Detlev Karsten Rohweder, 1 Nisan 1991 gecesi saat 23’ü biraz geçe öldürüldüğünde, muhtemelen Doğu Almanya’nın en nefret edilen adamıydı.
Rohweder, genellikle anıldığı kısa adıyla Treuhand’ın, tam adıyla Treuhandanstalt/Güven Ajansı’nın başkanı ve kariyerinin önceki döneminde özellikle şirket dönüşümlerinde uzmanlaşmış başarılı bir iş adamı, Sosyal Demokrat Parti üyesi tanınmış bir politikacıydı.
Ajans olarak anılmasına rağmen Treuhand, aslında Doğu Alman ekonomik sisteminin serbest piyasa koşullarına uyumunun gerçekleştirilmesi amacıyla 17 Haziran 1990’da kurulmuş, 8000’den fazla eski Doğu Alman kurumu ile onların tüm varlıklarının mülkiyetine sahip olan, dolayısıyla bu kurumlarda çalışan 4 milyon kadar insanın kaderini elinde tutan, dev fakat geçici bir trösttü.
Özetle, bir özelleştirme kuruluşuydu.
Kurum, çalışmaya başlar başlamaz Doğu Alman toplumunu derinden sarstı ve hatırı sayılır oranda tepki çekti. Elbette bu tepki daha çok, kurumun kendisiyle özdeşleşmiş başkanı Detlev Karsten Rohweder’in kişiliğinde yoğunlaşıyordu.
Oysa o sadece, bu görevi alamaya cesaret edebilmiş, işini en iyi şekilde yapmaya çalışan, üstelik çok fazla çalışan bir bürokrattı.
Rohweder‘in öldürülmesinden 2.5 yıl kadar önce, 9 Kasım 1989 gecesi iki Almanya, Berlin’i ayıran duvarı aşıp birleşmişti.
Aynı anda akıllarda rahatsız edici bir soru şekilleniyordu: “Peki şimdi ne olacak?”
Yarım asıra yakın bir zaman, başta üretim ve siyaset olmak üzere birbirinden kültürel olarak da ayrılmış iki Almanya, gerçekten nasıl birleşecekti?
Birleşmeden hemen önce sosyalist Doğu Almanya, tam adıyla Demokratik Alman Cumhuriyeti, zaten çökme noktasına gelmişti.
Milyonlarca insanın çalıştığı köhnemiş endüstrisi, Demir Perde ülkelerindeki siyasal sistemin dönüşmesiyle, müşterilerinin neredeyse tamamını kaybetmişti.
Artık kimse Doğu Almanya’da üretilmiş gemileri, eski teknolojili otomobilleri, zevksiz motosikletleri, kaba optik aletleri ya tercih etmiyor ya da alacak gücü bulamıyordu.
Buna karşılık tüm kurumlarda haddinden fazla istihdam vardı ve hiçbirinin işletme sistemi, adapte olunması gereken piyasa koşullarına göre oluşturulmuş değildi. Almanyaların birleşmesinden önce bütün uzmanlar, Doğu Alman ekonomisinin birkaç yıla kalmadan tümüyle çökeceği konusunda zaten hemfikirdiler.
3 Ekim 1990’da Doğu Almanya resmen sona erdi.
Böylece iki Almanyanın resmi birleşmesi gerçekleşti ama tabii bu, yürünmesi gereken uzun ve sancılı bir yolun henüz başlangıcıydı.
1990 Haziranında Rohweder’in liderliğinde çalışmaya koyulan Treuhand’in yönetimine geçen işletmelerden, kısa zamanda büyük kitleler halinde işçi çıkarmalar başladı.
Şirketler olabildiğince dönüştürülmeye çalışılıyor, bu mümkün olmadığında satışa çıkarılıyordu. Treuhand ofisi bütün dünyadan ucuza şirket kapatmaya gelen iş adamlarıyla dolup taşarken, eski Doğu Almanya kentlerinin sokaklarını da büyüyen bir işsizler ordusu kaplıyordu.
Sosyalist Almanya’da iş ve başlarını sokacak bir ev bulmakta hiç zorlanmamış Doğu Almanlar, hayatlarında ilk kez, önceden hiç bilmedikleri güçlü bir gelecek kaygısıyla tanıştı.
