Eylül ayında, on binlerce Türk, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın muhaliflere yönelik yeni baskı dalgasını ve kötüye giden ekonomiyi protesto etmek için sokaklara döküldükten yalnızca birkaç gün sonra, Erdoğan Beyaz Saray’da Başkan Trump’ın yanında gülümseyerek poz verdi.
Bu uzun süredir arzulanan görüşmenin bedeli oldukça yüksekti: Türkiye’nin Boeing uçakları ve F-16’lar satın alacağına dair haberler çıkmıştı; Ankara ayrıca ABD mallarına uyguladığı ek vergileri kaldırdığını ve ABD’den 20 yıllık sıvılaştırılmış doğal gaz alımına yönelik anlaşmayı hayata geçirdiğini duyurmuştu.
Fakat Erdoğan için tüm bunlar değerliydi: Özellikle Batı ile kurduğu dış politika ilişkileri ona hem siyasal koruma sağladı hem de ekonomide bir can simidi işlevi gördü — tam da içeride iktidarını daha da sıkılaştırmaya, Türkiye’deki demokrasinin ayakta kalan son sütunlarını ortadan kaldırmaya giriştiği bir dönemde.
Erdoğan’ın ABD başkanıyla verdiği fotoğraf karesi onun için ayrıca sembolikti ve Türkiye’ye güçlü bir mesaj gönderdi. Geçtiğimiz hafta Almanya Şansölyesi Friedrich Merz ve İngiltere Başbakanı Keir Starmer ile el sıkışırken verdiği fotoğraflar da aynı etkiyi yarattı.
Bugünün dünyası güç dengeleri üzerine kurulu; ülkeler çıkar gördükleri sürece Erdoğan gibi “işlevsel otokratlarla” iş yapmaya hazır — bu durum Türkiye’deki ve başka yerlerdeki demokrasi yanlısı kesimlerin mücadelesini çok daha zorlaştırsa bile.
Mart ayında Türk polisi, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ve Erdoğan’ın en ciddi rakibi olan Ekrem İmamoğlu’nu, birçok çalışma arkadaşıyla birlikte yolsuzluk ve terör suçlamalarıyla gözaltına aldı. Ardından gelen büyük protestolar, 20 yılı aşkın süredir iktidarda olan Erdoğan’ın belki de ilk kez sınırı aştığını düşündürdü.
Ancak aylar geçmesine rağmen CHP’den 10’dan fazla belediye başkanı — İmamoğlu da dahil — hâlâ cezaevinde. Yüzlerce CHP’li üye ve yetkili tutuklu. Protestolar sürüyor ama Erdoğan geri adım işareti vermek bir yana, baskıyı artırmayı tercih etti: Yakın zamanda bir mahkeme, İmamoğlu için bu kez “siyasi casusluk” suçlamasıyla yeni bir tutuklama kararı çıkardı.
Erdoğan iktidara yolsuzlukla mücadele, yoksulluğu azaltma ve özgürlükleri genişletme vaatleriyle geldi. Bir süre bu sözleri tuttu — Türkiye, 2005’te Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakerelerine bile başlamıştı. Ancak yıllar süren ekonomik kötü yönetim ve otoriterleşme, ilk dönemde atılan tüm adımları silip süpürdü; ülkeyi daha yoksul, daha bölünmüş ve çok daha az özgür bir hale getirdi.
Memnuniyetsiz seçmenler, Erdoğan’a 2019 yerel seçimlerinde ciddi bir darbe indirdi; iktidar partisi büyük şehirlerin çoğunu kaybetti. Popülerliği azalırken ve ekonomi kötüleşirken Erdoğan, hem para bulmak hem de uluslararası meşruiyet kazanmak için dış politikaya sarıldı. Türkiye’nin jeopolitik öneminin, Batı’nın en azından sessiz kalmasını — ya da en fazla gönülsüz bir kabulleniş göstermesini — sağlayacağı hesabını yaptı.
