“YAE”ci günahkârların saygın vatandaşlar arasına yeniden kabulü için şart olarak öne sürülen “özeleştiri”den sözediyorduk. Bu başlık altında ele alınması gereken bir konu daha var. Sahici “özeleştiri” olacaksa, yalnız bunu vereceklerin değil, bunun sunulacağı kişilerin de özeleştiri konusu eylemin gerçekleştiği dönemdeki hali tavrı, ortamın özellikleri vs. ortaya getirilmeli. Biliyoruz ki bu da imkânsız, çünkü zaten “YAE” kampanyasının bunca zaman bu kadar dallandırılıp budaklandırılarak sürdürülmesi ve akla gelmez fırsatlar yaratılıp canlı tutulması, bir yandan da o dönemdeki ayrımları, tavırları, bunların gerisindekileri tartışma dışı tutabilmek için. Çünkü o zamanki tartışmanın derhal uzanacağı yer, solun yakın tarihi, kendini toplumda nereye, kimlerin yanına, kimlerin karşısına konumlandırdığı gibi çetrefil sorunlar yığını. Burada net ayrımlar var, radikal sol içerisinde. Dolayısıyla, taraflar var, talep edilen özeleştirinin sunulacağı bir hakem makamı yok. Böylece özeleştiri talebi şöyle bir mahiyet arz ediyor: Suçlu suçu kabul etsin, ama itirafı da hâkime değil savcıya yapsın!
Makam ve yetki tescili
Bahis konusu “özeleştiri”nin özgün yanı burada: esasen suçunu kabul edecek suçluyla değil, itirafın yapılacağı savcıyla ilgili oluşunda! “Özeleştiri” adı altında beklenen, suçluların suçu kabul ederek yeni sayfa açmaları değil. Kendilerini suçlayanlara, “Siz hep doğruydunuz, biz günahkârlarız,” demeleri ve bir çeşit aşağı kast mensupluğunu kabul etmeleri. Ki, bundan böyle onların sadece fikir ve tavırlarına ikinci sınıf fikriyat ve siyaset muamelesi yapılmakla yetinilmesin, insan bireyi olarak değerleri de ikinci sınıf olarak tasnif edilsin. Hiç kaale alınmasınlar veya efendilerin meclisinde, hırsızlık yaparken yakalanıp affedilmiş hizmetkâr tedirginliğiyle dolaşabilsinler ancak. Göğüslerinden aşağılayıcı yıldızı çıkarmadan. Böylece 2010 referandumundan önce ve sonra çekilen her fotoğraflarına o yıldız ekleniversin. 2010 referandumunda “YAE” demiş olmak, kişinin o zamana kadarki ve o zamandan sonraki bütün eylemlerini mundar etsin. (Stalinist örgüt kültürünü tanımayan okurlarım bu satırlara anlam vermekte zorlanabilirler. “12 Eylül öncesi”nin meşru “iç mücadele” pratiklerini bilenlere ise bunlar tanıdık görünecektir.)
Kısmen başarılmış bir tasfiye hamlesini sonuca vardırma gayesi var olayımızda. “YAE’ci” damgası, birçok insanın damgayı yiyenle ilişkisini değiştirdi, bir tür “lanetliler” topluluğu yarattı; hafifsemeyelim. Damgayı yiyenler olarak mütemadiyen bir şekilde biryerlerden dışlanıyoruz. Kimileri ortalıkta fazla samimi, yakın görünmemeye özen gösteriyor, kimileri basbayağı yok sayıyor.
Görüyoruz ki, özeleştiri adı altında canlı tutulan beklenti bir taşla iki kuş vurmaya yönelik. Hattâ ikinci kuşun asıl av olması ihtimali daha güçlü. “Özeleştiri yapsınlar!” dayatmasının öncelikli amacı, suçlananlara suçlarını ve bundan böyle lanetlilik yıldızı taşımayı kabul ettirmek değil. Suçlayanın ezelî -ve dolayısıyla ebedî- doğruluğunu ispatlama amacıyla işlemesi umuluyor mekanizmanın.