Onlara sadece “bu günler de geçecek, yakında refaha kavuşacaksınız” deniyordu, ama kimse bunun nasıl olacağı konusunda pek bir şey söyleyemiyordu.
Çok geçmeden Almanya’daki işsizlik oranı, Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki büyük kriz döneminini geçerek yüzde 50’lere yükseldi.
Ardından, batıdan gelen polis desteğinin bile önlemekte yetersiz kaldığı sokak gösterileri başladı ve Berlin Alexanderplatz meydanına bakan Treuhand binasının önündeki Pazartesi Gösterileri her hafta onbinlerce insanın katıldığı bir rutin haline geldi.
Tepkiler yükselirken ön planda bulunan Rohweder şimşekleri tümüyle üzerine çekti. Medya tarafından da sıkıştırılırken, Federal Maliye Bakanı Theo Waigel başta olmak üzere tüm diğer yetkililer onun arkasına saklanıyordu.
Diğerlerinin yaptığını yapamayacak kadar kamuoyunun gözünün önünde bulunan Şansölye Kohl ise eleştirilere şu sözlerle cevap veriyordu: “Almanyayı yeniden birleştirmek konusunda hiçbir tecrübemiz yok ve umarım gelecekte de kimse bu tecrübeye ihtiyaç duymaz. Her gün yeni kararlar almak zorunda kalıyoruz ve elbette hatâlar da yapıyoruz.”
Rohweder, Treuhand yöneticiliğinde henüz daha bir yılını bile doldurmamışken, Düsseldorf’un banliyösünde, Ren nehri kıyısındaki müstakil evinin 2. katındaki kütüphanesinde bir kitabı karıştırırken, 1 Nisan gecesi penceresine 63 metre uzaktaki bir nişancının, Belçika yapımı NATO standardı G-1 tüfeğinden ateşlediği 7,62 mm çapındaki mermiyle vuruldu.
Ateşlenen ikinci mermi eşini yaraladı ve üçüncüsü de kitaplığa isabet etti.
Olay yerine devriye polislerinden hemen sonra gelen sağlık görevlileri Hergard Rohweder’i hastaneye yetiştirirken Detlev Karsten Rohweder kan kaybından çoktan ölmüştü.
İlk aramalarda polis saldırganla ilgili herhangi bir delil bulamadı. Tâ ki olayı araştıran bir gazeteci, bir helikopter tutup çevrede dolaşırken evin yakınlarındaki boş bir arazide terkedilmiş bir plastik sandalye görene kadar.
Polis plastik sandalyenin yanına gittiğinde, sandalyenin üzerinde tek bir saç teliyle bir havlu, bir dürbün, ateşlenen mermilere ait 3 kovan ve bir de saldırıyı üstlenen RAF (Rote Armee Fraktion/Kızıl Ordu Fraksiyonu) örgütüne ait bildiriyi buldu. Daha sonra genişletilen aramada, bulunanlara 3 adet de sigara izmariti eklenecekti. Sanki hepsi özenle yerleştirilmiş gibiydi.
Bildiri kısaydı. Detlev Karsten Rohweder’in Treuhand’ın başkanı ve “aç gözlü kapitalizmin özü” olduğu için hedef alındığını söylüyor, eylemi RAF’ın Ulrich Wessel Komandosu adına üstleniyordu.
Mermi kovanlarının balistik incelemesinde, aynı silahın bir başka RAF eyleminde de kullanılmış olduğu anlaşıldı.
Rohweder suikastinden bir buçuk ay kadar önce, 13 Şubat’ta Bonn’daki ABD elçiliğine uzaktan tüfeklerle kimsenin zarar görmediği 200 atış yapılmış, plan ve uygulamadaki bariz etkisizliğiyle uzmanları şaşırtan bu eylem de RAF hanesine yazılmıştı.
Bütün oklar açık seçik terörist Alman Kızılordu Fraksiyonu RAF’ı işaret ediyordu, ama tüm bu delillere rağmen cinayetle ilgili spekülasyonlar hiç kesilmedi. Pek çoklarına göre arkasında Batı Alman derin devleti ya da Stasi vardı.
2020 Eylül’ünden bu yana Netflix’te gösterimde olan dört bölümlük “A Perfect Crime” (Mükemmel Bir Cinayet) belgeseli cinayet dosyasının yeniden açılmasına neden oldu.
