Halil Berktay

E la nave va

Bir Fellini filmi (1983). Bizde “Ve Gemi Gidiyor” başlığıyla oynadı. Olanca sürrealist absürditesiyle son günlerde bana, Türkiye gemisinin nereye gittiğini düşündürüyor.

Büyük yalnızlık

29 Ekim geçti; 10 Kasım yaklaşırken, üniversitedeki Müzik Kulübü’nün yöneticileri uğradı ofisime. “Hocam, biz Atatürk’ü anmak istiyoruz 75. ölüm yıldönümünde; niyetimiz, sevdiği bazı şarkıları kendimiz çalmak; siz müzikle çok ilgilisiniz, bir konuşma yapar mısınız bu konuda?” Yok, dedim, parçaları yorumlayamam, ama buradan hareketle, belki, kamusal kimliğinin gölgelediği bireysel kimliğine bir pencere açmayı deneyebilirim. Öyle de oldu. Yaslı, alçak gönüllü bir saat geçti. Oturumun genel başlığını “O’nun da bir iç dünyası vardı” koymuşlardı. Ben kendim “Büyük yalnızlığı”ndan söz ettim. Ana fikirlerini, temel yapısını korumakla birlikte, düzelterek ve çok genişleterek sunuyorum.

Devrimler ve asimetrileri

Cumhuriyetin 100. yılı münasebetiyle, çalıştığım üniversitede de 24 Ekim’de bir panel yapıldı. Teklifçisi, organizatörü, moderatörü ve ilk konuşmacısı konumundaydım. Gecikmeli de olsa, söylediklerimin yer yer oldukça genişletilmiş (söylemek isteyip zaman yetmeyeceği için atladıklarımı da içeren) bir versiyonunu ilişikte sunuyorum: “Türkiye farklı ve zıt mahallelerini aşamadı. Gerçek anlamıyla tek bir toplum olamadı. Cumhuriyetin bütün modernleşme hamleleri ve başarılarıyla birlikte, bu olumsuz mirasını da el’an yaşıyor ve taşıyoruz. Ve sanırım, bu Cumhuriyetin 100. Yılını tam nasıl kutlayacağımızı bilemeyişimize de yansıyor.”

Putin ve Prigozhin (3) Batı düşmanlığının iki varyantı

Genel ve özel. Her gün kullanırız, üzerinde fazla düşünmeden. Ama bunlar bilimde önemli kavramlar. Felsefî açıdan da önemli, metodolojik açıdan da. Biri olmadan diğeri olamıyor. Arada diyalektik bir ilişki söz konusu. Genel, daima çeşitli özellerden oluşturulan, onların üzerinde yükselen bir genel. Özel ise daima bir genelin içinde mevcut. Bunu anladığınızda, birçok problem çözülebilir hale geliyor.

Putin ve Prigozhin (2) Devlet ile katil, sonra isyancı, içiçe

Wagner özel örgütünün kısa süreli isyan denemesinin de, benim bu konuya girişimin de üzerinden hayli zaman geçti (bkz “‘Derin Yumurtlayıcı’ Putin’in ucube çocuğu Prigozhin,” 24 Haziran 2023). Fakat olayın üzerindeki esrar perdesi kalkmadı. Tersine, durum büsbütün garipleşti. Putin rejiminin niteliği, devlet gücünün kapsamı, rakip odaklar ve olası çatlaklar, iktidarın kolunun nereye uzanıp uzanamadığı… hep tartışılır hale geldi.

Nazilerin kitap yakmasından ne farkı var?

