Ana SayfaDış HaberÇEVİRİ | Draghi’den Avrupa’ya eleştiriler:“Ekonomiyle güç olunmaz: Avrupa, Ukrayna’da bedel ödüyor, Gazze’de...

ÇEVİRİ | Draghi’den Avrupa’ya eleştiriler:“Ekonomiyle güç olunmaz: Avrupa, Ukrayna’da bedel ödüyor, Gazze’de susuyor”

AB’nin geleceği için rapor da yazan, eski İtalya Başbakanı Mario Draghi: Avrupa Birliği yalnızca ekonomik güce yaslanarak jeopolitik ağırlık kazanamaz. Ukrayna savaşına milyarlarca avro aktaran AB barış masasında etkisiz kaldı. Gazze’deki vahşete karşı da sesini yükseltemedi.

Mario Draghi’nin 22 Ağustos 2025’te “Avrupa için Ufuk Ne?” başlıklı toplantıda yaptığı konuşmanın çevirisini yayınlıyoruz.

Yıllar boyunca Avrupa Birliği, 450 milyon tüketiciden oluşan ekonomik boyutunun, uluslararası ticaret ilişkilerinde kendiliğinden jeopolitik güç ve kaldıraç sağlayacağına inandı. Bu yıl ise bu yanılsamanın buharlaştığı yıl olarak hatırlanacak.

En büyük ticaret ortağımız ve uzun süredir müttefikimiz olan Amerika Birleşik Devletleri’nin koyduğu gümrük vergilerine boyun eğmek zorunda kaldık. Aynı müttefik, askerî harcamalarımızı artırmamız için bizi zorladı—ki belki zaten yapmamız gereken bir şeydi, ancak muhtemelen Avrupa’nın kendi çıkarlarını daha sadık şekilde yansıtacak biçim ve yollarla. Ukrayna savaşına en büyük mali katkıyı yapmamıza ve adil bir barıştan en fazla çıkarı olan taraf olmamıza rağmen, Avrupa Birliği barış görüşmelerinde bugüne dek sadece tali bir rol oynayabildi.

Bu sırada Çin, Rusya’nın savaş çabasını açıktan desteklerken sanayi kapasitesini artırarak, ABD pazarına Washington’un koyduğu yeni engeller yüzünden artık erişemediği ürün fazlasını Avrupa’ya yığmaya yöneldi. Avrupa’dan gelen tepkiler ise pek az etki yarattı: Çin, Avrupa’yı eşit bir ortak olarak görmediğini açıkça ortaya koydu ve nadir toprak elementleri üzerindeki kontrolünü kullanarak bağımlılığımızı giderek daha bağlayıcı hale getirdi.

Avrupa, İran’daki nükleer tesisler bombalanırken ve Gazze’deki katliam yoğunlaşırken de seyirci kaldı. Bu olaylar, yalnızca ekonomiye dayalı bir gücün jeopolitik ağırlık yaratabileceği yanılsamasını süpürüp götürdü. Dolayısıyla Avrupa’ya dair şüpheciliğin zirveye çıkması şaşırtıcı değil. Ama şu soruyu sormalıyız: Bu şüphe aslında neye yöneliyor?

Benim görüşüm, bu şüphe AB’nin kurucu değerlerine—demokrasi, barış, özgürlük, bağımsızlık, egemenlik, refah, adalet—değil. Rusya’nın taleplerine boyun eğilmesi gerektiğini savunanlar bile, aynı şey kendi ülkeleri için geçerli olsa bunu asla kabul etmezler; özgürlük, bağımsızlık ve barışı onlar da değerli buluyor, en azından kendileri için.

Asıl şüphe, Birliğin bu değerleri savunabilme yeteneğine yönelik. Bu ise kısmen anlaşılır. Siyasal örgütlenme modelleri, hele ki ulus-üstü olanlar, kendi dönemlerinin sorunlarını çözmek için doğarlar. Sorunlar değişip mevcut yapıları kırılgan ve savunmasız hale getirdiğinde, bu yapıların da değişmesi gerekir.