Bu, bazı insanların, konumlarını tehdit eden eleştiricileri savuşturmasını sağlamakla, “makam” sahiplerine itibarlarını -yeniden- kazandırmakla kalmıyor. İstenmeyen -özellikle geçmişe dair- sorulardan, hatırlanmasa iyi olacak sorumluluklardan, çözülmemiş problemlerden kaçma fırsatı da doğuyor, çıkıntılık eden, çomak sokan, ayrıksı kalan birilerini kimsenin itibar etmediği hale getirince.
Nazik olmaya çalışırken fazla soyut konuştuğumun farkındayım. Ancak içimden geleni olduğu gibi ortaya dökersem, şüphesiz pek güzel ve çabucak anlaşılır, ancak bugünkü kadar bile karşılıklı konuşamaz hale gelebiliriz. Bu yüzden, soyutluk yüzünden kusuruma bakmayın ve lütfen gerektiği yerde siz somutlayıverin 🙂
“Yanlıştı” sayarak konuşacağız
Aslına bakarsanız, her türlü melaneti barındıran şu “Yetmez Ama Evet’çi” damgasının vurulduğu ve ait oldukları geniş siyasî çevre içerisinde neredeyse sivil ölüme mahkûmiyetleri talep edilen insanların büyük kısmı bakımından, ortada 2010 referandumunda evet oyu vermiş olmak dışında, böylesine hakaret görmelerini ve dışlanmalarını gerektirecek ilkesel yanlışlar yok. Evet oyu ise tamamen bireysel, bilemediniz dar bir gruba özgü tekil eylem.
Üstelik yolaçtığı hiçbir pratik-somut, gerçek sonuç yok! Evet, şaşırtıcı, ama “her şey onların yüzünden oldu”nun zemini yok. “YAE’ci” diye suçlananlar gerçekte pek az kişi ve aksi yönde oy kullansalar, referandum sonucu yüzde sıfır virgül sıfır kaç etkilenirdi, şüpheli. Aşağıda buna sayıları ortaya dökerek baktığımızda muhtemelen şaşıracağız. Sayıları dökeceğim, çünkü bu maalesef sadece yalanı değil, arkasındaki saikleri de bize gösterecek mevzu.
Yukarıda andığım, AKP’ye, hele partinin önderlerine değil ama dindarlara güvenme, onlara adalet duygusu atfetme isabetsizliği, hayalperestliği bir yana, 2010 Anayasa halkoylamasında evet diyenlerin hiç de yanlış olmayan başka dayanakları vardı. Askerî vesayetin tasfiyesini demokrasi için önkoşul sayma, Kürt meselesinde barışçı adım atılması beklentisi, Avrupa Birliği’ne uyum sürecine -dolayısıyla demokrasinin geliştirilmesine- dair vaatler ve başlamış pratik gibi. Yine sadece hatırlatıp geçeceğim ki, bugün “kahrolsun YAE’ciler” cephesinin sürükleyicileri, sürdürücüleri ve ısıtıp ısıtıp yeniden ortaya sürücüleri olan gruplar ya askerî vesayetin tasfiyesinden rahatsızlık duyuyordu ya kısmen Kürtlere en ufak taviz, yani eşit yurttaşlık imkânı verilmesi fikri karşısında dehşete kapılıyordu ya AB’yi emperyalist düşman görüyor, uyum sürecini bağımsızlığın çiğnenmesi sayıyordu ya da hepsi birden. Radikal solun ana akımıysa, “ABD-AB emperyalizmi”nin piyonu gördüğü AKP çiçek sulamaya kalksa ona da o yaptığı için yapısal ve mantıksal olarak karşı çıkmaya hazırdı.
Burada bunları yok sayacağız. “Evet” tercihini akla sığmaz, korkunç ihanet eylemi diye nitelenmekten kurtarıp pekâlâ mâkûl seçenek olarak gösterebilecek ne varsa -tek bahis dışında- kaldırıp kenara koyacağız. Buradan itibaren, şu ya da bu gerekçeyle “evet” oyu vermenin yanlış olduğunu kabul ederek konuşacağız. “Hayır demek ne anlama geliyordu?” diye de kurcalamayacağız. Hayır diyenler koalisyonunun -bazıları demokrasiyi kökten inkâr etme anlamına gelen, hemen yukarıda çıtlattığım- çeşitli saiklerini mevzu etmeyeceğiz. Evet denmesindense boykot etmenin, fiilen evet’e -çoğunluğa- katılmak olsa bile, daha makbûl tavır sayıldığını da kabullerimizin arasına katalım. Yani: “Yetmez ama evet diyenler doğru davranmadı” önkabulüyle konuşacağız. Böyle yapacağız ki, bu meselenin bunca yıldır cürmünün bin katı yer yakmasının ardındakileri çözebilelim.
