İnsan Hakları İzleme Örgütü’nde Çin araştırmacısı Yalkun Uluyol’un “The Globe and Mail”de yayımlanan yazısının çevirisini aktarıyoruz.
Çin hükümeti 2016’nın sonundan beri Çin’in kuzeybatısındaki Uygurlara ve diğer Türk soylu Müslümanlara karşı insanlığa karşı suçlar işliyor. O yıllarda İstanbul’da yaşayan uluslararası bir öğrenciydim. Memleketime dönmemeye, bunun yerine Çin’de keyfi biçimde özgürlüğünden yoksun bırakılan yüz binlerce Uygur’un sesi olmak için alenen hak savunuculuğu yapmaya başladım. Babam Memet Yakup da onlardan biriydi. 2018’de kayboldu ve hiçbir suç işlememiş olmasına rağmen şu anda 16 yıllık hapis cezasını çekiyor.
Yakın zamana kadar Türkiye hükümeti, Türk soylu oluşumuz nedeniyle benim gibi Uygurlara koruma sağlıyor, ayrıcalıklı muamele gösteriyordu. Bu sayede birçoğumuz uzun süreli ikamet izinleri alıyorduk, ardından da Türkiye vatandaşlığına hak kazanıyorduk. Ancak son yıllarda, Türkiye’nin giderek daha fazla göçmen karşıtı politikalar benimsemesi ve Çin-Türkiye ilişkilerinde de yakınlaşma görülmesiyle birlikte, bu ayrıcalığı fiilen ortadan kaldıran ve Uygurları Çin’e zorla geri gönderilme riskiyle de karşı karşıya bırakan hatalı idari uygulamalar yaygınlaştı.
Son araştırmam gösteriyor ki, Türkiye makamları çoğu kez somut bir kanıt ya da makul bir gerekçe sunmadan, diğer mülteci ve göçmenlerin yanı sıra bazı Uygurları da “kamu güvenliği tehdidi” sayarak fişliyor ve onlara keyfi biçimde “tahdit kodları” veriyor. Bu uygulamanın yasal dayanağı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu; ancak bu kodların hangi ölçütlere göre ve hangi gerekçeyle atandığı belirsiz.
Komşudan gelen tek bir şikayet, sonradan asılsız olduğu ortaya çıksa bile, bir kişiye tahdit kodu konmasına yetebiliyor. Çin hükümeti, “terörist” saydığı kişilerin listelerini Türkiye makamlarına iletiyor ve bu listelerde adı geçen bazı kişilere de tahdit kodu konabiliyor. Oysa bu kişilerin terörist olarak nitelendirilmesinin tek sebebi Uygur kimliğini ifade eden son derece masum, barışçıl faaliyetlerde bulunmuş olmaları olabiliyor.
Bu tür kodlar, bir kişinin hayatını bir anda raydan çıkarabiliyor. Önce uluslararası koruma reddediliyor; ardından ikamet hakkı ve vatandaşlığa giden yolu açan diğer statüler kapatılıyor. Sonuç: bu şekilde kısıtlanan Uygurlar fiilen düzensiz göçmen sayılıyor ve sınır dışı edilme riskiyle karşı karşıya kalıyor.
Polis ya da göç idaresi görevlilerince herhangi bir nedenle yolda durdurulan Uygurlar, geri gönderme merkezine gönderilebiliyor.
Göç idaresi yetkilileri, idari gözetim altına aldıkları Uygurlara ve Suriye ya da Afganistan’dan gelen diğer kişilere gönüllü geri dönüş formlarını imzalamaları için baskı yapıyor, kimi zaman da zorla imzalatıyor.
Türkiye’nin Uygurları doğrudan Çin’e sınır dışı etmeme politikası var. Yine de Türkiye makamları, bazı Uygurları hem kendileri için ciddi risk taşıyan hem de oradan Çin’e geri gönderilme tehlikesi bulunan üçüncü ülkelere sınır dışı edebiliyor.
Türkiye makamları tarafından Çin’le iade anlaşması bulunan Birleşik Arap Emirlikleri’ne 2019 yılında sınır dışı edilmiş bir kişiyle görüştüm. Bu kişi BAE’den ayrılmış ve ancak birkaç ülke dolaşarak güvende hissedebildiği bir yere varabilmiş. Yol boyunca Çinli görevlilerin tacizine uğramış, onu geri göndermeleri için bulunduğu ülkelerin hükümetlerine Çin hükümeti tarafından baskı uygulanmış. Geçiş yaptığı iki ülkede yerel göç makamları tarafından idari gözetim altına alınmış.
Türkiye’nin yasaları göçmenlerin sınır dışı kararlarına itiraz etmelerine olanak tanıyor. Ancak bu tür itirazları defalarca yapmış, araştırma için görüştüğüm bir avukat, “hakimler, tahdit kodlarını gördüklerinde çoğu zaman sırf temkinli davranmış olmak için olumsuz kararlar verebiliyor” diyor.
Araştırma için bir dizi dava dosyasını da inceledim ve bazı mahkemelerin, uluslararası hukukun insanların tehlike altında kalacakları yerlere geri gönderilmesini yasaklayan geri göndermeme (non-refoulement) ilkesini Uygurlar için uygulamamaya karar verdiğini hayretle gördüm ve kaygılandım. Hayretle diyorum çünkü Çin’e geri gönderilen Uygurların gözaltı, sorgu, işkence ve diğer zalimane, insanlık dışı ya da aşağılayıcı muamelelere maruz kaldığına ilişkin çok güçlü kanıtlar var ve bu risk Pekin’in keyfi biçimde “hassas” saydığı ülkelerden gelenler için özellikle yüksek ki Türkiye de bu ülkeler arasında.
Memleketteki soydaşlarım yakınlarının ve akrabalarının zorla kaybedilmesi gibi acıları yaşarken, Türkiye bana bir can simidi uzattı. Bu süreçte Koç Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler alanında doktora eğitimimi tamamlayabildim ve Türkiye vatandaşlığına kabul edildim. Bunun için kendimi ayrıcalıklı sayıyor, minnet duyuyorum.
Ama ne yazık ki bu ayrıcalık pek çok Uygur için artık geçerli değil.
Dünyanın dört bir yanından konuşma fırsatı bulduğum pek çok Uygur, halihazırda yaşadığım Londra’dakiler başta olmak üzere, Türkiye’yi seviyor ve İstanbul’daki Uygur mahallelerinde gezinirken kendilerini memleketlerinde hissediyor. İstanbul, Uygurların kimliklerini, kültürlerini ve dinlerini özgürce sahiplenip yaşayabildiği, kozmopolit bir kentin canlı bileşenlerinden biri olarak varlık gösterebildiği az sayıdaki şehirden biri. Uygur mutfağının en lezzetli örneklerinin, geleneksel kıyafetlerin ve Uygurca kitapların bulunabileceği kent de İstanbul.
Türkiye makamları, Türkiye’yi ikinci memleketleri olarak gören Uygurları korumalı ve onları tehlikeye atmamalı.