“Tarihten ders çıkarmak” der dururuz. Galiba kimse çıkarmıyor. Bir, öyle objektif, herkes için ortak dersler diye bir şey yok. İki, hafıza-yı beşer nisyan ile malûl. Sürekli unutuyor. Hem de özellikle özgürlükle (ve sınırlarıyla) ilgili olanları, çoğulculukla ilgili olanları, birlikte yaşamakla ilgili olanları, “öteki”lerle ve empatiyle ilgili olanları unutuyor. Kendini başkalarının yerine koymayı unutuyor. Medeniyet dediğimiz şey, vahşet ve şiddet potansiyelimizin üzerine vurulmuş sığ bir cilâ. Okul, aile, medya, kamusal alan: toplumsal bellek sürekli canlı tutulmazsa, demokratik değerler hayatımızın her zerresine nüfuz etmezse, kâh o tarafın kâh bu tarafın Momika benzeri veya muadili (simetriği) fanatiklerince delik deşik edilebiliyor.

Salwan Momika

Küfretmek ihtiyacındayım. İÖ 4. yüzyılda, Herostratos’un sırf meşhur olmak uğruna, İlkçağda “Dünyanın Yedi Harika”sından biri sayılan Efes’teki ikinci Artemis tapınağını (560-356) kundaklamasını hatırlatan, aşağılık pis cıvık habis şuursuz şımarık sırıtkan yaratık.

“Derin Yumurtlayıcı” Putin’in ucube çocuğu Prigozhin

Geçmiş efsaneler âlemini andıran zamanlarda yaşıyoruz. Pamuk Prenses’te zalim bir kraliçe vardır. Her sabah aynasının karşısına geçip sorar: Ayna ayna, söyle bana / Benden güzeli var mı bu dünyada? Uzun süre tabii yok cevabı alır. Derken bir gün ayna var, der: Pamuk Prenses (Snow White’tan doğru çevirisi Karbeyaz). Sonrasında kraliçe, kâh öldürülmesi için baş avcısına teslim ederek, kâh bizzat zehirli elma yedirerek, Pamuk Prenses’i nasıl yok edebileceğine odaklanır.

Erzurum’un ardından: Bugün Süleyman Soylu; 1946-50’de Recep Peker

Cumhurbaşkanı Erdoğan, iyi ki 14 Mayıs’ı seçmiş genel seçimler için. Beklenmedik, kastedilmemiş, planlanmamış sonuçlar yasası. Herhalde hiç ummadığı paralellikler giderek çoğalıyor. 1950’de ve 2023’te Türkiye’nin nasıl bir demokratik geçiş yaşadığı, giderek netlik kazanıyor.

Bir kadın: Canan Aydın Bıçak; bir erkek: Roni Margulies

İşe bakın ki bu seçim kampanyasında bazı şeyler tersine dönmüş, başaşağı duruyor. Muhalefetin cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu, ekonomik sorunları öne çıkarıyor. Soğan fiyatları üzerinden hayat pahalılığının, geçim sıkıntısının altını çiziyor. Buna karşı iktidar medyası ve yazarları, sen soğanı bırak, İHA’lara, SİHA’lar bak diyor. Sağın önemli-önemsiz ayırımı bu şekilde.

Herkes (ve bilhassa erkekler) için ibret öyküleri: “Kadınlar AK Parti Dönemini Anlatıyor”

Dar anlamda siyasetten, saf değiştirme ve oy kazanma-kaybetme olasılıklarından söz etmiyorum. Derinlerde başka bir süreç işliyor. Sanki tektonik plakalar yer değiştiriyor. Müslüman kadınlar bir dönüşümün başını çekiyor. Aşırı-muhafazakâr erkeklerin korktuğu kadar var. Biraz kaba ve sert söyleyeceğim; değme kibirli erkek, değme kibirli solcu, kibirli Kemalist, kibirli sosyalist erkek, böyle düşünemez ve yazamaz. Sekterlikten böylesine uzak bir bütünlük ve kucaklayıcılık ortaya koyamaz. Bu mülâkatlardaki içtenlik, eleştirellik, kültürel ve entellektüel birikim, derli topluluk, içsel tutarlılık, Türkiye toplumunda önemli bir toprak kaymasına işaret ediyor.