“Özeleştiri” kod adlı kurban ayinine dair beklenti veya dayatma hakkında diyeceğimi dediğime göre, Evet dediği için suçlananların kimler olduğunu hatırlamaya geçebiliriz.
Kimlere hain denebiliyor?
Bir kimsenin “YAE’ci hain” diye suçlanabilmesi için, onun, konumu, aidiyeti, o ana kadarki siyasî tutumu bakımından zaten “evet” diyeceği beklenmeyen, “hayır” demesi beklenen biri olması gerekir. Yani “sosyalist”, en azından “solcu” sayılan biri olmalı ki, ait addedildiği kampa ihanet ettiği ileri sürülebilsin. Aksi halde neye dayanılarak ihanetle suçlanacak? “Yanlış yaptı” denirdi.
Kamp meselesi önemli. Çünkü “her şey ‘YAE’ci’ liboşlar yüzünden oldu” tezini sahiplenenlerin halkoylamasında evet diyenleri asıl suçladığı şey, “kampına ihanet”. Yani aslında “düşmanı desteklemek”.
Kamplar hangileri, kimlerden oluşuyor, neden bunlardan oluşuyor ve nasıl oluyor da şu şu şu unsurlar biraraya gelebiliyor, şunlar niye gelemiyor, kim kime niye düşman, niye öyle sayılmalı… böyle başlıkları es geçiyorum. Hakim Türk siyasî kültürünü hallaç pamuğu gibi atmaya kalkışamam. Bu çapta kazıya girişirsek “YAE” sadece sembolik mevzu olarak tek satırlık yer kaplar, “YAE”yi hayat tavrı ayrımı sananlar hafriyatta kaybolur gider. Dolayısıyla burada kimlerin demokrasinin esas fikriyatına ve ruhuna neden düşman olduğunu kurcalamayacağız, adalet kavramı sınavından Türkiye siyasetinde sadece bir avuç insanın geçebileceği gibi gerçeklerle yüzleşmeyeceğiz.
Türkiye’nin muhalefet ortamında, herkesin ilkeleri ışığında somut olaylara, somut şartlara göre tavır alması, olaylara “neresinden tutup istediğim yönde değiştirebilirim” arayışıyla katılması, yani aslında siyaset dediğimiz faaliyetin aslî gereği, zımnen neredeyse yasak. Hele son onyıllarda, tavır da yok, yerini duruş aldı; durduğun yerden kendi doğrularını tekrarlıyorsun, “doğruyuz ama henüz halkımıza anlatamadık” diyorsun, bu siyaset oluyor.
Dönelim arabaşlığımıza: Kimler “YAE’ci” oldukları için suçlanabiliyor? Buna verilen kısa cevap şu: “AKP’yi destekleyenler”. Peki ya bu hainler arasında “AKP’yi desteklemek” gibi bir şeyi aklından bile geçirmemiş, buna karşılık AKP’nin yaptığı şu veya bu işi desteklemiş olanlar varsa? O işi AKP değil başkası yapsa da destekleyeceklerse? Hayır! Olamaz! Birine karşıysan her şeyine karşısındır! Peki ben askerî vesayete karşıysam, onun yerine seçilmiş hükümetin idareye hakim olmasını istiyorsam? Bizim yani sözde yurttaşların -TC yurttaşına bundan öte paye verilebilir mi?- en azından oyla, sandık yoluyla denetleyebileceği birilerinin seçilmemişler üzerinde belirleyici konumda bulunmasını demokratik bir hayat için şart görüyorsam?
Bu soru sorulduğu anda zaten iki tarz-ı siyaset doğmuş oluyor. Birinde mecburen elin kirleniyor, ayağın çamura batıyor. Benim gibi birinin kafasına uygun herhangi bir siyasî kadronun bu memlekette “seçilmiş hükümet” payesi kazanması mümkün olmayacağına göre… Öbür yoldan gidince hep temiz kalıyorsun. Zaten bir yere gitmen de gerekmiyor ki ayağın çamurlansın.
Bunları da dikkate almayabiliriz, isterseniz.