Erzurum Kongresi’nden hemen sonra, önceden tanıştığı aşiret reislerine mektuplar yazıp, kısa bir sürede çoğunu yanına almayı başardı. 1921’de bazı Kürt aşiret reislerine gönderdiği mektuplarda, “Kürt halkının bağlılığını uzun süredir bilmekteyiz… Kürtler Türklere daima çok değerli yardımlarda bulunmuştur. İki halkın tek bir vücut oluşturduğu söylenebilir” diyordu (D. McDowall, Modern Kürt Tarihi, s. 258-62).
O sıralarda iki halkın gelecekteki ilişkileri hakkında pek fazla konuşmak istemeyen Mustafa Kemal, Türk- Kürt ilişkilerinin nasıl bir hukuki çerçeveye oturtulacağının dış tehditler püskürtüldükten sonra kararlaştırılacağını ileri sürüyordu. 24 Nisan 1920’de, Meclis’te verdiği bir demeçte şöyle diyordu: “…[B]u sınırlar içinde tek bir ulus olduğunu düşünmeyin. Bu sınırların içinde Türkler, Çerkezler ve çeşitli Müslüman unsurlar bulunmaktadır. Bu, çıkarları ve amaçları bütünüyle birleşmiş kardeş ulusların ulusal sınırıdır… bu sınırı belirleyen madde bizim çok büyük bir ilkemizdir. Bu, anayurdun sınırları içinde yaşayan her bir İslâmî unsurun tüm ırkını, geleceğini ve yaşam alanını tüm dürüstlüğüyle tanıyan ve karşılıklı olarak kabul eden bir ilkedir. Bu geleneğe ait hiçbir ayrıntı ve açıklama olmaması doğaldır, çünkü ayrıntıları anlatma ve açıklamalar yapmanın zamanı değildir. Allah’ın rızasıyla, varlığımızı kurtardıktan sonra bu kardeşler arasında çözülecek ve halledilecektir.” (McDowall:260-61)
Kürtlerin özerkliği
10 Şubat 1922’de Meclis, “Kürt ulusu için onların ulusal âdetleriyle uyumlu, özerk bir yönetim” kurma kararı aldı. Böylece bir Kürt Ulusal Meclisi kurulacak; ancak Kürt bölgesinin halkı tarafından seçilen genel valiyi kabul veya reddetme yetkisi Büyük Millet Meclisi’nde olacaktı. Kürt Ulusal Meclisi’nin yetkileriyle ilgili olarak 16. maddede, “Kürt Ulusal Meclisi’nin ilk görevi hukuk ve tıp fakültelerini içeren bir üniversite kurmaktır” deniliyordu (McDowall:258, Olson:40).
M. Kemal’in Kürtler için vaat ettikleri, Lozan Antlaşması imzalanana kadar, Sevr’de Kürtler için vaat edilmiş olanlardan daha aşağı değildi. 23 Nisan 1920’de açılan Birinci Meclis’te Kürdistan ve Lazistan milletvekillerinin yer alması, İsmet İnönü başkanlığındaki Lozan heyetinin kendisini Türkler ve Kürtlerin temsilcisi olarak sunması[3], BMM’deki Kürt mebusların Lozan heyetine desteği, işlerin Mustafa Kemal’in arzu ettiği minvalde yürümesini sağlamıştı. Birinci Meclis’e 22 Kürt ilinden 118 milletvekili seçilmişti. Musul sorunun ele alındığı Meclis’teki oturumların birinde, Hakkari Milletvekili olarak “belirlenmiş” Mazhar Müfit Kansu[4], “Ben Kürd milletvekiliyim” diyerek Lozan’daki heyetin elini güçlendirmeye çalışmıştı (İsmail Göldaş, Lozan “Biz Türkler ve Kürtler” (Avesta), s. 172).
Lozan görüşmeleri sırasında Lord Curzon, Ocak 1923’te Kürtlerin hakları ve siyasi statülerinden söz edince, İsmet İnönü şu cevabı verdi: “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti Türklerin hükümeti olduğu kadar Kürtlerin de hükümetidir, çünkü Kürtlerin gerçek ve meşru temsilcileri Meclis’te bulunmakta ve hem hükümette, hem de ülkenin yönetiminde Türk temsilcilerle aynı ölçüde görev almaktadırlar” (McDowall:264).
Mustafa Kemal de Ocak 1923'te İzmit'te yaptığı konuşmada, Meclis’in iki halkın temsilcilerinden oluştuğunu vurgulayacaktı: “…başlı başına bir Kürtlük tasavvur etmektense, bizim anayasa gereğince zaten bir tür yerel özerklikler oluşacaktır. O halde hangi ilin halkı Kürt ise onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye'nin halkı söz konusu olurken, onları da birlikte ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman, bundan kendilerine ait mesele çıkarmaları daima beklenir. Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Kürtlerin ve hem de Türklerin yetkili vekillerinden oluşur ve bu iki unsur bütün menfaatlerini ve kaderlerini birleştirmiştir. Yani onlar bilirler ki bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmeye kalkışmak olmaz.”