Büyük Aptallık Ayları

Şu soruları sormuştum, dünkü yazımın sonunda: AK Parti liderliği, örgütü, kadroları, medyası… nasıl oldu da 2015’te, 2018’de, 2019’da ve şimdi de 2023’te, “işte bu seçim çok önemli, bu seçim hayat memat meselesi, bunu mutlaka kazanmak zorundayız” demek noktasına geldi? Zamanın akışı nasıl normaliteden çıktı, kalıcı ve kesintisiz bir anormaliteye dönüştü?

“C’est la lutte finale”

“Bu kavga en sonuncu kavgamızdır artık...” Enternasyonal marşının ünlü nakaratının ilk dizesi. O günün, 1870’lerin ve 80’lerin bilinciyle, sosyalist devrim son bir kavga. Bu da kazanılacak ve insanlık düze çıkacak. Hayır, bu, ancak bütün dünyada üretici güçlerin eşit ve çok ileri bir gelişmişlik düzeyine gelmesiyle ulaşılacak, “sosyalizmin ikinci aşaması” anlamında bir komünist toplum değil. Eugene Pottier (1871’de) bu sözcükleri kaleme aldığında, Marx “Gotha Programının Eleştirisi” (1875) çerçevesinde henüz sosyalizmi böyle aşamalandırmamış; bu ekstra sofistike teoriyi ortaya atmamış (ki bana göre, sınıfsız toplum için, ölme eşeğim ölme misali, ne kadar çok beklemek gerekeceğinin itirafı demek). Dolayısıyla şair hayli dar ve kısa vâdeli bir olayı kastediyor. Gerçekten tek bir büyük hamleyle bütün sorunların çözüleceğini hayal ediyor.

Perinçek fenomeni (3) Harry Potter masalları

Buldum, değerli okuyucular. Ben buldum. Meral Akşener’in 3 Mart’ta Altılı Masa’dan ayrılmasının ardından, Ankara’daki bütün “operasyon şefleri”nin Altılı Masa’yı Amerikan emperyalizminin çıkarları doğrultusunda restore etmek için alelacele hangi “gizli karargâh”ta toplandığını buldum.

Perinçek fenomeni (2) Büyük 2002 balonu

Üniversite mezunu. Hattâ doktorası var. Ankara Hukuk’ta asistanlık da yaptı bir süre. Öğrenci önüne çıktı. Ders verdi. Bir dönem Marksizmle haşır neşirdi, ki (başka her şey eşit olmak kaydıyla) bu da hayli önemlidir, zihinsel kapasite açısından. Özetle, akıl mantık nedir, az buçuk bilmesi gerekir. Fakat heyhat! Geçen gün de söylediğim gibi, bir noktadan sonra tuhaf bir şeyler oluyor bu kişiye. Bütün düşünsel insicamını yitiriyor. Öyle ki, aldığı son siyasî virajın, ya da ortaya attığı son siyasî iddianın garabeti dahi (kendi başına ne kadar korkunç olursa olsun) ikinci plana düşüyor. Açıklama tarzının veya sarıldığı mazeretin garabeti, onun fersah fersah önüne geçiyor.

Perinçek fenomeni (1) Kendine peygamber

Son marifetleri. (1) Kendini resmen de iktidar ortaklığına lâyık gördü. Geçmişte yüzde 0.18, yüzde 0.37, en fazla yüzde 0.44 oy almış olmasına karşın, kendinde muazzam bir güç vehmederek, “kaosu önleyecek” yeni bir hükümet mimarisi, bir AK Parti + MHP + Vatan Partisi koalisyonu önerdi. Hiç aldıran olmadı. En ufak bir yankı getirmedi. (2) Altılı Masa dağıldı sandı, kutlamaya girişti. Derken dağılmadığı anlaşıldı. Ankara’daki mevhum bir “gizli karargâh”ta yabancı “operasyon şefleri”nin hemen toplanıp sorunu çözdüğünü iddia etti. (3) Cumhur İttifakı’na katılmak için bizzat Erdoğan’a başvurdu. Reddedildi. (4) Cumhurbaşkanı adaylığı için 100,000 imza toplamaya kalktı. Dörtte birine ancak ulaşabildi. Fakat inancı sarsılmadı. Bir kere daha her şeyi, illâ Vatan Partisi’nin (kendisinin) yolunu kesmek isteyen Amerikan emperyalizmine izafe etti.

