AGOS gazetesi, Hrant Dink Ödülü sahibi Filipinli gazeteci Maria Ressa’nın bağımsız gazetecilik yönündeki çabalarını şöyle özetlemişti:
Maria Ressa ülkesinde basın özgürlüğü için mücadele vermiş bir gazeteci. 2012’de, üç kadın gazeteciyle birlikte, ülkenin yalnızca dijital mecrada yayın yapan en büyük haber sitesi olan, bünyesinde yaklaşık 100 gazetecinin çalıştığı Rappler’ı kurdu. 2015’te, cumhurbaşkanlığı seçim kampanyası sırasında söyleşi yaptığı Rodrigo Duterte’ye, 1980’lerde, Davao şehrinin belediye başkanıyken üç kişiyi öldürdüğünü itiraf ettirdi. Rappler’daki çalışma arkadaşlarıyla, Duterte’nin ‘uyuşturucuya karşı mücadele’sindeki yargısız infazları ve insan hakları ihlallerini ortaya çıkardı; 2016’da cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından faaliyete geçen ‘trol ordusu’nu araştırırken iktidarın baskılarıyla karşılaştı.
Ressa’nın Hrant Dink Ödülü töreninde yaptığı konuşma
Rappler’deki çalışmalarımız nedeniyle bizi bu ödüle layık gördüğünüz için Hrant Dink Vakfı’na ve jüriye çok teşekkür ederiz. Özellikle de kuruluşumuzun ve burada, Filipinler’de demokrasinin ayakta kalmaya çalıştığı böylesine önemli bir dönemde.
Son beş yıldır mücadele verdiğimiz iki alanla ilgili bir hayli yazıp çizdik: Bunlardan birisi, on binlerce kişinin ölümüne yol açan acımasız bir uyuşturucu savaşı; diğeri ise sosyal medyada nefreti körüklemeye ve ifade özgürlüğünü bastırmaya yönelik katlanarak artan yalanlar.
Filipinler hükümetinden ve Facebook’tan kaynaklanan cezasızlıkla mücadele ediyoruz. Bunların her ikisi de şiddeti, korkuyu ve demokrasimizi zehirleyen yalanları besliyor.
Sosyal medyada dolaşan yalanlar, hükümetin hakkımızda açtığı çok sayıda davanın da temelini oluşturuyor.
Ocak 2018’de, hükümet, kuruluşumuzun yabancılara ait olduğu iddiası (ki değil), vergi kaçırdığımız iddiası (bizi vergi kaçakçılığı ile suçlamalarından altı ay önce, vergi kurumu bize en yüksek kurumlar vergisini ödeyen kuruluş ödülünü vermişti) ve başka gülünç suçlamalarla Rappler’i kapatmaya çalıştı. Hakkımda çıkan tutuklama kararları nedeniyle iki yıldan kısa bir süre içerisinde 10 kez kefalet ödemek durumunda kaldım. Yani serbest kalabilmek ve çalışmaya devam edebilmek için sürekli mücadele etmem gerekiyor. Halen seyahat etmem engelleniyor, yani temel haklarım için mücadele ediyorum.
Durumun endişe verici bir başka boyutu da şu: Bu nefret ve şiddet, sosyal medyadaki, Amerikan sosyal medya şirketlerindeki bilgi operasyonları daha da arttı. Bizimki ve sizinki gibi hükümetler, 80’in üzerinde ülkenin yönetimleri, bizi manipüle etmek, demokrasinin kazanımlarını geriye çevirmek ve gazetecilere saldırmak için sosyal medyada ucuz ordular kullanıyorlar.
Dünyanın her yerinde bildiğimiz bir şey var: Sosyal medyada olanlar sosyal medyada kalmıyor.
Çevrimiçi şiddet gerçek hayatta da şiddet getiriyor.
2016’dan bu yana, burada, tam altı yıldır, her yıl dünyada toplumu İnternette ve sosyal medyada en fazla vakit geçiren ülke olan Filipinler’de yaşananların, bizim distopik bugünümüzün dünya çapında demokrasilerin geleceği olduğunu söyleyerek insanları defalarca uyarırken kendimi hem Sisifos hem Kasandra gibi hissettim. Amerikalı biyolog EO Wilson bunu en güzel biçimde ifade etmiş: yontma taş döneminin duygularıyla karşı karşıyayız, yani duygusal olarak manipüle ediliyoruz ve karşımızda Orta Çağ kurumları ve tanrı gibi bir teknoloji var.
Epey kârlı mikro hedeflemesi ile, sosyal medya, bu iş modeli, insan davranışını değiştirmeyi amaçlayan bir sistem haline geldi. Biz kullanıcılar ise, üzerinde gerçek zamanlı olarak deney yapılan Pavlov’un köpekleriyiz… Korkunç sonuçlar getiren bir deneyin denekleri. Facebook dünyanın en büyük haber ajansı; ancak çalışmalar gösteriyor ki öfke ve nefretle örülmüş yalanlar sıkıcı gerçeklerden çok daha hızlı yayılıyor ve daha fazla yol kat edebiliyor.
