Bir ülkeyi yöneten başbakan ya da cumhurbaşkanı için hangisi daha hayırlıdır: Ondan hiçbir ‘doğru’nun sâdır olamayacağını öne süren, yaptığı her şeyde sahtekârlık ve yalancılık gören ‘süper muhalif’ bir basın mı… Onun her sözüne neredeyse kutsallık atfeden, ‘şeyh uçuran’ bir basın mı?
Cumhurbaşkanı Erdoğan, ülkeyi başbakan olarak yönetirken birinci türde bir basının, cumhurbaşkanı olarak yönetirken ikinci türde bir basının ‘ana akım’ olduğu gazetecilerle çalıştı.
Bir ülkeyi yönetenler açısından da, bizzat o ülke açısından da ‘yanlış’ gazeteciliklerdi bunlar. Birbirlerinin zıddı olsalar da ikisi de aynı olumsuz sonucu ürettiler; yönetenleri, onların ihtiyacı olan eleştirel gazetecilikten mahrum bıraktılar.
Birinci tip gazeteciliği çok güzel anlatan bir gazetecilik fıkrası vardır.
Ülkenin birinde başbakan, hiçbir dediğine inanmayan, sürekli kuşku belirtip, yapıp ettikleriyle ilgili yeni sorular peydahlayan gazetecilerin ağzını kapatacak bir hamle yapmaya karar vermiş ve bunu hamle tarihinden bir hafta önce, bütün gazetelerin arka sayfalarına verdiği tam sayfa ilanla duyurmuş.
Duyuruya göre başbakan, ancak randevu saatinde randevu yerinde olacak gazetecilerin tanıklık edeceği öyle büyük bir eylem gerçekleştirecekmiş ki, ona şahitlik eden gazeteciler, mecbur, bundan sonra söyleyeceği her şeye inanacakmış.
Bir haftayı yalnız gazeteciler değil, bütün bir ülke nefesini tutarak geçirmiş.
Randevudan bir gün önce, randevu yerini ve başbakanın eyleminin ne olacağını duyuran bir tam sayfa ilan daha gelmiş: Başbakan, ertesi sabah ülkenin bütün gazetecilerini deniz kenarında bekleyecekmiş ve herkes orada toplandıktan sonra deniz yüzeyinde 100 metre kadar yürüyüp geri dönecekmiş.
Ertesi sabah başbakan sahilde gazetecilerle buluşmuş. Kameraların önünde ayakkabılarını, çoraplarını çıkartıp pantolonunun paçalarını sıvamış. Müstehzi gülüşler eşliğinde denize doğru ilerleyip hiçbir tereddüt göstermeksizin suyun üzerine ilk adımını atmış. Ve… Hakikaten de 100 metre kadar yürüdükten sonra dönüp gelmiş.
Başbakan ertesi sabah gazeteleri açtığında dona kalmış, çünkü gazeteler başbakanın gösterdiği bu büyük mucizeyi şöyle duyurmuş:
“Başbakan yüzme bilmiyor…”
Bu gazeteciliğin tersini anlatmak için fıkraya ihtiyacımız yok; önümüzde fıkra gibi bir gerçeklik duruyor: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “faiz sebep enflasyon sonuç” teorisine iman eden gazeteciler…
Dünyadaki hiçbir iktisatçının savunmadığı bir teori bu… Benzersizliğini “milli” olmasından aldığı, o nedenle de değersizleştirilmeye çalışıldığı söyleniyor. Ne var ki, bizim cumhurbaşkanımızın “milli” yöneticiler olarak gösterdiği başka hiçbir ülke yöneticisi de savunmuyor bu teoriyi.
Yani şöyle bir tabloyla karşı karşıyayız: Cumhurbaşkanı Erdoğan ortaya atmasaydı kimsenin aklına bile gelmeyecek bir teori, şimdi ‘ana akım’ medyada yere göğe sığdırılamıyor; faiz düşürüldüğünde dövizin yükselişinin faydaları hakkında manşetler, yorumlar döşeniyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, başbakanlık döneminin ana akım medyasına öfkeli, cumhurbaşkanlığı döneminin ana akım medyasını ise çok seviyor.
Birincide haklı, ikincide değil. Bu ülkeyi bundan sonra yöneteceklerin ve yeni dönem gazetecilerinin bu tecrübeden çıkartacağı çok ders var.