Alper Görmüş

Bir barış anlaşmasını referanduma sunmak ne kadar doğru?

Zihnimdeki ‘tekinsiz’ soru, DPI’ın Dublin’de düzenlediği “Çatışma Çözümünde Medyanın Rolü” toplantılarında bir kez daha canlandı: Uzun sürmüş bir çatışma döneminin ardından ulaşılmış bir barış anlaşmasını referanduma sunmak ne kadar doğru? Hele ki, derdi barış olmayan bir medyanın hâkim olduğu bir ülkede?

Erdoğan’ın ‘bilmiyor(muş) gibi yapma’ pratiği ve McKinsey hadisesi

Berat Albayrak’ın ABD firması McKinsey’le anlaşmadan önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’a danışmamış olması mümkün mü? Durum böyleyse, Erdoğan nasıl haberi yokmuş gibi davranabiliyor? Üstelik bu ilk değil, Cumhurbaşkanı bunu tarz edindi. Ayrıca, Erdoğan’ın ‘son noktayı koyduğu’ tartışmaları yorumlayanlar Cumhurbaşkanı’nın ‘bilmiyor(muş) gibi yapma’ tutumuna neden hiç takılmıyorlar?

İktidar medyasını eleştirmek: Tadı zaten kaçmıştı, artık anlamsız

Twitter’da gördüm, gazeteci Cihat Arpacık, davadan birkaç gün önce Serbestiyet’te yayımlanan “Brunson davası: İktidar basını yeni zillete hazır mı?” başlıklı yazımla ilgili şu tweet’i paylaştı takipçileriyle: “Alper Görmüş bir durumun farkında değil. Ya da farkındaysa bile gözardı etmeyi tercih ediyor. Bahsettiği ‘gazeteciler,’ her manevralarından sonra kendilerine yöneltilen tepkilerden hastalıklı bir haz alıyor, keyifleniyorlar. Tepki göstermenin de anlamı kalmıyor...” Ben bu eleştiriyi haklı ve yerinde görüyorum

Brunson davası: İktidar basını yeni zillete hazır mı?

İktidarın belli bir andaki ihtiyaçları doğrultusunda geliştirdiği bir pozisyona, bunun bir süre sonra değişebileceğini hesaba katmadan hemen angaje olan ve kraldan fazla kralcı kesilen iktidar basını bu nedenle sayısız zillet yaşadı. Ne var ki bunlardan hiçbir ders çıkarılmadı ve yarınki Brunson davasının duruşmasından çıkacak muhtemel bir serbest bırakılma kararı ile birlikte bunlara bir yenisi daha eklenecek.

Varsayımdan üretilmiş ‘delil’le ağırlaştırılmış müebbet!

Yargı ve iktidar otursun kalksın, yabancı basının Türkiye’deki gazeteci yargılamalarını kestirmeden ‘gazetecilik suç sayılamaz’ eleştirisiyle yetinmesine şükretsin... Mazallah bir de gazeteci davalarının iddianamelerini incelemeye kalksalar, şimdiki sert fakat ciddi eleştirilerin yerini alaycı bir küçümseme alırdı ki, böylesi hiç kuşkusuz çok daha fena olurdu. Mesela yabancı bir gazeteci, geçtiğimiz günlerde istinaf mahkemesinin ‘müebbet hapis’ cezalarını onadığı Ahmet-Mehmet Altan ile Nazlı Ilıcak’ın neyle suçlandığını merak etse, bakın nelerle karşılaşacaktı?

Milliyetçi boğazlaşmanın Rusya sahnesi…

Ünlü Rus gazeteci Svetlana Aleksiyeviç’e Nobel Edebiyat Ödülü’nü getiren kitabının temalarından biri de, Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecine eşlik eden milliyetçi boğazlaşma... Kitapta öyle tanıklıklar var ki, bunları okuyup, bir ülkenin neredeyse bir gecede nereden nereye gelebileceğini anladıktan sonra “bizde milliyetçi boğazlaşma olmaz” inancının sarsılmaması mümkün değil.

