Son yıllarda Güney Kore’yi ziyaret eden herkes, komedi şovlarının ülkede epeyce popüler olduğunu fark etmiştir. Amerika Birleşik Devletleri’nde sıklıkla karşımıza çıkan bire bir talk-show’ların aksine bu prodüksiyonlar genellikle otoparklar, oyun alanları, şehir parkları veya alışveriş merkezleri gibi halka açık alanlarda kamera karşısına çıkan bir grup erkek oyuncuyu içeriyor. Bu oyuncular, eşofman takımlarını giyip saklambaç, bayrak yarışı, ip atlama ve taş-kâğıt-makas gibi saçma sapan oyunlara geçmeden önce çocukça bir üslupla konuşur, kıkırdar ve birbirlerini hafifçe iteklerler.
Oyunları kaybedenlere, yemek yemelerinin ya da stüdyoya geri dönmelerinin engellenmesi gibi aşağılayıcı ama zararsız cezalar verilir. Cezalar ne kadar aşağılayıcı olursa, izleyiciler de o kadar keyif alır.
Bu reality TV komedi programlarından biri olan Running Man, yalnızca Güney Kore’de değil birçok diğer Asya ülkesinde de popüler. Genç K-pop şarkıcıları ve K-drama ünlüleriyle yarışan orta yaşlı komedyenlerin yer aldığı bu gösteri, 2010’dan bu yana Pasifik ülkelerinde ve dünyanın diğer yerlerinde sosyal medyayı etkisi altına alan Hallyu’nun (“Kore dalgası”) ayrılmaz bir parçası oldu.
Çağdaş sosyal medya, Kore menşeli bu televizyon programından esinlenen oyunlar içeren ve kıtanın farklı ülkelerinde yaşayan sıradan Asyalılar tarafından internete yüklenen videolarla dolu.
İlhamını çocuk oyunlarından alan bu şovları izlemenin keyifli yanlarından biri de gag sanatçılarının ve K-pop ünlülerinin, onlardan beklenen alçakgönüllü tutumları takınmalarıdır.
Ünlü kişilerin, çocukların davranışlarını taklit etmelerini izlemek insanları kahkahalara boğar. Bu gösteriler aynı zamanda bulaşıcı bir şekilde duygusaldır, çünkü hem bu saçma sapan oyunları izleyenler adeta çocukluk yıllarına döner hem de onlara çağdaş dünyanın gerçekliğinde kaybolan masumiyeti hatırlatıp bir an için bile olsa onları geçmişe götürürler. Bu sahneler, bir oyunu sırf bir oyun olarak oynamanın verdiği sevinci yitirdiğimizi ve yalnızca kazanıp kaybetmeye odaklandığımızı bizlere hatırlatır.
İşte Netflix’in izlenme rekorları kıran yeni dizisi Squid Game, yetişkinlerin çocuk oyunları oynamasının komik tarafını, eleştirmeyi hedeflediği neoliberal kapitalizmin dehşet verici ve distopik dünyasına taşıyarak bu konsepti tersine çeviriyor. Bu oyunlardaki kurgusal yarışmacılar komedyenlerden ve K-pop yıldızlarından değil, borç batağına düşmüş, hızlıca para kazanmak için hemen hemen her şeyi yapmaya hazır çaresiz kadınlardan ve erkeklerden oluşuyor. Olaylar, şehir parkları veya alışveriş merkezleri gibi herkesin gittiği sıradan alanlarda değil; grafik sanatçısı M. C. Escher’dan esinlenen merdivenler ile görkemli bir şekilde boyanmış labirentlerin bulunduğu, hoparlörlerden George Frideric Handel’in ve Richard Strauss’un aynı anda hem neşeli hem de ürpertici denebilecek klasik müzik eserlerinin çalındığı ücra bir adada geçiyor. Ayrıca, bu adada oyundan atılmanın cezası hafifçe aşağılanmak değil, kelimenin adlı adınca ölüm.
Squid Game, basit bir temel üzerine kurulu. Dizinin ana kahramanı (Lee Jung-jae’ın oynadığı) Seong Gi-hun, ganyanda kazandığı bütün parayı bir yankesiciye kaptırdığı ve tefecilerden dayak yediği uzun bir günün ardından, metro istasyonunda ttakji (katlanmış kâğıt fırlatma) adında bir çocuk oyunu oynama teklifi alır. Ardından, usta bir ttakji oyuncusu olan bu gizemli yabancı, onu yaklaşık 40 milyon dolar kazanabileceği daha büyük bir kumar tertibine davet eder. Gi-hun bu teklifi kabul eder ve sonrasında, hayatta kalanların bir sonraki tura geçtiği, kaybedenlerin ise üniforma olarak koyu pembe renkli tulumlar giyen esrarengiz maskeli muhafızlar tarafından acımasızca katledildiği bir dizi çocuk oyunu oynayacağı ücra bir adaya götürülür.
