Günümüzün çalkantılı ortamında bile, radikal şekilde farklı bir gelecek hayal etmek zordur. Ancak ulusların kaderi, çoğu zaman dramatik biçimde değişebilir. Politikanın sonuçları vardır. Bu nedenle, bu sonuçların neler olabileceğini ve bunlarla nasıl başa çıkabileceğimizi yaratıcı bir şekilde düşünmek faydalıdır.
Büyüme ve durgunluk üzerine uzun vadeli çalışmalar yapan bir ekonomist olarak, 2050 yılında Amerikan tarihini değerlendirdiğimi hayal edebiliyorum (tabii o zamana kadar hayatta kalırsam ve akıl sağlığımı koruyabilirsem). Bu hikâye henüz yazılmadı. Ama şöyle bir şey olabilir:
Düşüş, geldiğinde ani ve beklenmedikti. 20. yüzyıl Amerikan yüzyılıydı ve 21. yüzyılın ilk on yıllarında ABD, yapay zekâda liderliği ele geçirmiş ve ekonomisi güçlü görünen bir ülkeydi. 2007-2009 finansal krizinin ve 2020-2022 COVID pandemisinin etkileriyle boğuşan Batı Avrupa’ya kıyasla daha iyi bir konumdaydı. Çin, daha güçlü bir rakipti, ancak birçok yorumcu ABD’yi geçme ihtimalini göz ardı etmeye başlamıştı. Bu yüzden, 2030’ların başında ABD ekonomisinin büyümeyi bırakması ve hatta Avrupa’nın gerisinde kalması birçokları için sürpriz oldu.
Tarihçiler ve gazeteciler, o zamandan beri bu çöküşün nedenlerini tartışıyor. Bazıları, Donald Trump’ın ikinci dönemindeki ekonomik politikaları suçladı: Müttefiklere uygulanan gümrük tarifeleri küresel bir ticaret savaşını tetikledi ve bu, Amerikan üretimini desteklemek yerine zarar verdi, enflasyonu artırdı. Büyük şirketler ve yüksek gelirli Amerikalılar için yapılan vergi indirimleri, federal borcu devasa bir seviyeden (36 trilyon dolar) 50 trilyon doların üzerine çıkardı.
Bazılarına göre asıl suçlu, Trump’ın ikinci döneminde ortaya çıkan “hükümet-teknoloji kompleksi” idi. Tüm yapay zekâ ve kripto para düzenlemeleri kaldırıldı, Adalet Bakanlığı antitröst yasalarını uygulamayacağını duyurdu ve teknoloji sektörü daha da konsolide oldu. Sektörde sadece birkaç mega şirketin hâkimiyeti, yeni ve yararlı inovasyonları yavaşlattı ve 2030’daki büyük teknoloji çöküşüne zemin hazırladı. Trilyonlarca dolar, yapay zekâya yapılan devasa yatırımların aslında beklenen getiriyi sağlamadığının anlaşılmasıyla buharlaştı.
Bazı yorumcular ise çöküşün 46. Başkan Joe Biden döneminde başladığını savundu. Enflasyonun yükselmesi, federal borcun artması ve iş dünyasını zorlaştıran siyasi düzenlemelerin Biden yönetiminde belirginleştiği öne sürüldü. Trump, bu düzenlemeleri geri alma sözü vermesine rağmen, bunun yerine Elon Musk’ın yönettiği “Devlet Verimliliği Bakanlığı”nı (Doge) kurarak önceki yönetimle bağlantılı bürokratları işten çıkarmaya odaklandı. Ancak bu, iş dünyasının rekabetçiliğini artırmadığı gibi yolsuzluk denetimlerini de zayıflattı.
Amerikan yüzyılının temel dayanaklarından biri, ülkenin dünya düzenini kendi ekonomik çıkarlarına uygun şekilde şekillendirme yeteneğiydi. Ancak ABD’nin Paris İklim Anlaşması ve Dünya Sağlık Örgütü’nden çekilmesi, müttefiklerine yüksek gümrük tarifeleri getirmesi ve NATO içindeki anlaşmazlıklar, giderek daha fazla ülkenin dolardan ve ABD finans sisteminden uzaklaşmasına yol açtı.
Ancak bu nedenlerin hiçbiri, çöküşün aniden ve beklenmedik şekilde gerçekleşmesini tam olarak açıklayamıyordu. En önemli faktör, Amerikan kurumlarının çöküşüydü. Bu durum hem Biden ve Trump’tan çok önce var olan yapısal sorunlardan hem de bu iki başkanın politikalarının insanlarda kurumlara olan inancı sarsmasından kaynaklandı.
İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerikan ekonomik başarısı, inovasyona dayanıyordu. İnovasyon ise güçlü kurumlar gerektiriyordu: Yatırım yapanların ödüllendirileceğine güvenmesini sağlayan bir hukuk sistemi, yeni teknolojilerin ölçeklendirilmesine yardımcı olacak bir finansal sistem ve rekabeti teşvik eden bir piyasa yapısı. Ancak bu kurumlar, insanların onlara olan güveni sarsıldığında çöküşe daha yatkın hale geldi. ABD’deki ekonomik dinamizmin aniden sona ermesi de tam olarak bu nedenle oldu.
ABD kurumları tarih boyunca kusursuz değildi. Siyah Amerikalılara yönelik ayrımcılık, büyük şirketlerin ve zenginlerin devleti ele geçirmesi gibi sorunlar hep vardı. Ancak 1950’ler ve 1960’larda birçok vatandaş, Amerikan rüyasına ve demokrasisine inanıyordu.
Demokrasinin temel uzlaşması, paylaşılan refah (ekonomik büyümeden herkesin faydalanması), kaliteli kamu hizmetleri (yollar, eğitim, sağlık hizmetleri) ve siyasi katılımı (insanların kendi hükümetlerinde söz sahibi olması) içeriyordu. 1980’lerden itibaren ise bu üçlü yapı çökmeye başladı.
ABD’de ekonomik büyüme hızlandı, ancak nüfusun yaklaşık yarısı bu büyümeden pek faydalanamadı. Üniversite diploması olmayan Amerikalıların reel (enflasyona göre düzeltilmiş) maaşları 1980 ile 2013 arasında düştü. Buna karşılık, yüksek lisans ve doktora derecesine sahip kişilerin maaşları hızla arttı. Ayrıca, bilgi ekonomisine dayalı mesleklerde çalışanlar sosyal statü açısından geleneksel işçilere göre avantaj sağladı. Ülkenin bazı bölgeleri ucuz ithalat ve yeni teknolojilerin işlerini yok etmesi nedeniyle uzun süreli durgunluk yaşarken, kıyı bölgelerindeki küresel bağlantılı metropoller gelişmeye devam etti.
Bir diğer büyük eşitsizlik de hızla artan milyarder sayısıydı. Bu milyarderler sadece servetlerini sergilemekle kalmadılar, aynı zamanda politikaları ve halkın yaşamını daha fazla etkilemeye başladılar.
Güven, demokrasinin en önemli unsurlarından biridir. Ancak sosyal medya ve politik ayrışma ile körüklenen kutuplaşma, Amerikan demokrasisine olan inancı zayıflattı. 2010’lu yıllara gelindiğinde, Amerikalıların büyük çoğunluğu demokrasinin “tek geçerli sistem” olduğuna inanıyordu. Ancak özellikle gençler arasında demokrasiye yönelik şüpheler artmaya başladı.
Trump, 2016’da seçildiğinde mevcut rahatsızlıkların bir belirtisiydi. Ancak zamanla bizzat kendisi de bir neden haline geldi. Demokratik normları sürekli ihlal etti ve başkanlık yetkilerini yasal sınırların dışına taşıdı. 2020’de Biden seçildiğinde kurumları onarmayı vaat etti. Ancak radikal sosyal değişim girişimleri, Amerikan toplumundaki bölünmeleri daha da derinleştirdi ve 2025’te Trump’ın yeniden seçilmesine zemin hazırladı.
Trump’ın ikinci dönemi, Amerikan kurumlarına ilk döneminden bile daha fazla zarar verdi. Hukukun üstünlüğü aşındı, hükümet yetkilileri siyasi sadakat temelinde işe alındı veya görevden alındı. Uluslararası ittifaklar zayıfladı, ekonomik düzen bozuldu ve ABD küresel liderlik pozisyonunu kaybetti.
Sonuç olarak, Hemingway’in ifadesiyle, Amerikan çöküşü “önce yavaş, sonra aniden” gerçekleşti. Ancak geriye dönüp bakıldığında, tüm bunların önlenebilir olduğu açıktı. Kurumlar güçlendirilebilirdi, uzlaşmalar sağlanabilirdi ve aşırılıklar engellenebilirdi. Ancak Amerikalılar bunu başaramadı—belki de hak ettikleri yöneticilere sahip oldular.