Zor zamanların en faydalı mesaisi: Hatalar üzerinde düşünmek

Hafta sonunda DPI’ın Ankara’da düzenlediği “Zor Zamanlarda Türkiye’de Kapsayıcı Bir Diyaloğu Güçlendirmek” başlıklı toplantıya katıldım. Gün boyu süren toplantıdan şu duyguyla çıktım: Galiba en doğrusu, “her şey bitti ve bir daha başlamayacak” duygusu veren bu zor zamanda ‘stratejik sabır’a sığınıp, ‘denedik ama neden olmadı acaba?’ sorusunu kendimize sormak ve hatalardan ders çıkarmak...

‘Dava’ siyaseti ve insanın körleşmesi

Toplumsal talepleri ve halkının refahını geri plana atıp bütün enerjisini kutsal bir ‘dava’nın hedefleri uğruna harcayan ve bu hat üzerinde ilerlerken kaçınılmaz olarak otoriterleşen bir iktidar, ‘dava’ etrafında bir de toplumsal rıza üretirse ne olur? Ortaya nasıl bir insan çıkar? Rus gazeteci Svetlana Aleksiyeviç’e 2015 Nobel edebiyat ödülünü kazandıran kitabı İkinci El Zaman: Kızıl İnsanın Sonu bu soruya ikna edici bir cevap veriyor.

Kemalistlerin tuzağı değilmiş, hepsi iktidarın öz tasarrufuymuş!

“Yargı içinden iktidarı zora düşürmeyi hedefleyen provokatif hamleler” varsa şayet, bunların sahibinin ‘kripto FETÖ’cüler olduğu tezi tamamen çökmüş durumda... Bunların sahibinin yargı içindeki Kemalist-ulusalcı yapı olduğu tezi en azından mantıken savunulabilir görülüyor. Fakat: AK Parti ve Erdoğan, kendi pozisyonları açısından akıl dışı duran bu hamleler karşısında öyle bir performans sergilediler ki, adeta, kimse sahiplenmesin, bu hamleler öz be öz bizim hamlelerimizdir demiş oldular.

‘Balyoz kumpasını yazan çete’ye 15 Temmuz’dan sonra da ulaşılamadı!

1 Nisan 2015’te bütün sanıklar bakımından ‘beraat’ kararı veren mahkeme, yaptığı suç duyurusuyla bu çetenin açığa çıkarılmasını istemişti. Peki nerede bu çete? Cemaat'in çanına ot tıkayan onca soruşturmaya rağmen bu işin nasıl kotarıldığı neden ortaya çıkarılamıyor? Hiç değilse 15 Temmuz’dan sonra işte şu, şu, şu kişiler şu tarihlerde şurada ve şurada bir araya gelip bu sahte belgeleri oluşturmuşlar somutluğunda sonuçlar elde edilmiş olması gerekmez miydi?

‘Dilerim ilginç zamanlarda gazetecilik yaparsın…’

Cesaret sahibi gazeteciler bilgiyi yasaklamak isteyen zorba iktidarlara karşı ne yapacaklarını bilirler. Fakat toplumun yarısının hakikatin bir bölümünü, öbür yarısının da hakikatin başka bölümlerini duymak istemediği kutuplaşma koşullarında gazeteciler ne yapacaklarını bilemezler. Bu, yeni bir durumdur! Bu, Çinlilerin ünlü bedduasında işaret edilen ‘ilginç zamanlar’ın gazeteciliğidir.

İnsan ve kamusal figür olarak Hrant Dink

Hrant Dink, herhangi bir siyasi-toplumsal husumette karşılıklı cepheleri oluşturan tarafların birlikte nefret ettikleri o istisnai insani ve kamusal özelliklere sahip figürlerden biriydi. O insanlardandı ki, varlığıyla mevcut husumeti adeta anlamsızlaştırıyor, bu da gelecekleri husumetin devamında olanları çılgına çeviriyordu.

Muhalefet, kasıp kavuran krizde de yenilirse?

Kasım 2019’daki yerel seçimler çok ağır bir iktisadi kriz altında yapılacak. Uzun iktidarların artık görülmediği bir dünyada ve böyle bir ülkede 16 yıldır iktidarda olan, dolayısıyla ölümüne yıpranmış olması beklenen bir parti bu seçimleri de kazanırsa bunun faturası muhalefetten başkasına çıkartılabilir mi?