Aynı anda hem ufak tefek hırsızlıklar yapan, hem bir kumarbaz olan, hem de bir alkolik olan Gi-hun’un birçok kişilik bozukluğu olsa da büyük kusuru fazla cömert olmasıdır. Gi-hun’un dizideki en büyük rakibi ve aynı zamanda çocukluk arkadaşı olan başarısız yatırım bankacısı Cho Sang-woo’nun ona hatırlattığı gibi, Gi-hun’un sorunu “başkalarını çok fazla umursaması”dır. İnsanları aşırı umursamak, alkol veya kumar bağımlılığından daha kötü değilse bile bunlarla eşit derecede bir kusurdur.
Gi-hun, onu geride bırakan zamana ayak uyduramaz. Kızına duyduğu derin bağlılık, sadakat ve dostluk onu iyi bir insan yapmak yerine ahlaksız ve uygunsuz biri yapar. Dizi ilerledikçe onu bu hale getiren sürecin bir otomobil fabrikasında çalışırken sistemin yarattığı adaletsizliğine karşı savaşmak için bir sendika grevine katılmasına dayandığını öğreniyoruz. Gi-hun, bu dönemde polis tarafından ölümüne dövülen bir iş arkadaşının bakımını üstlendiği için hem evliliğini hem de işini kaybeder.
Squid Game, dizinin sonunda Gi-hun’u hayatta kalan son kişilerden biri olmasına sebebiyet veren ters köşeler aracılığıyla yaşama ilişkin zor ama çok temel bir soruyu gündeme getiriyor: Bir insan, kapitalizmin acımasız ve amansız ortamında nefsini koruyarak rekabet edebilir mi?
Elbette bu soru, evrensel olarak, neoliberal kapitalizmin dünyaya hâkim olmasından sonra derinleşen sınıf kutuplaşmasına maruz kalan her topluma uygulanabilecek çok eski bir meselden türetilmiştir. Squid Game her ne kadar absürt bir gizem öyküsü olsa da, Güney Kore’yi dünyadaki intihar oranlarının en yüksek, doğurganlık oranlarının ise en düşük olduğu ülkelerden biri yapan acımasız gerçekleri gözden kaçırmıyor. Gerçekten de, ülkede borçlarını ödeyebilmek için hayatları pahasına bu oyunu oynayacak çok sayıda çaresiz insan var.
Gi-hun, birçok yönden geçen yıl Oscar ödülüne layık görülen Kore yapımı film Parazit’in, yoksul bir babadan bir katile dönüşen ana kahramanı (Song Kang-ho’nun canlandırdığı) Kim Ki-taek’i andırıyor. İki karakter arasındaki fark, Ki-taek’in, ailesinin geçimini sağlayabilecek becerikli ve genç evlatlara sahip olmasıydı, oysa Squid Game’deki Gi-hun’un bu tür bir imkânı yok. Hâlâ ilkokul çağında olan kızı, Gi-hun’dan nefret eden üvey babası ve annesiyle birlikte yaşıyor. Yani Squid Game’deki yarışmacılar, birçok yönden Parazit’in toplumun alt sınıfından gelen kahramanlarından daha kötü durumda. Her iki eserde de görüldüğü üzere, kapitalizm, zenginlerle fakirleri değil, fakirlerle diğer fakirleri karşı karşıya getiriyor.
Dünyanın dört bir yanında ilgi görmesine rağmen Squid Game, yerel değerlere dikkat çekerek özgün bir anlatım yaratmayı başarıyor. Squid Game’e dair birçok sosyal medya gönderisinde ve ”meme”de, dizinin en etkileyici sahnesinin erkek baş kahramanlar ve kötü adamlar tarafından değil, dizinin iki kadın yan karakteri tarafından yaratıldığına dikkat çekiliyor: Komünizmden kaçıp hem kapitalizme sığınmak hem de kapitalist düzen içerisinde hayatta kalmak için savaşan Kuzey Koreli bir sığınmacı olan (ve Jung Ho-yeon tarafından oynanan) Kang Sae-byeok ve tacizci babasını öldürdükten sonra hapishaneden yeni çıkan Ji-yeong (Lee Yoo-mi). Her turda daha iyi bir konum elde etmek için entrikalar kuran, türlü türlü planlar yapan, her an daha güçlü ve daha akıllı müttefikler peşinde koşan erkek yarışmacıların aksine, bu iki genç kadın tek başlarına durmayı seçiyor. Bu da onları hem aykırı hem de güçlü kılıyor. Gelgelelim, iki karakterin şansı da sonunda tükeniyor. Oyunun ilerleyen turlarından birinde, yalnızca birinin bir sonraki tura geçebileceği bir oyunda karşı karşıya kalıyorlar; aralarından yalnızca biri oyuna devam edecek, diğeri elenecektir (yani, infaz edilecektir).