Belgeselde olayla dolaylı dolaysız ilgilenmiş istihbaratçılar, siyasiler, terör uzmanları, eski RAF gerillaları, polisler ve gazeteciler konuşuyor.
Peki, neden bütün kanıtlar oldukça net ve açık bir biçimde RAF’ı işaret ederken şüpheler ve spekülasyonlar hiç kesilmedi?
Hikayenin başına gidelim.
Yıl 1967.
Bütün Avrupa, özellikle öğrenci gençlik içinde yükselen özgürlükçü/sol fikirlerin etkisi ve Vietnam Savaşı karşı protestolarla çalkalanmakta.
2 Haziran günü İran Şahı Rıza Pehlevi’nin Almanya ziyareti öğrenci gençliğin artan tepkisinin hedefindeyken, polisin şiddetli müdahalesi bir cana malolur.
Daha önce hiçbir gösteriye katılmamış olan 27 yaşındaki Benno Ohnesorg, daha çok meraktan girdiği bir kargaşanın ortasında kalır ve başının arkasından vurularak öldürülür.
Tetiği çeken, polisin elebaşılarını tespit ve daha sonra tutuklamak amacıyla göstericilerin arasına gözlemci olarak soktuğu sivil memurlardan biridir: Karl-Heinz Kurras.
Benno Ohnesorg’un ölümü o güne dek belli bir seviyede tutulabilmiş şiddeti tırmandırır. Frankfurt’ta Gudrun Ensslin, Andreas Baader, Horst Söhnlein ve Thorwald Proll bir süpermarketin bombalanması eylemi etrafında toplanarak ilk RAF çekirdeğini oluştururlar.
Başlangıçta onlara yazdığı makalelerle gruba destek veren Ulrike Meinhof da sonradan onlara katılır, hattâ giderek grubun teorik lideri haline gelir. RAF’ın birinci kuşağı böyle oluşur. Bu aynı zamanda RAF’ın daha çok bilinen ikinci adını da aldığı evredir: Baader-Meinhof Örgütü veya devletin tercih ettiği ifadeyle Baader-Meinhof çetesi.
Örgüt kendisini şehir gerillası olarak tanımlar ve RAF 1970-1998 yılları arasında, özellikle de kalesi kabul edilen Hamburg’da pek çok şiddet eyleminde bulunur.
Silâhlı ve bombalı eylemleri sonucu 34 kişi ölür, 200’den fazlası yaralanır. Adam kaçırma ve rehin almalsr da birbirini izler. Karşılığında, eylemci üye sayısı 80’i geçmeyen RAF da 24 kayıp verir.
RAF’ın ilk kuşağının sonu, trajik ve oldukça da şaibeli bir takım intihar-infaz olaylarıyla hapishanelerde geldi.
Bütün bu hikâyenin gençler arasında yarattığı sempati, 1974 yılından itibaren ikinci RAF jenerasyonunun kaynağını oluşturdu.
İkinci jenerasyonun eylemleri şiddet dozunu giderek artırdı. Birinci jenerasyon üyelerinin hapisanedeki ölümlerine paralel biçimde, 1977’de gerçekleştirilen ve “77 Savunması” adı verilen bir dizi eylemle, İkinci Dünya Savaşından beri Almanya’nın yaşadığı en sert siyasi çalkantı olarak anılan Alman Sonbaharı’nda zirveye ulaştı.
Sovyetler Birliğinin çöküşü bütün dünyada sol akımlar için bir darbeyken, RAF eylemleri 1998 yılına kadar devam etti.
Geçişkenlik yüzünden üçüncü RAF jenerasyonunu ikinciden ayırmak oldukça zor olsa da, 1980 sonrası eylemler RAF üçüncü jenerasyona ait kabul ediliyor.
https://www.ndr.de/903/sendungen/kulturjournal_spezial/Kulturjournal-Spezial-,sendung1082378.html
https://www.bpb.de/geschichte/deutsche-geschichte/geschichte-der-raf/
RAF, başlarda toplum içinde elde ettiği sempati ile desteği yıllar içinde tüketmiş, eylemleri giderek tepki çekmeye ve şaibe altında kalmaya başlamıştı.