Bir imam-cemaat öyküsü: İktidar medyasının Osman Kavala marifetleri

Cumhurbaşkanı Erdoğan, iddianamesi bile yazılmamış bir davanın şüphelisi konumundaki Osman Kavala için öyle sözler sarf etti ki, iktidar medyası bunu ‘atış serbest’ diye algıladı ve sonrası bir felaket oldu. Başta ‘amiral gemisi’ Sabah olmak üzere iktidar basınının Osman Kavala haberlerindeki performansına toplu bir bakış...

Sabah ‘Büyükada işi’nde temiz kalmıştı, açığını Kavala’yla kapatıyor…

İktidar yanlısı medyanın geçen yaz sergilediği ‘Büyükada ajanları’ gazeteciliği tam bir felaketti. Bu felaketi göz önüne sermek amacıyla gazetelerde yürüttüğüm kazı çalışması sonunda hayretle gördüm ki, Sabah, kendisini bu kirliliğin dışında tutabilmişti; nedenini bugün dahi açıklayamıyorum. Fakat Sabah, hemen onu izleyen Osman Kavala soruşturmasında buradan doğan açığını kapatmış görünüyor.

Bakan Soylu’nun pek Ergenekonvari siyaset pratiği

Ergenekonculuk, AK Parti’ye karşı mücadelesini, onu ‘düşmanlaştırarak’ yürüttü. Bundan amaç, hasmına karşı insanlarda nefret uyandırmak, böylece kullandığı ve kullanacağı bütün yöntemleri meşrulaştırmaktır. Bugün ise aynı mücadele yöntemini bizzat iktidarın uyguladığı bir vasattayız: Özellikle İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun muhalefete karşı yürüttüğü siyasi mücadele pratiğiyle Ergenekoncu siyasi pratik arasında dikkat çekici bir benzerlik var.

‘Gri’ sözlere muhalif cenahta da tahammül yok!

Muhalefet içinden biraz farklı bir söz söyleyenleri muhalifliğin oyun sahasının dışına atanların tavrı, iktidar ve iktidar medyasının ‘yerli ve millî’ bulmadığı fikirler karşısındaki pozisyonuna ne kadar çok benziyor. Onlar da ya tıpatıp kendileri gibi konuşulmasını ya da susulmasını istemiyorlar mı?

‘Bu sanatçılara ne oluyor böyle?’

Laik-sol muhalefetin ‘bizden’ saydığı bir dizi sanatçı, peşpeşe verdikleri söyleşilerde dile getirdikleri ‘toplumsal uzlaşma’ çağrıları nedeniyle yoğun tepkiler aldılar. Tepki sahiplerine göre, bu sanatçılar iktidara ‘biat’ ediyorlardı ve tarihin onlar hakkındaki hükmü Nihat Doğan ve benzerleri için verdiği hükümle aynı olacaktı. Bu sanatçılar bu kadar sert eleştirileri hak ediyorlar mı? ‘Biat’ diye kestirip atmadan önce onları bu tarzda konuşmaya neyin ya da nelerin sevk ettiği üzerinde düşünmek daha doğru olmaz mı?

‘Gri’ sözlere kriz tartışmalarında da tahammül yok

Eleştirinin, itirazın sadece ‘radikal’ olanlarına değil, ‘uyumlu’ olanlarına dahi tahammülün olmadığı bir dönemden geçiyoruz. İktidar ve iktidar basını bir şeye ne diyorsa sen de lafı hiç dolandırmadan aynısını tekrarlayacaksın; ‘gri’ sözlerin sinirleri bozduğu bir dönemdeyiz... Bu halin son örneğini, birçok benzeri gibi ancak ‘gri’ sözlerle anlaşılabilecek ekonomik krize dair tartışmalarda yaşıyoruz.

