Alper Görmüş
Demokratik ezberlerimizi gözden geçirmeye davet…
Türkiye’nin en yetkin anayasa hukukçularından Kemal Gözler, kendilerini kabaca “liberal demokrasi” savunucusu olarak görenlerin (ki kendisi de onlar arasında yer alıyor), “doğru” cevaplarını neredeyse ezber ettiği sorular soruyor; yani Kemal Gözler, liberalleri ve demokratları, demokratik ezberlerini gözden geçirmeye davet ediyor.
Yoksulluk o kadar da dert olmazdı, adaletsizlik olmasaydı…
Fransa’daki Sarı Yelekliler hareketini, hayat standartlarındaki gerilemeye isyan eden orta sınıfların eylemi olarak görenler, eylemi güdüleyen temeldeki sâiki ıskalıyorlar: Adaletsizlik... Yoksulluk tek başına, insanda öfke uyandıran yoksunluk duygusuna yol açmaz; yoksunluk duygusu, yoksulluğun adaletsizlik ve eşitsizlikle buluştuğu noktada ortaya çıkar.
Flynn’in Türkiye dosyası derinleşiyor
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Fırat’ın doğusu”na yönelik askeri harekâtın birkaç güne kadar başlayacağına dair açıklaması, ABD yargısının elindeki bir Türkiye dosyasının yeniden gündeme gelmesinin hemen ertesine rastladı. Böyle bir dönemde, ABD’nin bu dosyaya daha da sıkı sarılacağı muhakkak. Muhtemelen, Flynn’in Türk yetkililerle Fethullah Gülen’i ABD’den kaçırma planı yaptığı iddialarını da içeren “Flynn’in Türkiye dosyası”ndaki son gelişmelere yakından bakalım...
Muhafazakâr aydınlar artık insanların çığlık atma hakkını bile tanımıyor
Gezi direnişi, kendi ahlaki doğrusunu, toplumsal tahayyülünü ve gündelik yaşam tercihini başkalarına zorla benimsetmek istiyormuş algısını yaratacak kadar çok tekrarlayan ve bunu da son derece nobran, itici, dışlayıcı bir dille yapan Başbakan Erdoğan'a yönelik çok güçlü bir çığlıktı. İktidar ve iliştirilmiş aydınları bu tür hak, özgürlük, adalet ve haysiyet temelli çığlıklar bir daha atılamasın diye Gezi’ye bambaşka bir elbise giydirmeye giriştiler ve bunda da önemli ölçüde başarılı oldular.
Bir kutuplaşma yükselticisi olarak ‘gayri milli Gezi’ anlatısı
İktidar, Gezi’nin “küresel güçlerin bir komplosu” ve “gayri milli” bir hareket olduğuna dair anlatıyı sonradan geliştirdi. Bu bir kurguydu ve ısrarla dile getirilmesindeki amaç, toplumda zaten var olan kutuplaşmayı misliyle büyütmekti. Çünkü Erdoğan o tarihsel anda iktidarını devam ettirmenin en sağlam ve kestirme yolunun oradan geçtiğine inanmaya başlamıştı.
İktidarı kutuplaşmada gördüler ve ülkenin canına okudular: Baykal 1993, Erdoğan 2013
Belli bir tarihsel anda iktidar imkânını toplumun ayrışmasında gördükleri için siyasetlerini bu doğrultuda kuran ve böylece Türkiye’nin son çeyrek yüzyılının canına okuyan iki siyasetçiden söz edeceğim... İki büyük bilinçli-kasdî kutuplaştırma hamlesinden daha yeni olanının altında Recep Tayyip Erdoğan imzası var (Gezi, 2013). Daha eski olanının sahibi ise Deniz Baykal (Uğur Mumcu’nun katledilmesi, 1993).
‘Kürdün kalbi hizmetle kazanılabilir mi’ sorusunun yeni sahnesi: Yerel seçimler
Erdoğan, AK Parti’nin Diyarbakır belediye başkanlığı adaylığına neden beklendiği gibi Mehdi Eker ya da Galip Ensarioğlu’nu değil de ‘kayyım’ Cumali Atilla’yı gösterdi? Bana sorarsanız, Erdoğan bu tercihiyle, Kürtlerin kalbini ve oyunu kazanabilmek için ‘hizmet ve yatırım’ın yeteceğine; kâfi miktarda hizmet ve yatırımın Kürtlerin kimlik duygularını seyrelteceğine dair inancını bu seçimlerde bir kez daha test etmek istiyor.
Gülen’in yanıbaşındaki “İ. K.” ‘büyük cezaevi isyanı’ için plan yaptı mı?