Üçüncü jenerasyonun neredeyse hiçbir üyesinin kimliğinin bilinmemesi, eylemlerin siyasi koşullarca destek toplayabilir nitelikte olmamasına rağmen devam ettirilmesi, bazı teknik bulgular ve sızan istihbarat sonucu, örgütün STASI bağlantısı dillendirilmeye başladı.
Bu bağlantı iki Almanya’nın birleşmesinden sonra resmen kanıtlandı.
Elbette eylemlere ve ilgili kişilere ait birçok kayıt, STASI tarafından çoktan ortadan kaldırılmıştı ama bulunabilenler, iki yapı arasındaki ilişkinin açık deliliydi.
RAF üçüncü jenerasyonun STASI ile bağlantısına ilişkin kanaatleri en çok besleyen eylem ise, 1989’un 30 Kasım’ında, Deutsche Bank patronu Alfred Herrhausen’ın, oldukça karmaşık ve yüksek derecede teknik bilgi gerektiren bombalı bir suikast sonucu öldürülmesi oldu.
Faillerin kimlikleri asla belirlenememiş ve olay yerinde bir RAF bildirisi bulunmuştu.
https://www.dw.com/de/vor-30-jahren-raf-anschlag-auf-bankenchef-herrhausen/a-51467354
RAF üçüncü jenerasyonunun toplam 8 kişiyi öldürdüğü eylemleri bugüne kadar karanlıkta kaldı.
Örgütün iki kişi hariç hiçbir üyesine ulaşılamadı.
“A Perfect Crime” belgeselinde görüşlerine başvurulan ve 35 yıldır antiterör ajanı olarak çalışan bir polis dedektifi, aslında RAF üçüncü jenerasyonun hiç olmadığını, eylemlerin tamamının arkasında STASI’nin bulunduğunu anlatıyor.
Belgeselde konuşan, zamanında Doğu Almanya’ya sığınmış ikinci jenerasyondan RAF üyesi Silke Maier Witt, sınırı geçer geçmez kendilerine yeni kimlikler, barınak ve geçinebilecekleri işler sağlandığını, ancak aynı anda sıkı gözlem altına alındıklarını anlatıyor. Ama yine de üçüncü jenerasyondan kimseyi tanımadığını, ancak eylemlerine bakarak çok katı ve disiplinli bir grup olduklarının söylenebileceğini belirtiyor.
1967’de RAF’ı yaratan cinayet sayılabilecek, İran Şahı karşıtı gösteride 27 yaşındaki gösterici Benno Ohnesorg başından vuran polis memuru Karl-Heinz Kurras’ın bir Doğu Alman casusu olduğu, 2009 yılında ortaya çıkmıştı.
https://www.dw.com/tr/almanyada-40-y%C4%B1ll%C4%B1k-s%C4%B1r-%C3%A7%C3%B6z%C3%BCl%C3%BCyor/a-4272040
Ama Kurras’ın Benno Ohnesorg’u öldürme motivasyonu, STASI ve onlardan aldığı bir emir değil, oldukça problemli geçmişi ve bunun üzerinde şekillenen hastalıklı kişiliğiydi.
Yine de kabul etmek gerekir ki, sonunda bir STASI uzantısı haline gelen RAF’ın doğumunda bile bir STASI dokunuşunun bulunması oldukça ilginç bir tesadüf.
Bu aşamada soru şu; Doğu Almanya zaten çökmüşken ve STASI’nin de kurumsal varlığı ortadan kalkmışken, örgüt veya ondan kalanlar neden Rohweder’i öldürsün ki?
Netflix belgeseline göre bu motivasyonlardan ilki intikam…
Doğu Almanya’nın sosyalist ideolojisinin bu en kemik unsuru, yani STASI mensupları, ülkenin neredeyse sahibi gibi yaşar ve hüküm sürerken, birleşme ile çok kısa bir süre içinde neredeyse birer hiç konumuna düşmüştü.
Kaderlerine kızgınlıkları ve hayal kırıklıkları, eski ülkelerine duydukları bağlılıkla da birleşirken, hedefe batının üzerlerine gönderdiği en belirgin unsuru, en öndeki figürü koydular: sömürge valisi gibi görünen Trehuand’ın başkanı Detlev Karsten Rohweder’i.