Laik-sol muhalefet uyduruk senaryolara neden ihtiyaç duyuyor (2)

24 Haziran seçimlerindeki ‘uçan mürekkep’ palavrasından yola çıkarak sorduğumuz soru şuydu: Türkiye’da laik-sol muhalefet, teşhirini bekleyen onca somut hukuksuzluk ve adaletsizlik varken, enerjisini neden o yönde harcamıyor da iktidarın ya da ona oy veren toplum kesimlerinin ‘düşük’ konumunu ‘ispatlayacak’ uyduruk senaryolarla vakit öldürüyor? Bu bölümde: Davetim üzerine tartışmaya katılan okurlardan birkaç seçme daha... İlaveten: Laik kesimin muhalefetini ‘gerçekler’ alanında yürütmede isteksiz oluşunun bir kaynağını da hukuk, adalet, liyakat, yolsuzluk vb. konularda kendisinin de benzer defolara sahip olmasında bulmama itiraz eden bir okurla tartışma...

Laik-sol muhalefet uyduruk senaryolara neden ihtiyaç duyuyor?

Türkiye’de muhaliflik, neden iktidarın hukuksuz uygulamalarına direnmenin yolları üzerinde düşünmek yerine, enerjisini, ‘gizlice kotarıldığı için açığa çıkmayan daha büyük iktidar kötülükleri’ üzerine uyduruk senaryolar yazmaya ayırıyor? Gerçek hukuksuzluklar neden ‘muhalif ruh’u ‘kesmiyor’, neden ilave uyduruk senaryolar yaratma ihtiyacı duyuyor? Okurların da yardımıyla, bu zor soruların altından kalkmaya çalışma yazısı...

‘Ben palavrayım’ diye bağıran iddialar ve muhalif ruh hali…

Türkiye’deki muhalif ruh halinin başlıca özelliklerinden biri de şu: Muhaliflik, iktidarın hukuksuz uygulamalarına direnmenin yolları üzerinde düşünmekten çok, ‘gizlice kotarıldığı için açığa çıkmayan daha büyük iktidar kötülükleri’ üzerine uyduruk senaryolar yazmayı seviyor. Bu eğilimin zirvelerinden biri, 24 Haziran seçimlerinde ‘uçan mürekkepli mühür’ suretinde çıktı karşımıza. Kadri Gürsel’in konuya dair geçtiğimiz günlerde Cumhuriyet’te yayımlanan yazısı, muhalif ruh halinin bu illetle kesin bir hesaplaşmaya henüz hazır olmadığını gösteriyor.

CHP’nin sorunu, liderinin seçim otobüsünde yaşamaması mı?

Halkla yüzyüze temas seçim kazanmak için gerek şarttır ama yeter şart değildir. Seçimi kazanmanın yeter şartı her zaman, seçmenleri partinin önerdiği programa ikna etmektir. Elde böyle bir program yoksa istediğiniz kadar halkla doğrudan ilişki kurun, istediğiniz kadar koşturun, istediğiniz kadar seçim otobüsünde yaşayın, onlara neyi anlatacaksınız ki?

Çin: 1978’de o günün Türkiye’si kadardı, bugün en büyük ekonomi

Akıllara durgunluk veren büyük kalkınma hamlesini başlattığı 1978’de Çin aşağı yukarı o günün Türkiye’si kadar üretiyordu ve toplam ihracatı 10 milyar dolardı. Aradan 40 yıl geçti ve bu süre zarfında ülke, tıpkı 1850’lerden önceki yüzyıllar boyunca olduğu gibi dünyanın en büyük ekonomisi haline geldi. Kırkıncı yılda dünya bu büyük mucizeyi tartışırken, Türkiye’de Çin’in 40 yılını özetleyen hacimli bir kitap yayımlandı. Okurken karşılaştığım rakamlar beni o kadar çok şaşırttı ki, sizlere de aktarmadan edemedim.

24 Haziran sonrası kitlesel depresyon

Şimdi, 24 Haziran’daki seçim yenilgisinin ve seçimle sağlanan rejim değişikliğinin laik sosyolojide yarattığı kopkoyu bir nihilizmin içindeyiz. Umutsuzluktan kolunu bile kıpırdatamaz hale gelmiş milyonlarca insandan söz ediyoruz, yani yaşanan, kitlesel bir depresyondan başka bir şey değil. İktidarı destekleyen yüzde elli bundan hoşnut olabilir, fakat aslında bu bütün bir toplum ve toplum hayatı için de kötü.

