Bir yönüyle, emperyalizm ve anti-emperyalizm sorunsalını Leninist jenerikleştirilmesi ve mutlaklaştırılmasından kurtarmaya, bunun için de tarihselleştirmeye çalışıyorum. Geçmiş imparatorluklar ve emperyalizmler arasında geziniyorum. Çünkü böyle bir arayış bizi Marksist paradigmanın inanılmışlığının, inançlaşmışlığının dışına çıkarıyor. Emperyalizmin illâ ve sırf kapitalizmden (veya tekelci kapitalizmden) kaynaklanmayabileceğine dair bazı komparatif ipuçları sunuyor.
İmparatorluklar İÖ 3. binyıldan beri hep var. Farklı çağların kendine özgü maddî-teknik eşiklerine oturuyorlar. Buradan çeşitli “avadanlık”lar türüyor ve her bir imparatorluğun/emperyalizmin dış erişimi ya da efektif eylem yarıçapını belirliyor. Erken dönem kara imparatorlukları, (1a) bizatihî devletin varlığı; (1b) ordu ve ikmal sistemleri; (1c) metal (tunç veya demir) kesici-delici silâh ve zırhlar; (1d) bitişik alanların birinden diğerine yürüyerek gidebilmek… gibi çok basit yapıtaşları üzerinde yükseliyor. Derken 1500 dolaylarından itibaren (2a) yüksek bordalı ahşap yelkenliler; (2b) borda topları; (2c) ateşli piyade silâhları; (2d) coğrafya, matematik, astronomi; (2e) yazıya ve matbuata dayalı kültür birikimi ve insanlık bilgisi… temelinde, ilk büyük deniz imparatorlukları vücut buluyor. 1800’e gelindiğinde, (bir hesaba göre) dünyanın yüzde 39 kadarı Avrupalılara ait. Bu, Avrupa’nın kendi yüzölçümü artı yüzde 32 demek. Öte yandan, 16. ve 17. yüzyıllarda hızla genişlemişler ama 18. yüzyılın ilk yarısında artık duralıyorlar. Çünkü ele geçirmişler, mevcut imparatorluk âlet edevatıyla ele geçirilebilecek toprakları. Bütün deniz ve okyanus bağlantılarını öğrenmişler. Bu büyük bir avantaj. Ama kıyı şeritlerinden içeri, anakaraların kalbine çok fazla giremiyorlar.
Derken üçüncü büyük “emperyal avadanlık” ve bu sayede üçüncü büyük dalga (ya da, deniz imparatorluklarının ikinci dalgası) çıkageliyor. Bu, yepyeni bir Buhar ve Çelik uygarlığı. Gerçi Sanayi Devrimi daha 1770’lerde başlamış. Ama ancak zamanla, hafif sanayiden (pamuklu dokumalardan) ağır sanayiye sıçrıyor. 1850’lerden itibaren, (3a) eski (2000 tonluk) ahşap yelkenlilerin yerini (15-20,000 tonluk) buharlı zırhlılar; (3b) ağızdan dolma, 200 metre menzilli, kısa ve tıkız borda toplarının yerini 10-15-20 kilometre menzilli, döner taretlere yerleştirilmiş, arkadan (mekanizmadan) dolma uzun namlulu toplar; (3c) en çok 60-70 kiloluk güllelerin yerini 400-500 kiloyu bulan konik patlayıcı mermiler alıyor. (3d) Arkadan dolma, seri atışlı piyade tüfekleri ve 1880’lerden itibaren de makinalı tüfek, Avrupa ordularının ateş gücünü büsbütün arttırıyor. (3e) Yağmur ormanlarını açarak kıyılardan içeri demiryolları döşüyor; raylar boyunca diktikleri telgraf direkleri ve deniz dibi kablolarıyla, araziden faraza Londra ile “reel zaman”da haberleşmeyi mümkün kılıyorlar. Bunlara (3f) tıptaki muazzam gelişme eşlik ediyor. Bir yandan bilim, hastalıkların mikroplardan kaynaklandığı teorisinde (germ theory of disease) birleşiyor. Diğer yandan, kimya ve dolayısıyla ecza sanayileri, o zamana kadar Avrupalıların önünü kesen sıtmanın, uyku hastalığının ve tropikal hummaların ilâçla tedavisini mümkün kılıyor.
Hepsinin bileşik sonucu, 1875-1914 arasının Yeni Emperyalizmi. Tarihçiler böyle adlandırıyor. Çünkü onların bir “öncekiler” nosyonu var. Lenin ise kestirmeden emperyalizm diyor. Çünkü tarihçi değil politikacı. Öyle veya böyle; Avrupa ile Avrupa-dışı, Batı ile Doğu arasındaki askerî güç dengesizliği maksimum noktasında. Zırha bürünmüş o nâmerd eller (drednotlar, Çanakkale). Biraz genellenmiş hali: Garbın âfâkını sarmış çelik zırhlı duvar (İstiklâl Marşı). Müthiş bir yarış başlıyor, başta Afrika’nın içleri, yeryüzünün paylaşılmasını tamamlamak için. 1900’e gelindiğinde, sahipsiz toprak yok artık. Olgu işte bu. Beraberinde teoriyi getiriyor. Tartışmaları, açıklama çabalarını, emperyalizm teorilerini getiriyor.