Ve Rohweder’i ya kendi profesyonel tetikçilerine, ya da ilişkide oldukları RAF militanlarına öldürttüler.
Belgeseldeki ilk teori bu.
Ama belgesel, infazın arkasında farklı motivasyonların da olabileceğini gösteriyor.
STASI memurları çöküş sonrası elbette birden buharlaşmadılar.
Yaşları, uzmanlıkları, bağlantıları ve yeteneklerine göre değişmek kaydıyla, ya köşelerine çekildiler veya yeni birleşik Almanya’da kendilerine uygun yerler buldular ki, bu yerlerin çoğu da güvenlikle ilgiliydi.
Bu notu düştükten sonra tekrar Rohweder cinayetine dönelim ve o 1 Nisan gecesi G-1 tüfeğinden çıkan mermiler çiftin vücutlarına isabet etmeden önceki duruma bakalım.
Rohweder’ler saldırıdan haftalar önce de sessiz telefonlarla, kapının açtıklarında karşılarında kimseyi bulamadıkları ziliyle taciz edilmekteydiler.
Evin sadece alt kat camları kurşun geçirmez özellikteydi ve evin güvenliğinden sorumlu olanlara göre de bu, ailenin isteğiydi.
Çift saldırının gerçekleşmesinden kısa bir süre önce yerel polis otoritelerine güvenlik kaygılarını bildirmiş ve korumanın artırılmasını istemişlerdi.
O güne kadar koruma varlığı yerel polis gücünün sadece birkaç saat arayla geçen devriyesinden ibaretti ve evin çevresini gözetleyen kamera sistemi de saldırı anında bozuk olduğu için kayıt yapmamıştı.
Soruşturma sırasında son kamera kaydının saldırıdan 9 gün önceye ait olduğu anlaşıldı.
Bu verilerden yola çıkarak, saldırıyı düzenleyenlerin devriyenin geçiş periyodu, kamera sisteminin çalışmaması ve en önemlisi de üst kat camlarının kurşun geçirmez olmadığı bilgisine önceden sahip olduğu sonucuna varmak mümkün.
Genelde hızlı vurkaç operasyonları planlayıp gerçekleştiren RAF’ın tarzına pek uymayan bu uzun bekleyişli eylem için, açık ki bunların hepsi de hayati bilgiler…
Tetikçi nehirden bir botla veya kara yolundan araçla gelmiş, uygun pozisyon için sabretmiş ve bu arada atışını bozacak kadar yorulmamak için plastik bir sandalyeyi yanında getirmiş, Rohweder’in kütüphane katına çıkmasını beklerken 3 sigara içmiş ve hedef göründüğünde de nişan alıp atışını yapmış.
Bütün bunlar profesyonelliğini ve rahatlığını gösteriyor.
Bütün deliller RAF diye bağırsa da, olaylar dizisi grubun hareket tarzına pek uygun görünmüyor.
Belki de belgeselde canlandırma olarak gösterildiği gibi, bilinçli bir delil yerleştirmeyle suç RAF üzerine yıkıldı.
Bütün bu karmaşaya on yıl sonra bir gizem daha eklendi.
Olay yerinde ne aradığı bir türlü anlaşılamayan havlu, daha doğrusu onun üzerinde bulunan saç teli nihayet sırrını açıkladı.
Saç teli Rohweder olayından iki yıl kadar sonra polis tarafından öldürülecek bir başka RAF üyesi Wolfgang Grams’a aitti.
Suikastın gerçekleştiği yıllarda biyolojik kalıntılardan DNA takibi yapma teknikleri gelişmişti ama saç telinin analizi yapılamıyordu. Çünkü saç telinin kökü yoktu.
Kök olmadan da DNA analizi yapabilmek, ancak sürekli geliştirilen kriminal araştırma teknikleri sayesinde ve 2001’de mümkün olabildi.
Ancak 27 Haziran 1993’de polisle girdiği bir çatışmada öldürüldüğü için Grams’dan da bilgi alabilmek imkansızdı.
Ve Wolfgang Grams, üçüncü jenerasyon RAF üyelerinden kimliği tespit edilebilmiş iki kişiden biriydi.
Bütün bu olaylar silsilesinde anlatılanların hepsi gibi, Grams’ın da hikâyesi kafa karıştırıcıydı.