Küreselleşmeye uyum sağlayamayanları niçin öldürmeliyiz?

Dünya çapında yükselen popülüst-otoriter liderlerin, meşruiyet kaynaklarını küreselleşmeye uyum sağlayamayan ‘vasıfsız emekçi yığınlar’ın, ‘lümpen kalabalıklar’ın oylarından derledikleri tezi giderek yaygınlaşıyor. Bence de küreselleşme böyle tedirgin kitleler üretiyor ve ikna edici başka bir alternatif görmedikleri sürece bu kitlelerin ‘güven veren’, kendilerine benzeyen ve kendi dillerini konuşan otoriter liderlere yönelmelerinde anlaşılmayacak bir şey yok. Fakat tezin Türkiye versiyonunun taşıyıcılarının dilinde büyük bir problem var.

İki idamcı ülke (ABD ve Çin) ve idamın caydırıcılığı

Çin’de rüşvet ve yolsuzluk suçu işleyen bürokratları bekleyen cezalardan biri de idam. Buna rağmen Çin’de rüşvet ve yolsuzluk suçlarının önü alınamıyor... Amerikan Barolar Birliği’nin raporuna göre, ABD’de idamın geçerli olduğu eyaletlerde, idamın olmadığı eyaletlerden daha fazla cinayet işleniyor!

AK Parti’nin büyük konforu: Umut vererek de kazanabiliyor, korkutarak da…

Önceki bütün seçimleri ‘gelecek’ ve ‘umut’ diyerek kazanmış bir partinin birdenbire geçmişe sarılıp korku siyasetine dönmesinden sonraki ilk seçimleri de kazanması, AK Parti’nin yıllardır kullandığı konforun sadece yeni bir veçhesini sunuyor bize. Gerçekte bu konforun geniş bir yelpazesi var; öyle ki, AK Parti bazı temel politikalarını eleştirenleri ihanetle suçlayınca da, koşullar değişmediği halde o politikadan vazgeçince de ‘haklı’ oluyor. Bu konforun iki temel kaynağı var: Toplumsal kutuplaşma ve muhalefetin ‘yönetebilme ehliyeti’ hususunda bir türlü ikna edici olamaması...

Gizemli flash disk: Son defa yazıyorum ve havlu atıyorum…

Yok, yok... Bu öyle basitçe gazeteciliğimizin fikri takip zaafıyla, meraksızlığıyla açıklanabilecek bir hikâye gibi görünmüyor... Bu hikâyede iktidarından muhalefetine, Cemaat’inden Ergenekon’una herkesi rahatsız eden bir şeyler olmalı... Bana gelince... Bu, geçen yazdan bu yana konuya dair yazdığım beşinci yazı ve artık ben de havlu atıyorum; belli ki o yazıların da suya yazılmış olmaktan başka bir hükmü yok. Yine de meslektaşlarıma umutsuzca şöyle seslenerek bitirmek istiyorum: Ya meseleyi abarttığımı ve saçmaladığımı gösterin, ya siz de bir şey söyleyin!

İnce’nin ‘yetmez ama evet’çi destekçilerinin zor günleri…

CHP’den umudunu kesmiş ‘CHP dışı sol’, söylemine ve performansına bakarak Muharrem İnce’yi haklı olarak CHP’den ayırdı, bir anlamda ‘yetmez ama evet’ diyerek onu destekledi. Ne var ki İnce hızla ‘söyleminin adamı’ olmaktan çıkıyor ve bu da bu kesimi zor durumda bırakıyor. Oysa utanacak bir şey yok; demokratik siyaset demokrasiyi geliştirme sözünü verenleri desteklemeyi ve teşvik etmeyi gerektirir. Söz veren sözünde durmazsa, sen de onun arkasında durmazsın. Ne var ki, İnce’yi destekleyen ‘CHP dışı sol’ bir zamanlar AK Parti’nin demokratik adımlarını destekleyenlere kan kusturduğu için kendi kendilerini böyle bir savunma yapma hakkından mahrum etmiş durumdalar.