AB, 20. yüzyılın ilk yarısında ulus-devletlerin değerleri korumakta başarısız olduğu noktada doğdu. Pek çok ülkede demokrasiler her kuralı bırakıp kaba kuvvete yöneldi ve Avrupa İkinci Dünya Savaşı’na sürüklendi. Bunun ardından, demokrasiyi ve barışı kolektif olarak savunmak neredeyse doğal bir sonuçtu. AB, kıtanın çatışmaya sürüklenme eğilimini dizginleyen bir evrimdi. Bugün hâlâ AB’siz bir Avrupa’nın daha iyi olacağını savunmak gerçekçi değildir.

Birlik daha sonra, savaş sonrası yıllarda yeniden evrim geçirdi ve 1980’lerden 2000’lerin başına uzanan neoliberal döneme uyum sağladı. O dönem, serbest ticarete ve açık piyasalara duyulan inanç, çok taraflı kurallara ortak bağlılık ve devlet gücünün bilinçli şekilde azaltılması ile karakterizeydi. Avrupa bu dünyada gelişti: ortak pazarını tek pazara dönüştürdü, Dünya Ticaret Örgütü’nde kilit aktör oldu, rekabet ve para politikaları için bağımsız otoriteler yarattı. Ama o dünya sona erdi ve birçok özelliği silindi.

Eskiden ekonomiyi piyasaların yönlendirmesine güvenilirken, bugün geniş kapsamlı sanayi politikaları var. Eskiden kurallara saygı varken, şimdi ulusal çıkarları korumak için askerî güç ve ekonomik güç kullanılıyor. Eskiden devletin yetkileri daraltılırken, bugün devlet otoritesi adına her araç seferber ediliyor.

Avrupa, jeoekonomi, güvenlik ve tedarik kaynaklarının istikrarının—verimlilikten çok—uluslararası ticaret ilişkilerini şekillendirdiği bir dünyada donanımsızdır. Siyasal örgütlenmemiz, zamanımızın varoluşsal taleplerine uyum sağlamalı: Avrupalılar olarak bunun ne gerektirdiği konusunda bir uzlaşıya ulaşmalıyız.

Avrupa bütünleşmesini yıkıp ulusal egemenliğe dönmek, bizi büyük güçlerin iradesine daha da açık hale getirmekten başka bir işe yaramaz. Ama aynı şekilde, Avrupa’yı artan şüpheciliğe karşı savunmak için geçmiş başarılarımızı geleceğe yansıtmaya çalışmamamız da gerekir. Önceki on yıllarda elde ettiğimiz başarılar, kendi zamanlarının özel sorunlarına verilmiş yanıtlardı; bugünkü zorluklarla yüzleşme kabiliyetimiz hakkında bize pek az şey söylüyorlar. Ekonomik gücün, jeopolitik güç için gerekli ama yeterli olmadığını kabul etmek, nihayet Birliğin geleceği üzerine gerçek bir siyasi düşünüm başlatabilir.

Avrupa Birliği’nin geçmişte değişebildiği gerçeği bize bir miktar teselli sağlayabilir. Ama neoliberal düzene uyum sağlamak, karşılaştırıldığında görece kolay bir görevdi. O zaman temel hedef piyasaları açmak ve devlet müdahalesini sınırlamaktı. AB, esasen düzenleyici ve hakem olarak hareket edebildi, siyasi bütünleşme sorusunu erteleyerek.

Bugünün zorluklarıyla yüzleşmek için Avrupa Birliği, seyirci olmaktan—ya da en iyi ihtimalle yardımcı oyuncu olmaktan—çıkıp başrol oynamalıdır. Siyasal organizasyonunun değişmesi, ekonomik ve stratejik hedeflere ulaşabilme kapasitesinden ayrılamaz. Ekonomik reformlar, bu farkındalık yolunda gerekli bir koşul olarak kalır. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden neredeyse seksen yıl sonra, demokrasinin kolektif savunusu artık o dönemi hatırlamayan kuşaklar için kendiliğinden kabul edilmiş bir gerçek. Onların Avrupa siyasi inşasına bağlılığı, azımsanmayacak ölçüde, Birliğin vatandaşlarına gelecek için ufuk sunabilmesine bağlıdır—ki bu, Avrupa’da son otuz yılda dünyanın geri kalanına göre çok daha düşük kalan ekonomik büyümeyi de içerir.