İngiltere ve Türkiye: IRA ve PKK; MİT ve MI5; Londonderry ve Oslo

Sadece Robert diye bildiğimiz bu eski MI5 yetkilisinin, olanca sorumluluğunu tek başına üstlenerek, bir bakıma teşkilâtına ve hükümetine ihanet edercesine barışı zorlamasının (ve sonuç almasının), MİT ile PKK arasında 2009’da cereyan ettiğini çok sonra öğrendiğimiz Oslo görüşmelerindeki karşılığı ne olabilirdi? Hayır, hiç olamazdı kuşkusuz. Ama bunu düşünmek, ülkeler arası karşılaştırmalar bakımından da, kültürler arası karşılaştırmalar bakımından da, politikaya ve politikacılara ilişkin karşılaştımalar bakımından da, bir tarihçi olarak çok ilginç geldi bana.

Bahçeli fenomeni: Kendine canavar

İki nokta hemen göze çarpıyor: (1) İnanılmaz bir dil. Canhıraş. Çığrından çıkmış. Sürekli suçluyor. Nefret, öfke ve düşmanlık saçıyor. Habire sıfatlarla konuşuyor. Kelime sayıp yüzdeye vursanız, hakaret ve aşağılama sözcükleri çok büyük bir yer tutuyor. (2) Ama aynı zamanda, sürekli ortak acılardan dem vuruyor; hele deprem sonrası ortamda, barış ve kutuplaşmayı kışkırtmama nutukları atıyor. En komiği: arada bir demokrasiden de dem vuruyor. Aynı konuşmalarda, hem tribünlerden “hükümet istifa” sesleri duyuldu diye maçların seyircisiz oynanmasını istiyor. Hem de kendisine ve partisine demokratlığı yakıştırıyor. Türkiye’nin aradığı “demokratik” enerjiyi başkanlık sisteminde ve şimdiki hükümette bulduğunu savunuyor.

Aklıma takılanlar

Uğultulu bir ayı geride bıraktık. Önce deprem geldi. İdrakimizi aşan acılara yol açtı. Geride, henüz kaldırılmamış, kaldırılması ve telâfisinin maliyeti ölçülemeyen, dolayısıyla kimin, ne zaman kaldıracağı yaklaşan seçimde başlı başına bir faktör haline gelen (ama bu boyutu belki henüz farkedilmeyen) muazzam bir enkaz bıraktı. Üzerine Akşener krizi bindi. Patladı ve aşıldı. Çözümü, Türkiye’de pek alışık olmadığımız bir anlayış ve üslûpla gerçekleşti. 14 Mayıs’ın kaderi galiba hakikaten 7 Mart’ta belirlendi. Bunun da siyaset sahnesinde nasıl bir dönüm noktası demek olduğunu, herhalde ancak zamanla anlayacağız.

“Devlet” fetişizmi bu kez net fos çıktı

Müşterilerimize önemli uyarı: Ortalıkta çok fazla müstamel, elden düşme politikacı paçavrası var. Sanıldığı gibi devletin gizli temsilcisi, hayalî bir üst akıldan telkin veya talimat alıyor da değiller. Kendileri devletçi-milliyetçi ideolojiyi içselleştirmiş. Bunlar böyle bir tür sağcı. Kendi sağcı akılları veya akılsızlıklarıyla hareket ediyorlar. Birtakım esrarengiz pozlara bürünebiliyorlar. Fakat bazen, kendilerini dev aynasında gördüklerinden, yanlış hesap yapıyor ve düşüp cascavlak ortada kalıyorlar. Şimdilerde bunlara bir yenisi eklendi. Dikkat edin. Aldanmayın. Güvenmeyin. Yanaşmayın. Reklâmına ve üzerindeki fiyata kanmayın. Yalancıdır. Tapon maldır. En önemlisi, sakın teorileştirmeye kalkmayın. -- Toptancı Halinden, ilânen duyurulur.