İşte bu sahne, bizlere dramanın tam anlamıyla parıldadığı bir an sunuyor. Bu karakterlerden birinin yalnızca yarım saatlik ömrünün kaldığını bilerek, iki karakterin de diğerini kandırıyormuş gibi yapmadığı ya da ölümlerine sebep olacak sistemi aldatmadığı olağanüstü ve dramatik bir an ile karşı karşıya kalıyoruz. Çağdaş Amerikan dramalarının çoğunda veya erkek merkezli olay örgülerinde olanın aksine, bu kızlar yalnızca sohbet etmeyi seçerek Kore filmi Inside Men’den “Haydi mojito’da bir Maldivler içelim” gibi belirsiz bir replik hakkında görünüşte anlamsız bir muhabbete girişiyorlar. Egzotik bir adada birlikte o içkiyi içmek, tam da bu iki kadının yapmayı seçtiği şeydir: İçlerinden birinin yaşamak için yalnızca 30 dakikası kaldığının farkında olmak.
Bölüm içinde bu iki karaktere, sahip oldukları karmakarışık hayaller, sevdikleri filmler ve seyahat fantezileri hakkında sohbet etme özgürlüğü ve zamanı verilmesi, Batı dramalarının ve gerilim filmlerinin genellikle göz ardı ettiği bir lükstür. Burada, Haruki Murakami’nin, anlatıcının “bilinçli” dünyada yaşamak için sadece bir buçuk günü kaldığını fark ettiği ve 1980’lerde kaleme aldığı postmodern romanı Katı Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu’ndan, Doğu Asya masallarında, şiirlerinde ve resimlerinde yer alan ütopik Şeftali Çiçeği Vadisi’nin (daha sonra Batı’da “Shangri-La” olarak yeniden adlandırılmıştır) modernite öncesi tasvirlerine dek Doğu Asya hayal gücünün can alıcı örnekleri karşımıza çıkıyor.
Bu çift hatlı gerçeklik fantezisi, tüm dünyayı etkisi altına alan ve kapitalizmin oyunundan kaçmanın imkânsızlığını sürekli olarak bizlere hatırlatan bir Netflix dizisinde bile yer buldu. Biri (totalitarizmin hüküm sürdüğü) Kuzey Kore’den, öbürü (aile içi şiddetin, yüksek intihar oranlarının ve depresyonun hüküm sürdüğü) Güney Kore’den bıkmış iki genç Koreli kadın arasındaki konuşmanın sonunda, kendileri için yarattıkları fantezilerden başka bir çıkış yolu bulunamaz. Yani fantezi, onlara yaşamın kendisini sunmasa da, en azından, kazanmak ve kaybetmek arasında seçim yapmalarına zorlayacak şekilde sistemden kurtulma duygusunu verir.
Dizinin sonunda da gördüğümüz gibi, hayatın gerçeği, bir oyuna katılmanın, o oyunun pasif bir seyircisi olmaktan çok daha heyecan verici olduğudur. Bir yarışı izlemek, ortada ne kadar para söz konusu olursa olsun, o yarışta koşmanın keyfini hiçbir zaman veremez. Çoğumuz, profesyonel bir sporcu olmak için gerekli becerilere sahip olmadığımızı hayatımızın erken dönemlerinde anlarız, ancak yine çoğumuz, yalnızca bu oyunların bizlere verdiği keyif için uzun saatlerimizi spor yaparak geçiririz. Aynısı çalışma hayatı için de geçerli. Angarya işler, haksız tazminatlar ve sürekli olarak yaşanan işten çıkarılma korkusu, her daim kapitalist sistem bağlamındaki çalışma kavramıyla ilişkilendirilmiştir. Eğer Squid Game’den çıkarılacak bir ders varsa, bu, hayata farklı bir pencereden yaklaşmanın mümkün olduğudur.
Dokuz yaşındaki kızım, onunla saatlerce Monopoly oynadıktan sonra, onun mülküne beni ekonomik olarak harap edecek bir otel diktiğimde hüngür hüngür ağlıyor. Peki neden? Oyunun sona ermesini istemiyor da ondan. Şayet oyunun sonlandığı anlamına geliyorsa, oyunu kazanan kişi olmanın hiçbir önemi kalmaz. Kim bilir, belki de önceden deneyimlediğimiz oyun oynama zevkini yeniden keşfetmemiz gerekiyor. Öyle ki, oyun, kazanmak ya da kaybetmekle ilgili değildir; hem çalışmaktan hem de yaşamaktan zevk almakla ilgilidir.
Çeviren: Deniz Karakullukcu