Hikayenin başlangıcında, 1993’te Klaus Steinmetz adlı bir gizli servis ajanının RAF’ın içine sızması var.
Steinmetz’in verdiği bilgiler doğrultusunda, Almanya federal polisinin terörle mücadele ve özel operasyon birimi GSG-9, tespit edilen bir RAF hücresinin iki elemanını Bad Kleinen İstasyonu’nda yakalamayı amaçlayan bir operasyon hazırlar.
Ancak operasyon sırasında yapılan peşpeşe hatâlar sonucu çıkan silahlı çatışma, bir özel operasyon polisi ile RAF gerillası Wolfgang Grams’ın hayatına malolur ve ardından tüm operasyon bir skandala dönüşür.
GSG-9 başarısız bir operasyon ve yargısız infaz yapmakla suçlanmaktadır.
Sonuçta, sorumluluğu bulunan 10’a yakın görevli, Alman Hükümeti tarafından ya istifaya zorlanır ya da emekliye sevk edilir…
https://de.wikipedia.org/wiki/GSG-9-Einsatz_in_Bad_Kleinen
Biraz daha ilerleyelim ama önce belgeseldeki ilginç bir noktaya değinelim.
Yukarıda “Wolfgang Grams üçüncü jenerasyon RAF üyelerinden kimliği tespit edilebilmiş iki kişiden biridir” demiştik.
Onlardan biri Grams, peki ya diğeri?
Belgeselin sadece adını verip geçtiği ve sonrasında nedense izini sürmediği bu isim, Birgit Hogefeld.
İleride bize Rohweder suikasti ile ilgili başka bilgilerle gelecek, ama şimdilik tekrar suikaste ve sonrasına dönelim.
Olaydan yaralı kurtulan Rohweder’in eşi Hergard Rohweder saldırı sonrası ifadelerinde, eşinin kendisine Doğu Almanya hesaplarında olması gereken birkaç yüz milyon mark nakitin kayıp olduğunu ve onların izini sürdüğünü söylediğini aktarıyor.
Bayan Rohweder ayrıca, aynı konuşmalar sırasında, asli işi silah ticareti olan, Doğu Alman yapımı AK-47 tüfekleri ve RPG-7 roketatarları ile başka bir takım askeri malzemeleri ihraç eden IMES’in adının geçtiğini hatırlıyor.
Operasyonlarını özellikle Güney Amerika ve Afrika’da yoğunlaştıran IMES, KoKo kısa adıyla bilinen Kommerzielle Koordinierung’un (Ticari Koordinasyon) bir parçası. KoKo’nun, Doğu Alman devlet aygıtının kirli işlerini yönettiği de birleşme sonrasında ortaya çıkarılmıştı.
Almanyaların birleşmesinden sonra mercek altına alınan KoKo soruşturulduğunda, içlerinde CIA’nın da bulunduğu bir çok yasak silâh anlaşmasında taraf olduğu, Doğu Alman siyasi tutuklulularını Batı Almanya’ya satmak da dahil sürüyle kirli işe bulaştığı, hemen her işleminin, Doğu Almanya devletinin önde gelen isimleri Erich Honecker, Erich Mielke ve Gunter Mittag tarafından bilindiği anlaşıldı.
1966’da kurulmuş olan KoKo’nun asıl işi, Doğu Alman Markı’nın giderek geçerliliğini yitirdiği bir piyasadan olabildiğince döviz, tercihan da Batı Alman Markı toplamak ve paravan şirketler aracılığı ile Batı’dan sosyalist bloka satışı yasaklı malları, örneğin yüksek teknik gereçleri ve elektronik ekipmanları tedarik etmekti.
Bunun yanında KoKo, Doğu Alman hükümeti adına medikal ekipman ve sanat eseri ticareti de yapıyor; tarihi eser kaçakçılığı, endüstri casusluğu gibi işlere bulaşıyor; bir taraftan da siyasi seçkinlere Doğu Bloku’nda bulunmayan softporno ürünleri, uyuşturucu ve lüks mallar temin ediyordu.
Örneğin 1977 Romanya Vrancea depremi için Doğu Almanya’da devlet kampanyasıyla gönüllülerden toplanan kanların Münih Kızılhaçı’na satılması türünden işler de KoKo’nun sorumluluğundaydı.