Lozan bir dönüm noktasıdır
Lozan, Kürt meselesi açısından bir dönüm noktası oldu. 24 Temmuz 1924’te Lozan Antlaşması imzalandığında, M. Kemal’in Kürt meselesine yönelik tavrı derhal değişti. Kardeşler arasında çözülecek ve halledilecek mesele, artık “kardeşçe” çözülebilirdi. Önce Anayasa’dan işe başlandı. Türkiye tarihinin en demokratik anayasasında, Lozan imzalandıktan yaklaşık üç ay sonra, 29.10.1923’te kimi değişiklikler yapıldı. 1921 anayasasında resmi dil ifadesi yoktu; yapılan ilk değişiklikle 2. maddeye, “Türkiye devletinin dini İslam’dır, resmi lisanı Türkçedir” ibaresi eklendi. Sizce 1876 Kanuni Esasi’sinde yer alan ve Osmanlı’yı dağılmaya götüren “devletin lisani resmisi Türkçedir” (18. madde) ifadesi, 1921 anayasası hazırlanırken unutulmuş muydu? Kuşkusuz unutulmamıştı ama bu işe, Mustafa Kemal’in deyimiyle “varlık kurtarıldıktan” sonra bakılacaktı. Yine Mustafa Kemal’in “bizim anayasa gereğince zaten bir tür yerel özerklikler oluşacaktır” ifadesi, 1921 anayasasının 11. maddesine dayalıydı. Vilayetlere muhtariyet tanıyan bu madde, yapılan değişiklikle tamamen kaldırıldı. Yaklaşık altı ay sonra, 20.04.1924’te yeni anayasa kabul edildi. Ancak bu “hayatî” değişiklikler zaten alelacele yapılmıştı.
14 Haziran 1925’te Mustafa Kemal, Meclis Başkanı M. Abdülhalik Renda’dan, Şarkı ziyaret edip, vaziyeti tetkik ederek bir rapor hazırlamasını istedi. 17 Temmuz’da yola çıkan Renda, Diyarbakır, Mardin, Siirt, Muş, Elazığ, Dersim, Malatya, Maraş, Bitlis ve Van gibi illeri ve kimi ilçeleri dolaşarak dönüp, 8 Eylül’de Gazi Paşa ile görüştü. M. Kemal kendisine, “Adem-i merkeziyet ile o yerlerin idaresi nasıl olabilir? Balkan Harbi’nden evvelki cereyanları biliyorsunuz. Burada böyle bir vaziyet olur mu?” diye sorunca, Renda, “Kanaatime göre bu yayla üzerinde iki ayrı idare olmaz” diye cevap verdi (M. Abülhalik Renda, Hatırat, s. 298).
Aslında Mustafa Kemal, “Balkan Harbi’nden evvelki cereyanları biliyorsunuz. Burada böyle bir vaziyet olur mu?” diye sorduğunda, Kürtlerin inkâr ve asimilasyonu kabul etmeyeceğini biliyordu. Balkanlardaki cereyanlara Avrupa ve Rusya her zaman destek çıkmaya hazırdı. Ancak olası bir Kürt “cereyanı”nda, Türkiye bastırmada kifayetsiz kaldığında dahi, Ağrı hadisesinde olduğu gibi sadece İran yardıma hazırdı. Nitekim Mustafa Kemal’in beklediği şekilde de oldu; “cereyanlar” peş peşe baş gösterdi. Maalesef Mustafa Kemal, sorunu HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar’ın anlattığı şekilde, halk egemenliği ilkesine dayalı, bütünlüklü bir demokrasi fikriyle çözmeye çalışmadı. Çözmek isteseydi, çok rahatlıkla çözebilirdi. Hattâ Mustafa Kemal için o zaman Kürt meselesini demokratik bir temelde çözmek, bir şapka devrimi, hele hele bir harf devriminden daha kolaydı. Fakat o zamanlar Kürt meselesini tedip, tenkil, imha ve asimilasyon yoluyla çözmeye çalıştı.
Kürt meselesinin çözümünde, “benden Dersim yasalarını istemeyin” diyen sağcı Süleyman Demirel bile Kemalistlerden daha samimiydi. Çözüm için “solcu” Kemalistlerden bugüne kadar bir girişim olmadı. Ancak sağ cenahtan Özal ve Erdoğan çok ciddi iki girişimde bulundu. Hattâ Cumhurbaşkanı Erdoğan, çözüm yolunda Türkiye kamuoyunu yüzde 80 civarında ikna ederek, en önemli psikolojik eşiği geride bıraktı. Lâkin HDP, o zamana kadar dünyada örneği olmayan, külliyen hatalı bir politika ve basiretsizlikle, AK Parti iktidarını ve bizzat Erdoğan’ı hedef alınca süreç çöktü. Oysa yapılması gereken, hayati risk üstlenmiş muhatabın elini güçlendirmek ve ona destek sağlamaktı. Ancak HDP, “seni başkan yaptırmayacağız” politikasıyla her şeyi berbat etmekle kalmadı, AK Parti’yi de MHP’ye mecbur etti.