Size olguları sunan sosyal medya platformlarıysa hem olgulara hem de gazetecilere karşı önyargılı. Tasarımları gereği, bizleri bölüyor ve radikalleştiriyorlar. Bu salt bir ifade özgürlüğü meselesi değil. Bu, bizim, sosyal medya kullanıcılarının hatası değil. Bizim hatamız değil. Bu platformlar, yalnızca insanlığın mevcut durumunu yansıtmıyor. Hepimizi olabileceğimiz en kötü halimize dönüştürüyor… Şiddet ve korkudan beslenen fevri davranışları ortaya çıkarıyor, belirsizliği öne çıkarıyor ve benim ülkemin lideri gibi otokratların ve faşizmin yükselişine önayak oluyorlar.
Bunu şöyle de düşünebilirsiniz:
Olgular olmadan hakikatten söz edilemez. Hakikat olmadan güvenden söz edemeyiz. Güven yoksa hepimizin paylaştığı bir gerçeklik algısından söz edemeyiz ve dünyamızın varoluşsal sorunlarıyla baş etmek imkânsız hale gelir: iklim, koronavirüs, teknoloji firmalarının bir zamanlar gazetecilerin üstlendiği eşik bekçiliği görevini devralmasının ardından bilgi ekosistemimizde patlayan atom bombası. Teknoloji şirketleri kamusal alanın sorumluluğunu kendi üzerlerinden attılar, bilginin bir kamu malı olduğunu idrak edemediler.
Kadınlar, beyaz olmayan insanlar, LGBTQ, halihazırda ötekileştirilmiş kesimler, Uluslararası Gazetecilik Merkezi’nden (ICFJ) Julie Posetti’nin başyazarı olduğu ve geçtiğimiz Mayıs ayında yayınlanan ‘‘Chilling’’ başlıklı UNESCO raporunda da göreceğiniz gibi daha da savunmasız hale geldiler. Julie, bana yönelik saldırılar başladığında bu saldırılara karşı sesimi yükseltmem konusunda beni ikna etmişti. Çünkü gazetecilerin ellerinde kendilerini savunmak için kullanabilecekleri tek araç bu. Işık tutmak.
Büyük acılar yaşanan beş yılın sonunda, gelecek için üç çağrıda bulunmak istiyorum:
Tıpkı benim hükümetim gibi, iktidarlarını perçinlemek için yakıp yıkma taktiği kullanan ve insan doğasının en kötü yönlerine seslenen hükümetlerde çalışan kadınlara ve erkeklere: Demokrasideki aşınmayı durduracak ve hukukun üstünlüğünü koruyacak güce sahipsiniz. Suskunluğunuz, rıza gösterdiğiniz anlamına gelir. Hırslarınızın veya korkularınızın gelecek nesillerin değerlerini sakat bırakmasına izin vermeyin.
Teknoloji şirketlerine ve sosyal medya platformlarına. İş modeliniz toplumları böldü ve demokrasileri zayıflattı. Kişiselleştirme, benim gerçekliğimin sizin gerçekliğinizden farklı olduğunu ifade eder… Fakat tüm bu farklı gerçekliklerin kamusal alanda yan yana var olması gerekir. Bizleri artık olgular üzerinde bile hemfikir olamayacak derecede parçalayamazsınız. Neden yalanların yayılmasına izin veresiniz? Evet, bu büyük bir sorumluluk ama bir ifade özgürlüğü meselesi değil. Bu, bir zamanlar gazetecilerin üstlenmiş olduğu bir eşik bekçiliği rolü. Geçmişte de defalarca gördüğümüz gibi, bu yalnızca durumu kötüleştiriyor. Siz de iş hayatında, bizim küçücük şirketimizin kamusal alanı korumak ve demokrasinin ayakta kalmasını sağlamak için almak zorunda kaldığı zor kararları almayı bir düşünün.
Hala mücadele etmeye devam eden gazetecilere ve aktivistlere: yolumuzdan şaşmamamız gerekiyor. İnsanlar bazen naif veya aptal olduğunuzu söyleyebilir. Bizim için de öyle diyorlar. Ama değiliz. İçinde bulunduğumuz dönem bunu gerektiriyor. Umut olmadan ilerleyecek enerjimiz kalmaz. Uzun vadeli düşünmemiz, birlikte çalışmamız ve yalnız olmadığımızı bilmemiz gerekiyor. Bu mücadele, küresel bir mücadele.
Bu ödül, Hrant Dink ödülü, ağır bir ödül, müthiş bir kokusu var ve muhteşem güzellikte. Bu ağır ahşabın üzerindeki çatlak, bizlere, toplumlarımızdaki fay hatlarının gücünü hükümetlerden alan sosyal medya saldırılarıyla, bilgi operasyonlarıyla nasıl da yarıldığını gösteriyor. Bir de onu bir arada tutan bu köprü var – işte bu gazetecilerin görevi. Bu görevin değiştiğini düşünmüyorum. Bu ödül için ve zor dönemlerde bile ışık tutmaya devam ettiğiniz için çok teşekkürler.