Avrupa Rekabet Raporu, Avrupa’nın geri düştüğü ve reformların en acil olduğu pek çok alan belirledi. Ama tüm önerilerinde bir tema öne çıkıyor: Avrupa boyutunun iki yönde tam anlamıyla kullanılması gereği.

Birincisi iç pazar. Tek Pazar Yasası neredeyse kırk yıl önce çıkarıldı, ancak Avrupa içinde ticaret önündeki engeller hâlâ büyük. Bunların kaldırılması Avrupa’nın büyümesi üzerinde kayda değer etki yaratacaktır. IMF, iç engellerimiz ABD seviyesine indirilseydi, AB’de işgücü verimliliğinin yedi yıl içinde yaklaşık %7 daha yüksek olabileceğini hesaplıyor. Son yedi yılda toplam verimlilik artışımız sadece %2 oldu.

Bu engellerin maliyeti şimdiden görülüyor. Avrupa devletleri devasa bir askerî girişime hazırlanıyor; 2031’e kadar planlanan ek savunma harcaması 2 trilyon avro—bunun dörtte biri Almanya’da. Ama biz, makinelerde %64, metallerde %95’e denk iç engellere sahibiz. Sonuç: daha yavaş tedarik, daha yüksek maliyet, AB dışı tedarikçilerden daha fazla alım. Yani kendi ekonomilerimizi bile canlandırmıyoruz—tamamen kendi kendimize koyduğumuz engeller yüzünden.

İkinci boyut teknoloji. Küresel ekonominin gelişiminden çıkarılacak ders artık açık: Refah ve egemenlik isteyen hiçbir ülke, kritik teknolojilerin dışında kalma lüksüne sahip değil. ABD ve Çin, stratejik kaynaklar ve teknolojiler üzerindeki kontrollerini açıkça diğer alanlarda taviz koparmak için kullanıyor. Aşırı bağımlılık, artık kendi geleceğimiz üzerindeki egemenlikle bağdaşmaz hale geldi.

Hiçbir Avrupa ülkesi tek başına bu teknolojileri geliştirmek için gereken sanayi kapasitesini inşa edecek kaynaklara sahip değil. Yarı iletken endüstrisi bu zorluğu iyi örnekliyor. Çipler dijital dönüşüm için vazgeçilmez, ancak onları üretmek için gereken fabrikalar muazzam yatırımlar gerektiriyor.

ABD’de kamu ve özel yatırımlar, 30 ila 65 milyar dolar arasında değişen birkaç büyük fabrikada yoğunlaşıyor. Avrupa’da ise harcamaların çoğu ulusal düzeyde, esasen devlet yardımlarıyla gerçekleşiyor. Projeler çok daha küçük—genellikle 2 ila 3 milyar avro—ve ülkelerimiz arasında farklı önceliklerle dağılmış durumda. Avrupa Sayıştayı, AB’nin bu sektördeki küresel pazar payını 2030’a kadar %20’ye çıkarma hedefine ulaşma ihtimalinin düşük olduğunu çoktan uyardı (bugün %10’un altında).

Dolayısıyla, ister iç pazarda ister teknolojide olsun, temel noktaya dönüyoruz: Bu hedeflere ulaşmak için AB, yeni bütünleşme biçimlerine yönelmek zorunda. Bunun yolları elimizde—örneğin ulusal düzeyin üzerinde işleyen “28. rejim” ya da ortak Avrupa çıkarı projeleri ve bunların ortak finansmanı. Bu, hem teknolojik hem ekonomik ölçekte gereklidir.

Yıllar önce burada, sizin toplantınızda, iyi borç ve kötü borç arasındaki farktan söz etmiştim. Kötü borç, mevcut tüketimi finanse eder ve yükü gelecek kuşaklara bırakır. İyi borç ise stratejik önceliklere ve verimliliği artırmaya yatırım yapar. Geri ödemek için gereken büyümeyi yaratır. Bugün bazı sektörlerde iyi borç artık ulusal düzeyde mümkün değil, çünkü tek başına yapılan yatırımlar gerekli ölçeğe ulaşamıyor. Yalnızca ortak borçlanma, parçalı ulusal çabaların asla başaramayacağı büyük Avrupa projelerini destekleyebilir. Bu, özellikle savunma (özellikle Ar-Ge), enerji (Avrupa şebekeleri ve altyapısına yapılacak yatırımlar) ve yıkıcı teknolojiler için geçerlidir—riskleri çok yüksek, ama potansiyel başarıları ekonomilerimizi dönüştürmek için kritik.