Bazen kurnazlık, aptallık demektir

Ve tarih çoğu zaman dirayet ve basiret üzerinden değil, akılcı bireylerin mantıklı hesaplarının doğru çıkmasıyla değil, yanlışlar üzerinden, en iyi hazırlandığı sanılan planların çürük çıkmasıyla ilerliyor. Marksizm (ve diğer bazı tarih felsefeleri), geçmişten geleceğe teşmil edilebilecek evrensel bazı toplumsal gelişme yasaları düşledi. Bu da yanlış. Yanlış çıktı. Belki bir tek yasa var, bugün kabul edebileceğim: “Öngörülmemiş, düşünülmemiş, kastedilmemiş sonuçlar yasası.” Bir amaç güdüyorsunuz. Bu uğurda bir şey yapıyorsunuz. Hiç tasavvur etmediğiniz yerlere uzanıyor.

Terakki (3) Modern köylü kronikleri: Çerkeşli Hamdi’den Hataylı Taha’ya

Bütün geleneksel tarım toplumları gibi gerek Avrupa Ortaçağı, gerekse Osmanlı devleti kendi özel hukukî kılığını giydirir köylüsüne. Onu özerk küçük üretim faaliyetinin evrenselliği içinde bırakmaz; kendine râm eder. Üzerine oturur, vergi-rant ödeyici tebası olarak yeniden tanımlar. Bağımlılaştırır ve özelleştirir. Kâh malikâne sayımlarına, kâh tahrir defterlerine kaydeder. Yüzyıllar sonra bazıları sosyo-ekonomik tarih yaptığını zanneder, bu defterler üzerinden. Dikkatli olmazlarsa, köylüye yaklaşımlarında devletin hukukî kategorilerinin ötesine geçemezler.

Terakki (2) Kralların ve sultanların kronikleri

Güzin Sarıoğlu’nun Taha Duymaz yazısını (19 Şubat 2023) okuduğumda düşündüm; bu bir tür köylü kroniği aslında. Daha doğrusu, Taha Duymaz’ın hayatı zaten bir köylü kroniği de, Sarıoğlu üslûbuyla, anlatımıyla, yirmi yıldan ibaret bir yaşam öyküsünün satırbaşlarını veriş tarzıyla bunu iyice hissettiriyor insana. Yazının popülerliği, rekor düzeyde okunması da biraz, yakaladığı bu epik-trajik damarla ilgili olmalı. Oysa janrın genelinde bu yok. Özellikle devletten ve hâkim sınıflardan kaynaklanan kroniklerde hiç yok. O kerte, bireysel devamlılığa, iç dünyalara, kişisel özlem ve acılara açılmıyor.

Terakki (1) Nâzım’ın iyimserliği

Asrî Yusuf: / “—Öf be!” dedi, / “ne de olsa epeyce yürümüşüz…” / Çıkardı şapkasını. / “Hey anasını, ne zamanlarmış,” diye düşündü, / “dünyaya biraz geç gelmişiz, şükür!” / Bir kumarbaz sevinci duydu: / dubara atmak da mümkünken / atmamış olmanın sevinci.

Elin gâvuru

Diyelim gene Pasifik’te bir tayfun ve tsunami. Ya da Batı kıyısında muazzam bir deprem. Türkiye’de nasıl algılanırdı? Takımlar kollarında siyah bantlarla mı sahaya çıkardı? Yoksa, bana ne elin gâvurundan mı denirdi?

Hazreti Lenin

Yaşadığımız şu acı ve ölüm dolu günlerde, gene Türkiye’nin tuhaflıklarından söz etmek çok da yersiz kaçmaz umarım. İkisi birbirine bağlanır bir şekilde. Eski komünistlerden bir anekdot daha var, aktarmak istediğim. Geçen sefer yazdıktan sonra aklıma geldi (bkz “Sosyal bilimlerde ‘Türkiye’ problemi,” 5 Şubat 2023). Bu sefer doğrudan babamı, babamın iki ayrı ifadesini, babamın Nevşehir cezaevinde taraf olduğu bir sohbeti ve benimle devamını kapsıyor.