Tüm bu işlemlerde ise KoKo, Batı’da kurduğu 180 ayrı paravan şirketi kullanıyordu.
KoKo’nun 1969-1989 yılları arasında tüm bu karmaşık ticaret ağından, çoğu İsviçre ve Liechtenstein’daki hesaplarda tutulan toplam 25-28 milyar DM (Batı Alman Markı) elde ettiği hesaplanıyor.
https://de.wikipedia.org/wiki/Kommerzielle_Koordinierung
https://www.bundesregierung.de/breg-de/aktuelles/zeitung-enthuellt-koko-machenschaften-403798
https://www.mdr.de/zeitreise/ddr/alexander-schalck-golodkowski-devisen-kredite-ddr-100.html
Netflix belgeseli “A Perfect Crime,” KoKo’nun silah ticareti yapan uzantısı IMES’den girip sonunda yine oldukça ilginç bir kişiliğe, Kommerzielle Koordinierung’un başı, genel koordinatörü, Dış Ticaret Bakan Yardımcısı ve STASI albayı Alexander Schalck-Golodkowski’ye kadar ilerliyor.
Her ne kadar “A Perfect Crime” belgeseli açıkça öyle yapmayıp ima aşamasında kalmış olsa da, Rohweder suikastıyla Golodkowski‘yi ilişkilendirmek oldukça zor. Çünkü Golodkowski 1989’da, Rohweder öldürülmeden iki yıl önce Batı Almanya’ya iltica etmişti.
Elbette Golodkowski, yukarıda anlatılan KoKo operasyonlarının hepsinden haberdardı ve hattâ bu sorumlulukları yüzünden; casusluk faaliyetleri, vergi kaçakçılığı, dolandırıcılık, ambargo düzenlemelerini ihlâl etme ve Müttefik askeri hukukuna karşı suçlar şüphesiyle 1991’den itibaren soruşturuldu, 1996’da da bir yıl tutuklu kaldı.
Belgesel böylece “acaba bu işin arkasında Golodkowski ve onun karanlık işlerinin Batı Almanya’daki bazı ortakları olabilir mi?” sorusunu kendisi sormayıp seyircinin aklına düşürerek ilerliyor.
Belgeselde Rohweder suikastinin arkasındaki üç olası motivasyondan bahsediliyor:
1- Standart bir RAF eylemi olması.
2- STASI’nin intikam operasyonu olması.
3- Rohweder’in Treuhand’daki çalışmalarıyla açığa çıkarmak üzere olduğu yolsuzluklar yüzünden bir “derin devlet” tarafından hedef alınmış olma olasılığı.
Alexander Schalck-Golodkowski, sadece karanlık kişiliği ile derin devlet motivasyonunu, yani 3 numaralı seçeneği desteklemekte işe yarıyor gibi görünüyor ve birçok sebepten de cinayetle ilgisini kurabilmek imkânsız.
Oysa Golodkowski dışında başka bir figür, belgeselde adı üstünkörü anılan ve sonra hemen unutulan bir başkası var ki, tanıklığı oldukça önemli olmalı, ancak belgeselde ona bir daha hiç değinilmiyor.
Cinayet kanıtlarından olan ve sırrını on yıl sonra açıklayan o saç telinin sahibi RAF gerillası Wolfgang Grams’ın yoldaşı Birgit Hogefeld.
1993’de Bad Kleinen İstasyonu’nda yapılan, hem bir GSG-9 polisinin hem Wolfgang Grams’ın öldüğü, RAF’a karşı düzenlenen o son antiterör operasyonunda canlı ele geçirilen, doğal olarak da RAF’ın üçüncü jenerasyonunun yaşayan tek üyesi, bütün jenerasyonlardan geriye kalan son iki RAF militanından biri; Birgit Hogefeld (diğeri Christian Klar).
Klar ve Hogefeld, polisin ele geçirebildiği diğer tüm RAF üyeleri gibi yoldaşları ve örgüt hakkında otoritelere bilgi vermeye hiç hevesli değillerdi. Serbest bırakılma da dahil, bunun için önlerine konan tüm bedelleri reddedip, ağızlarının sıkılığını bugüne kadar korudular.
https://de.wikipedia.org/wiki/Christian_Klar
Ancak Birgit Hogefeld’in Klar’dan farklı yanları var.