Bence HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar, Mustafa Kemal’i Kürtler nezdinde şirin göstereceğine, iki noktada Kürt halkına bir açıklamada bulunmalıdır: (1) HDP barış süreci döneminde neden seçmeli Kürtçe derslerine karşı çıktı? Eğer destekleseydi, o zaman üç milyon Kürt çocuğu bu seçmeli dersleri alırdı ve bugün milyonlarca Kürtçe okuyup yazan öğrenci, binlerce de Kürtçe öğretmeni olurdu. (2) Neden HDP, belediyelerin önlerine kazılan hendeklere ciddi bir tepki göstermedi? Eğer HDP milyonlarca seçmeni ve kitlesiyle bu yanlışa karşı dursaydı, bunca acılar yaşanır ve yüzbinlerce Kürt yerinden yurdundan olur muydu? Belediyelere kayyım atanır, HDP Genel Başkanı hapishaneye atılır mıydı?
Bu soruların samimi cevaplarını HDP’den beklemek, Kürtlerin ve bütün Türkiye toplumunun hakkıdır.
[1] M. Kemal 1921 yılında, kendisini Özdemir Paşa diye tanıtan Mısır Çerkezlerinden Ali Şefik’i bir grup asker ile beraber Irak Kürdistanı’na gönderir. Aşiretlere gıda, para ve silâh yardımında bulunan Özdemir Paşa, Revanduz’da bir karargâh kurarak, 1921-22 yıllarında faaliyet gösterir. Bkz. Refik Hilmi, Anılar, Şeyh Mahmud Hareketi (Nujen Yayınları), s. 51.
[2] Hasan Hayri Kanko (1881-1925). 20 Ağustos 1916’da binbaşılığa terfi ettirilen Hasan Hayri, Birinci Meclis’e Dêrsim milletvekili olarak atanmış; sonra “Şeyh Sait isyanına katıldığı” savıyla 22 Kasım 1925’te idam edilmiştir. Emir Celadet Ali Bedirxan, Kürtlerden oluşan taburun kıyafetinin de tamamen Kürt tarzı olduğunu; şal, şapik ve kolos giydiklerini, Kürt hançeri taktıklarını ve emirleri Kürtçe aldıklarını yazıyor. Bedirxan’a göre bu uygulama, Osmanlı ordusunda Kürtlere ilk defa yapılmış bir cemile idi. Bkz. Emir Celadet Ali Bedirxan, Mustafa Kemal’e Mektup (Doz. Yayınları), s. 30.
[3] Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım adlı eserinde, Lozan’a gidecek heyete İsmet Paşa’nın kendi önerisi üzerine başkan seçildiğini yazar. Ancak aslen Arnavut, fikren “Türkçü, Turancı” olan Rıza Nur, İsmet Paşa’nın “Kürt olduğunu” sonradan “öğrenince” (?), “bir Abazanın atılmasına, fakat yerine bir Bitlisli Kürdün geçmesine sebep olmuşum” diyerek üzüntüsünü dile getirir. Rıza Nur, İsmet Paşa’dan önce Lozan heyeti başkanlığı için Rauf Beyin (Orbay) adının geçtiğini belirtir. Rauf Bey için, “Rauf Abaza. Abaza gayretini güttüğünü gözlerimle gördüm. Türkün bir işini görecek bir Türk yok mu? “ diyerek Rauf Bey’in atanmasına karşı çıkar (Göldaş:16). Üstelik Rıza Nur, İsmet İnönü’nün Lozan’da kendisine mütemadiyen, “Gel, şu Musul’u verelim de kurtulalım” dediğini; kendisinin ise “Olmaz, Musul bizim en mühim yerimizdir. Orası böğrümüzdür. Böğrümüze hücum oradan olur. Hem de başımıza bir Kürdistan fikri çıkar. Çalışalım, kurtulma ihtimali vardır” dediğini aktararak İsmet İnönü’yü töhmet altında bırakır (R. Nur, Lozan Hatıraları, s. 68).
[4] Mazhar Müfit Kansu (1873-1948). Hakkâri, Denizli ve Çoruh milletvekilliği yapan Kansu, Bitlis ve Elazığ valiliği görevlerinin yanı sıra, 1925’te Şark İstiklâl Mahkemesi Başkanıydı.