Halen İsveç’te yaşayan eski Zaman gazetesi muhabiri Ahmet Dönmez, kendi internet sitesinde çok çarpıcı bir habere yer verdi: Pensilvanya’daki kampta yaşayan ve Gülen’e en yakın halkada yer alan İ. K. adlı bir ‘abi’, 24 Haziran seçim gecesinde yürürlüğe konmak üzere cezaevlerinde büyük bir isyan planladı. Plan, İ. K.’nın ikna etmeye çalıştığı kişilerden birinin, durumu Gülen’e ulaşarak ihbar etmesi sayesinde önlenebildi.
Yeni Şafak Kürşat Bumin’e neden tahammül edemedi?
2013’e gelindiğinde, Yeni Şafak’çılar Kronik Medya dönemindeki “bizimki dahil kimsenin hakları ve özgürlükleri çiğnenmesin” çizgisinden, “bizimki hariç herkesin hakları ve özgürlükleri çiğnenebilir” noktasına rücû etmişlerdi. Eh, bu durumda, haksızlığa karşı çıkmanın ‘bölünemezliğini’, ‘göreliliği kaldıramazlığını’ hayata bakışının temel düsturu haline getirmiş bir adama tahammül edemezlerdi, etmediler de.
Bunu nasıl tartıştık: Akademisyenlere gözaltı…
Zaytung, hükümetin yurtdışından akademisyen ithali atağı ile akademisyen gözaltılarının üstü üste gelmesini şöyle haberleştirdi: ''’Silivri soğuk’ Eleştirilerini Dikkate Alan Hükümet, Yurt Dışından Gelecek Akademisyenler İçin Antalya'da 5 Yıldızlı Cezaevi İnşa Edecek...” Liberal yazar Atilla Yayla ise şaşırtıcı bir Facebook mesajıyla katıldı tartışmaya.
‘Tek at tek mızrak’ bir adam ve Medyakronik kolektifi
Kürşat Bumin, ‘kolektif’in parçası olmaktan hiç hazzetmeyen ‘tek at tek mızrak’ bir adamdı. Onun bu en karakteristik yanını Medyakronik’teki (2000-2002) ortak çalışma odamızda keşfetmeye başladığımda, hatırlıyorum, oradaki yazıların ‘kolektif imza’ ile çıkmasına razı oluşundan kendime büyük bir övünme payı çıkarmıştım.
Kürşat Bumin
Kürşat Bumin’in hak savunuculuğunu özel kılan, çok daha değerli yapan şey, onun, haksızlığa karşı çıkmanın ‘bölünemezliğine’, ‘göreliliği kaldıramazlığına’ ilişkin vurgusuydu. ‘Mutlak’ fikrine hayatı boyunca karşı çıkmıştı, fakat iş ahlak alanına, hele hele haksızlığa karşı çıkma ahlakına geldiğinde durum değişiyordu. Kürşat Bumin ‘mutlak’a herhalde en fazla bu alanda yaklaşmıştı.
Toplumsal kutuplaşma CHP’nin de büyük konforu
Toplumsal kutuplaşma sadece AK Parti’nin tabanını konsolide ederek onun iktidarda kalmasını garantilemiyor. Aynı kutuplaşma ana muhalefet partisi CHP’nin tabanını konsolide etmek suretiyle onun ikinciliğini de garantiliyor.
Bunu nasıl tartıştık: Sıla-Ahmet Kural-şiddet
Twitter’da konuya dair görüşlerini dile getiren kullanıcıların çok büyük bir bölümü, herhangi bir “ama” içermeyen net bir tavır sergilediler: “Asla kabul edilemez, nokta.” Bunun tam karşısında, Sıla’nın özel hayatını yaşayış biçimini ya da politik tercihlerini öne çıkarıp, bir anlamda onun yaşadığı şiddeti “hak ettiğini” söyleyen ya da ima eden bir başka kesim vardı.
İktidarın büyük konforu: Sıfır siyasi riskle hak çiğneme özgürlüğü
Normal bir ülkede, tümüyle hukuksuz ve hatta düpedüz zorbaca hak ihlallerine başvuran bir iktidar, bunu ancak seçmen desteğinin hiç değilse bir bölümünü kaybetmeyi göze alarak yapabilir. AK Parti ise bu türden hak ihlallerine zerrece aldırış etmeyen tabanı sayesinde büyük bir konfor kullanıyor. Bu halin son örneği ‘Sağlıkta Şiddet Yasa Tasarısı’ vesilesiyle yaşanıyor.
Muhterem Nur’a ve biraz da Müslüm Gürses’e dair bir yazı
“Agâh Özgüç, Muhterem Nur için şöyle diyor: ‘Tipik Türk kadını. Boynu eğik, baş kaldıramayan; filmlerinde aslında kendi hayatını oynadı...’ Ben olsam ‘baş kaldıramayan’ değil, ‘baş kaldırmayan’ derdim, çünkü isyankâr olmayışı ‘eğik boyunlu’ olmasından, zayıflığından kaynaklanmıyordu...” Yıllar önce yazdığım portresinde Muhterem Nur için böyle demiştim, “Müslüm” filminde bunu daha iyi anladım.