Öncelikle o tıpkı Klar gibi aslında ikinci jenerasyondan da olsa, çok geç bir tarihte ve ancak 1993’de yakalandı. Dolayısıyla da üçüncü jenerasyon eylemleri içinde fiilen bulundu ki, suçlu bulunup cezaya çarptırıldığı işlerin çoğu da bu eylemler.
https://de.wikipedia.org/wiki/Birgit_Hogefeld
Hogefeld’in tüm eylemleri hakkında bugün hâlâ yeterli bilgi yok. Birgit Hogefeld 1996’da ömür boyu hapise çarptırıldı ve 2011 yılında da şartlı tahliye ile serbest bırakıldı.
Ve Birgit Hogefeld 1997 Ekim’inde Der Spiegel’e bir röportaj verdi. O röportajda Rohweder suikastine de değinildi.
Hogefeld, 1 Nisan 1991’de Rohweder’in neden RAF tarafından hedef alındığı ile ilgili bir soruyu; RAF’ın eylemleriyle uzunca bir süredir sol tabandan koptuğu; dolayısıyla birleşme sonrası Treuhand politikalarıyla yükselen tepkiyi, kitlelerle örgüt arasında açılan makası kapatmak için fırsat bildiği şeklinde cevaplıyor.
Yine aynı röportajda, Rohweder suikastiyle ilgili STASI iddialarını da “saçma” olarak nitelendiriyor.
https://www.spiegel.de/consent-a-?targetUrl=https%3A%2F%2Fwww.spiegel.de%2Fspiegel%2Fprint%2Fd-8799444.html&ref=https%3A%2F%2Fwww.google.com%2F
RAF’ın özellikle de 80’lerden itibaren STASI’den bilgi, lojistik ve teknik destek aldığı reddedilemez bir gerçek.
Hattâ ismi birkaç paragraf yukarıda Hogefeld ile birlikte son kalan RAF’cılardan diye geçen Christian Klar da, Doğu Almanya’da STASI’den patlayıcı ve RPG-7 roketatar kullanımı konusunda eğitim almış, aldığı bu eğitimi de eylemlerinde kullanmış. Bunlar artık kanıksanmış bilgiler.
Ancak STASI’nin RAF eylemlerini yönlendirdiği, emrettiği veya ajanlarının bizzat katıldığı hakkında, spekülasyonlar dışında herhangi bir somut kanıt yok.
Bu durum, başından beri izlerinden gittiğimiz Netflix belgeseli “A Perfect Crime”ın anlatısının, bildiği halde değinmediği Spiegel-Hogefeld röportajı gibi bir diğer önemli eksikliği.
Bitirmeden önce eklenmesi gereken son birkaç şey var.
Hogefeld’in sol tabanla buluşmak için yapıldığını söylediği suikastten hemen sonraki ilk “Pazartesi Gösterisi”nin iptal edilmesi düşünülüyor, ama organizanizasyon komitesi son anda bu karardan vazgeçiyor.
Berlin Alexanderplatz meydanına bakan Treuhand binasının önünde neredeyse bir yıldır süren protestoların sonuncusu, bu kez Rohweder’in anısına yapılan bir saygı duruşuyla sona eriyor ve gösteriler de bir daha tekrarlanmıyor.
Treuhand’ın başına, Rohweder’in ölümüyle boş kalan makama ise Hristiyan Demokrat Parti’den Brigitte Breuel getiriliyor ve o güne kadar Treuhand’a hiç uğramamış Maliye Bakanı Theo Waigel de, Breuel’in açılış konuşmasında orada bulunuyor.
Brigitte Breuel’in yönetimindeki Treuhand ise ince eleyip sık dokumayı bırakıp hızlı bir özelleştirme yoluna dönüyor ve Doğu Almanya’dan elde kalan tüm şirketler, sanayi kuruluşları, sair kurumlar ile varlıkları çabucak satılıyor.
Yani Rohweder’in öldürülmesi hem Trehuand aleyhine yükselen protestoları bitiriyor, hem de özelleştirmeleri hızlandırıyor.
Ve Trehuand 31 Aralık 1994’de kapatılıyor.