Sosyal bilimlerde “Türkiye” problemi

Bir zamanlar bir komünist fıkrası vardı. Kim hatırlar bilemem. Eski Tüfekçiler neslinden kalma. Babamdan dinlemiştim (dört gün sonra öleli 47 yıl olacak, 9 Şubat’ta). Nazizm yenilirken, Müttefik liderleri Yalta’da toplanıyor (4-11 Şubat 1945; o da 78 yıl önce dün başladı, haftaya son bulacak). Ünlü Churchill anekdotuna göre paylaşıyorlar Avrupa’yı: batısı Batının, doğusu Sovyetlerin, arada Yunanistan da fifty-fifty. Yalnız Türkiye’ye dokunmayacaklar. Bir kenarda dursun -- tuhaf, benzersiz, görünüşte hiçbir açıklaması olmayan sosyo-politik süreçlerin inceleneceği bir laboratuvar olarak.

Son söz: Yolsuzluk silâhı neden hep reformcuları vuruyor?

Sosyalist devrimler çağı kapandı. Onunla birlikte, Batı-dışı ülkelerde bağımsızlık veya millî kurtuluş mücadelelerinden komünist veya sosyalistimsi rejimlere geçiş çağı da kapandı. İnsanlığın eşitlik ve sosyal adalet özlemi bitmeyebilir. Ama artık bu özlemin, şiddete dayalı bir işçi sınıfı devrimi projesi tasavvuruna bürünmesi, bu şekliyle parti programlarına yazılması, bu projeyi gerçekleştirmeye adanmış, başından beri ruhen ve hattâ fiilen illegal partilerin kurulmasını temellendirmesi çok zor. İroniktir; tarih artık Marksist öngörünün tersine akıyor. Yeni yeni komünist rejimler kurulmayacak. Aksine, mevcutlar (ki bir avuç) ya azalacak, ya donmuş tek parti diktatörlükleri olarak varlığını koruyacak.

Vietnam (3) “Revizyonizm” ve “burjuvazi” gitti; “yolsuzlukla mücadele” geldi

Devrim, aynen bir zamanlar Mao’nun överek belirttiği gibi, son derece otoriter bir olay. “Bir sosyal sınıfın başka bir sosyal sınıfı devirdiği” bir şiddet eylemi. Marksizm bu şekilde teorileştiriyor. Parti, 19. yüzyılda parti olarak başlamışsa da, 20. yüzyılda bu şekilde askerîleşiyor; “savaş örgütü” oluyor. Buna da bir “baş komutan” gerekiyor. Böylece daha ilk andan itibaren, iktidarın aşırı merkezîleşmesi, son derece hiyerarşileşmesi ve bir “kişi kültü”ne dönüşmesinin zemini oluşuyor. Komünist rejimler bir kere kuruldu mu, daha sonra liderin neredeyse sınırsız otoritesini biraz olsun törpülemek çok zor oluyor.

Vietnam (2) Devrim sonrasında, modern saltanat rejimleri

Neden böyle oluyor diye sormuş ve orada bırakmıştım. Burada iki büyük sorun var. Biri, “kollektif önderlik” yaklaşımlarının niçin kalıcı olamadığı ve tekrar tek adamcılığa dönüldüğü. İkincisi, bu dönüşlerin malzemesini niçin “yolsuzluk”ların oluşturduğu, ya da güçlü lider heveslilerinin niçin “yolsuzlukla mücadele” silâhına sarıldığı ve bunun da işe yaradığı, kullanıcısına zafer getirdiği. Kanımca komünizm komünizm oldukça bundan kurtulması mümkün değil. Çünkü ikisinin de cevabı, Leninist ihtilâlci sosyalizm veya komünizm projesinin esasında; sosyalizmin kendisini daha baştan kapitalizmden nasıl ayırdığı ve tanımladığında yatıyor.