Bu beklentisinin dayanağı vardı. 2016’nın başında Avrupa Birliği, Suriye’den gelen mülteci akınını durdurmak için Türkiye ile bir göç anlaşması yaptı. AB, mülteci desteği için 6 milyar avro vaat etti — hatta önceki sonbaharda Erdoğan’ı küstürmemek için sert bir insan hakları raporunun yayımlanmasını bile ertelemişti. Bu anlaşma Erdoğan’a şunu gösterdi: Türkiye, Avrupa’nın çıkarlarını koruduğu sürece Avrupa sorunları görmezden gelecekti.
O günden bu yana Türkiye’nin jeopolitik ağırlığı daha da arttı. Erdoğan, Rusya’nın 2022’de Ukrayna’yı işgal etmesinden bu yana hem Moskova hem Kiev ile irtibatı sürdürürken, Batılı başkentlerle de işbirliğini derinleştiren dikkatli bir diplomasi yürüttü.
Türk savunma şirketleri, Ukrayna için kritik tedarikçiler haline geldi. Geçen yıl Teksas’ta açılan bir mühimmat fabrikası, Türk yapımı üretim hatlarını kullanıyor ve Pentagon’un hedeflediği mühimmat üretiminin yaklaşık üçte birini karşılaması bekleniyor.
Ukrayna savaşı, Avrupa’nın savunma kapasitesini güçlendirme çabalarını hızlandırdı — Trump’ın yeniden ABD başkanı seçilmesi ve Washington’un NATO’ya bağlılığına dair artan şüpheler de bu çabayı iyice pekiştirdi. Bu süreçte Türkiye yine kilit bir aktör olarak öne çıktı.
AB Dış Politika Yüksek Temsilcisi Kaja Kallas, Haziran ayında Türkiye’nin yeni SAFE savunma girişimine dahil edildiğini açıkladı; bu, Türkiye’ye savunma fonlarına ve ortak tedarik projelerine erişim imkânı sağlıyor.
Geçtiğimiz hafta ise Türk savcılar İmamoğlu’nu dolaylı bir şekilde İngiliz istihbaratına casusluk yapmakla suçlarken, İngiltere Başbakanı Starmer, Ankara’daki görüşmede Türkiye’ye Eurofighter uçaklarının satışını duyurdu.
Birkaç gün sonra Şansölye Merz Ankara’ya giderek “derinleşmiş ve güçlü bir ortaklığın kaçınılmaz olduğunu” söyledi.
Türkiye, Suriye’de on binlerce asker bulunduruyor; bu varlık, Avrupa için yeni mülteci dalgalarının önlenmesi açısından hayati önem taşıyor. Libya’da da askeri varlığını sürdürüyor ve Avrupa’nın göç baskısı yaratmasından çekindiği başka bir çatışmada önemli bir etki alanına sahip.
Güney Kafkasya’da — Avrupa için ticaret ve ulaşım açısından kritik bir bölge — Azerbaycan’ı Ermenistan ile kalıcı barışa zorlayabilecek en etkili aktör olarak birçok Avrupa başkenti, Türkiye’yi görüyor.
Bu pragmatik yaklaşım, günümüz dünyasının bir yansıması:
Çıkar odaklı bir ABD, saldırgan bir Rusya ve kırılgan bir Ortadoğu.
Avrupa’nın önceliği ise savunma.
Ve Türkiye; çatışma bölgelerine yakınlığı, askeri gücü ve büyüyen savunma sanayisiyle stratejik açıdan vazgeçilmez bir ülke.
Ancak Batılı başkentler, Türkiye’de demokrasiyi bir lüks gibi görme hatasına düşmemeli. Türkler, liderlerini seçme haklarından vazgeçecek değiller. Onlar bu mücadeleyi sürdürdükçe, Erdoğan’ın iktidarını tamamen sağlamlaştırması zor olacak — Batı’dan ne kadar destek alırsa alsın.
Ve bu, sadece Erdoğan’ın değil, ona bu kadar bel bağlayan demokrasilerin de uzun vadeli bir sorunu olacak.