Şüphecilik, retoriğin sisini görmemize yardım eder, ancak değişim için umuda ve bunu başarabileceğimize dair güvene de ihtiyaç vardır.

Hepiniz, ulus-devletlerin görece önemini kaybettiği bir Avrupa’da büyüdünüz. Seyahat etmenin, çalışmanın, diğer ülkelerde okumanın doğal olduğu bir dünyada Avrupalı olarak büyüdünüz. Birçoğunuz hem İtalyan hem Avrupalı olmayı kabul ediyorsunuz; birçoğunuz küçük ülkelerin, özellikle ABD ve Çin gibi süper güçlerin egemen olduğu bir dünyada, ancak birlikte ulaşabilecekleri hedeflere AB sayesinde ulaşabildiklerini fark ediyorsunuz. Dolayısıyla Avrupa’nın yenilenmesini ummanız doğaldır.

Yıllar içinde AB’nin olağanüstü durumlarda uyum sağlayabildiğini de gördük, bazen tüm beklentileri aşarak. Tarihsel tabuları yıktık—örneğin Next Generation EU programıyla ortak borçlanma; pandemi sırasında birbirimize yardım ettik. Rekor sürede geniş bir aşılama kampanyası gerçekleştirdik. Rusya’nın Ukrayna işgaline karşı eşi benzeri görülmemiş bir birlik ve katılım sergiledik.

Ama bunlar olağanüstü koşullara verilen yanıtlardı. Bugünkü zorluk, girdiğimiz dünyanın yeni konturlarını karşılamaya çalışırken, aynı kararlılığı olağan zamanlarda göstermek. Bu, bize iyi gözle bakmayan bir dünya; topluluk ritüellerimizin uzunluğunu beklemeden kendi gücünü dayatan bir dünya. Bu, hedeflerimizde, zaman çizelgelerimizde ve çalışma biçimlerimizde süreksizlik talep eden bir dünya. Son Beyaz Saray toplantısına beş Avrupa devlet başkanının ve Avrupa Komisyonu ile Konsey Başkanlarının katılması, vatandaşlar için sayısız Brüksel toplantısından daha anlamlı bir birlik göstergesiydi.

Şimdiye dek uyumun çoğu özel sektörden geldi; yeni ticaret ilişkilerinin istikrarsızlığına rağmen direnç gösterdi. Avrupa şirketleri, ABD ile karşılaştırılabilir bir hızla yapay zekâ dâhil yeni nesil dijital teknolojileri benimsiyor. Ve Avrupa’nın güçlü imalat tabanı, artan yerli üretim talebini karşılayabiliyor.

Geri kalan, kamu sektörü oldu—kararlı değişimin en çok gerektiği yer. Hükümetler, sanayi politikasında hangi sektörlere öncelik verileceğini tanımlamalı. Gereksiz engelleri kaldırmalı ve enerji sektöründeki izin yapılarını gözden geçirmeli. Gelecekte gerekli olan devasa yatırımların—yılda yaklaşık 1,2 trilyon avro olarak tahmin edilen—nasıl finanse edileceği konusunda anlaşmalı. Ve çok taraflı kuralların terk edildiği bir dünyaya uygun bir ticaret politikası tasarlamalı.

Kısacası, eylem birliğini yeniden kazanmalı—ama koşullar katlanılmaz hale geldiğinde değil, henüz geleceğimizi şekillendirme gücümüz varken.

Kıtamızın rotasını değiştirebiliriz. Şüpheciliğinizi eyleme dönüştürün, sesinizi duyurun. Avrupa Birliği, her şeyden önce vatandaşlarının paylaştığı hedeflere ulaşma mekanizmasıdır. Barış, güvenlik ve bağımsızlık dolu bir gelecek için en büyük şansımızdır. O bir demokrasidir—ve o biziz, sizsiniz, Avrupalılar, onun önceliklerini belirleyecek olan.

- Advertisment -