‘Kendi duvarını örmeye’ meyleden Kürdün başına gelenler…
Çözüm Süreci, Kürtlerin en temel, en öncelikli, en zaruri ihtiyaçlarıyla bağlantılıydı ve dolayısıyla onu koruyup esirgemeye çalışmalarından daha doğal bir şey olamazdı. Fakat Çözüm Süreci yıllarına denk gelen üç büyük olayda Kürtler ‘sol’un evrenselci kurtuluş ideolojisinin talepleri yerine kendi temel ihtiyaçlarını öne çıkarınca bakın nasıl ayıplandılar...
Kürtlerin ‘bencillik’ hakkı, sol ve liberaller
Kürtlerin kendi geleceklerini ‘sol’un evrensel kurtuluş ideolojisinden ya da liberallerin kapsamlı demokratik ideallerinden bağımsız olarak düşünme hakkı yok mu? Görünüşe ve tecrübelere bakılırsa yok: Kürtlerin kahir ekseriyeti böyle fikirlerden utanıyor ve gönüllü olarak uzak duruyor. Kazara böyle fikirlere kapıldıklarında ise öyle bir ayıplanıyorlar ki, bir daha ‘bencilce’ davranmayacaklarına yemin ediyorlar.
Çözüm, çalışmadan kazananların horlanmayacağı yeni bir kültürde mi?
Fukuyama bile Marks’ın “kapitalizmin aşırı üretim krizleri” teorisinin doğru olduğunu kabul etti. Belki de bu saatten sonra tek çare, istihdam edilemeyenlere de çalışanlar kadar maaş vermek ve onları aşırı üretimi emecek tüketiciler haline getirmek... Akla hemen, bu insanların toplum içinde horlanacakları gelecektir... Doğru, fakat kapitalist sistemin krizlerden kurtuluşunun ekonomik yolu sadece buradan geçiyorsa, kapitalizm onun kültürünü yerleştirmeyi de becerecektir.
Bir barış anlaşmasını referanduma sunmak ne kadar doğru?
Zihnimdeki ‘tekinsiz’ soru, DPI’ın Dublin’de düzenlediği “Çatışma Çözümünde Medyanın Rolü” toplantılarında bir kez daha canlandı: Uzun sürmüş bir çatışma döneminin ardından ulaşılmış bir barış anlaşmasını referanduma sunmak ne kadar doğru? Hele ki, derdi barış olmayan bir medyanın hâkim olduğu bir ülkede?
Erdoğan’ın ‘bilmiyor(muş) gibi yapma’ pratiği ve McKinsey hadisesi
Berat Albayrak’ın ABD firması McKinsey’le anlaşmadan önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’a danışmamış olması mümkün mü? Durum böyleyse, Erdoğan nasıl haberi yokmuş gibi davranabiliyor? Üstelik bu ilk değil, Cumhurbaşkanı bunu tarz edindi. Ayrıca, Erdoğan’ın ‘son noktayı koyduğu’ tartışmaları yorumlayanlar Cumhurbaşkanı’nın ‘bilmiyor(muş) gibi yapma’ tutumuna neden hiç takılmıyorlar?
İktidar medyasını eleştirmek: Tadı zaten kaçmıştı, artık anlamsız
Twitter’da gördüm, gazeteci Cihat Arpacık, davadan birkaç gün önce Serbestiyet’te yayımlanan “Brunson davası: İktidar basını yeni zillete hazır mı?” başlıklı yazımla ilgili şu tweet’i paylaştı takipçileriyle: “Alper Görmüş bir durumun farkında değil. Ya da farkındaysa bile gözardı etmeyi tercih ediyor. Bahsettiği ‘gazeteciler,’ her manevralarından sonra kendilerine yöneltilen tepkilerden hastalıklı bir haz alıyor, keyifleniyorlar. Tepki göstermenin de anlamı kalmıyor...” Ben bu eleştiriyi haklı ve yerinde görüyorum
Brunson davası: İktidar basını yeni zillete hazır mı?
İktidarın belli bir andaki ihtiyaçları doğrultusunda geliştirdiği bir pozisyona, bunun bir süre sonra değişebileceğini hesaba katmadan hemen angaje olan ve kraldan fazla kralcı kesilen iktidar basını bu nedenle sayısız zillet yaşadı. Ne var ki bunlardan hiçbir ders çıkarılmadı ve yarınki Brunson davasının duruşmasından çıkacak muhtemel bir serbest bırakılma kararı ile birlikte bunlara bir yenisi daha eklenecek.
Varsayımdan üretilmiş ‘delil’le ağırlaştırılmış müebbet!
Yargı ve iktidar otursun kalksın, yabancı basının Türkiye’deki gazeteci yargılamalarını kestirmeden ‘gazetecilik suç sayılamaz’ eleştirisiyle yetinmesine şükretsin... Mazallah bir de gazeteci davalarının iddianamelerini incelemeye kalksalar, şimdiki sert fakat ciddi eleştirilerin yerini alaycı bir küçümseme alırdı ki, böylesi hiç kuşkusuz çok daha fena olurdu. Mesela yabancı bir gazeteci, geçtiğimiz günlerde istinaf mahkemesinin ‘müebbet hapis’ cezalarını onadığı Ahmet-Mehmet Altan ile Nazlı Ilıcak’ın neyle suçlandığını merak etse, bakın nelerle karşılaşacaktı?
Milliyetçi boğazlaşmanın Rusya sahnesi…
Ünlü Rus gazeteci Svetlana Aleksiyeviç’e Nobel Edebiyat Ödülü’nü getiren kitabının temalarından biri de, Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecine eşlik eden milliyetçi boğazlaşma... Kitapta öyle tanıklıklar var ki, bunları okuyup, bir ülkenin neredeyse bir gecede nereden nereye gelebileceğini anladıktan sonra “bizde milliyetçi boğazlaşma olmaz” inancının sarsılmaması mümkün değil.
Zor zamanların en faydalı mesaisi: Hatalar üzerinde düşünmek
Hafta sonunda DPI’ın Ankara’da düzenlediği “Zor Zamanlarda Türkiye’de Kapsayıcı Bir Diyaloğu Güçlendirmek” başlıklı toplantıya katıldım. Gün boyu süren toplantıdan şu duyguyla çıktım: Galiba en doğrusu, “her şey bitti ve bir daha başlamayacak” duygusu veren bu zor zamanda ‘stratejik sabır’a sığınıp, ‘denedik ama neden olmadı acaba?’ sorusunu kendimize sormak ve hatalardan ders çıkarmak...
‘Dava’ siyaseti ve insanın körleşmesi
Toplumsal talepleri ve halkının refahını geri plana atıp bütün enerjisini kutsal bir ‘dava’nın hedefleri uğruna harcayan ve bu hat üzerinde ilerlerken kaçınılmaz olarak otoriterleşen bir iktidar, ‘dava’ etrafında bir de toplumsal rıza üretirse ne olur? Ortaya nasıl bir insan çıkar? Rus gazeteci Svetlana Aleksiyeviç’e 2015 Nobel edebiyat ödülünü kazandıran kitabı İkinci El Zaman: Kızıl İnsanın Sonu bu soruya ikna edici bir cevap veriyor.
Kemalistlerin tuzağı değilmiş, hepsi iktidarın öz tasarrufuymuş!
“Yargı içinden iktidarı zora düşürmeyi hedefleyen provokatif hamleler” varsa şayet, bunların sahibinin ‘kripto FETÖ’cüler olduğu tezi tamamen çökmüş durumda... Bunların sahibinin yargı içindeki Kemalist-ulusalcı yapı olduğu tezi en azından mantıken savunulabilir görülüyor. Fakat: AK Parti ve Erdoğan, kendi pozisyonları açısından akıl dışı duran bu hamleler karşısında öyle bir performans sergilediler ki, adeta, kimse sahiplenmesin, bu hamleler öz be öz bizim hamlelerimizdir demiş oldular.
‘Balyoz kumpasını yazan çete’ye 15 Temmuz’dan sonra da ulaşılamadı!
1 Nisan 2015’te bütün sanıklar bakımından ‘beraat’ kararı veren mahkeme, yaptığı suç duyurusuyla bu çetenin açığa çıkarılmasını istemişti. Peki nerede bu çete? Cemaat'in çanına ot tıkayan onca soruşturmaya rağmen bu işin nasıl kotarıldığı neden ortaya çıkarılamıyor? Hiç değilse 15 Temmuz’dan sonra işte şu, şu, şu kişiler şu tarihlerde şurada ve şurada bir araya gelip bu sahte belgeleri oluşturmuşlar somutluğunda sonuçlar elde edilmiş olması gerekmez miydi?
‘Dilerim ilginç zamanlarda gazetecilik yaparsın…’
Cesaret sahibi gazeteciler bilgiyi yasaklamak isteyen zorba iktidarlara karşı ne yapacaklarını bilirler. Fakat toplumun yarısının hakikatin bir bölümünü, öbür yarısının da hakikatin başka bölümlerini duymak istemediği kutuplaşma koşullarında gazeteciler ne yapacaklarını bilemezler. Bu, yeni bir durumdur! Bu, Çinlilerin ünlü bedduasında işaret edilen ‘ilginç zamanlar’ın gazeteciliğidir.