Alper Görmüş

“Büyükada ajanları” gazeteciliği: Ayrıntılı döküm…

“Büyükada ajanları” haberciliğine, şimdi bir kısmını unuttuğumuz manşetler ve haber başlıkları üzerinden bir kez daha bakmak, bu türden gazeteciliğin desteklemek istediği siyasi harekete gerçekte ne kadar büyük bir zarar verdiğini görmek bakımından faydalı olabilir. Bu amaçla, “Büyükada ajanları” haberciliğinde başı çeken beş gazetenin performanslarının bir dökümünü çıkardım.

Sol’un iktidar arzusunun zayıflığıyla 1 Mayıs 1977 arasındaki bağ…

Türkiye’de “sağ-dışı”, yani geniş yelpazesiyle “sol” politik hareketlerin ülkeyi yönetme arzularının çok cılız olduğunu, hatta iktidara gelme fikrinin zaman zaman fobik bir ruh hali ürettiğini düşünüyorum. Öyle olunca, insanda var olan iktidar duygusunun tatmini “içerde” aranıyor. Bence 40. yıldönümünde kanlı 1 Mayıs’tan sol’un çıkarması gereken en büyük ders bu. Geçtiğimiz yaz aylarında yayımlanan kapsamlı “Maden-İş tarihi” kitabında yer alan 1 Mayıs 1977 dosyası, görmek isteyenler için bu gerçeği bir kez daha gözler önüne seriyor.

Ataerkil bir öfke mi, rasyonel bir hesap mı?

Ben, son gözaltıların (ve önceki benzer uygulamaların), “yoldan çıkmış evlat”larını cezalandırmaya pek hevesli ataerkil, akılsız bir öfkenin ürünü olduğu hususunda o kadar da emin değilim. Peki, öyle değilse ve bu işlerin arkasında rasyonel bir hesap (akıl) varsa, bu ne olabilir?

En berbat sınavlarımızdan biriydi…

Deniz Baykal’ın 2010’da CHP liderliğinden uzaklaşmasıyla sonuçlanan “Kaset skandalı” gazeteciliğimizin en berbat sınavlarından biri olarak tarihe geçti. “Kaset” haberleri, sihirli bir el değmiş gibi, Baykal’a en yakın duran medyada manşetlere çıktı, karikatürize edildi... Çok sayıda köşe yazarı,“aman fırsat kaçmasın, Baykal'ın istifadan kaçacağı hiçbir boşluk bırakmayalım” telaşına girdi; bu büyük amaç doğrultusunda belaltı vuruşlar da meşru sayıldı.

Ulusalcılar boşa kürek çekiyor: Tabandaki ‘Erdoğan nefreti’ seyreltilemez

Son aylarda ulusalcı cenahın önde gelenlerinden yükselen “Erdoğan’dan artık o kadar da nefret etmeyelim, çünkü o artık bir anti-Amerikan” seslerinin geniş laik-ulusalcı tabanda karşılık bulması imkânsız... Bunun asıl nedeni, “Erdoğan nefreti”nin seyrelmesi imkânsız bir yoğunluğa ulaşmış, adeta taşlaşmış olması değil.

HDP ve PKK’nın ‘referandum’daki ayrışmasının anlamı

HDP’nin PKK’ya rağmen Kürdistan bağımsızlık referandumuna destek vermesini, bu partinin sadece doğruluğuna inandığı bir adımdan imtina etmemesi olarak görmemek gerekiyor. Bence, bu hamlenin, referandumu PKK ile arasına mesafe koyma arzusu doğrultusunda uygun bir araç, bir fırsat olarak değerlendirme gibi bir anlamı da var.

Hadi bakalım: PKK ile AK Parti ‘referandum’da aynı çizgide

PKK, biri Türkiye’de (16 Nisan 2017), öbürü IKBY’de (25 Eylül 2017) gerçekleştirilen iki referandumda da “hayır”cıydı... PKK, birincisinde CHP ile, ikincisinde ise AK Parti ile aynı pozisyonları paylaştı... Birincisinde, AK Parti “PKK da senin savunduğunu savunuyor” diye CHP’ye gününü dar etti. Fakat ikincisinde CHP, “PKK da senin savunduğunu savunuyor” diye kıyameti koparamadı, çünkü o da AK Parti ve PKK ile aynı saflardaydı; “hayır”cıydı...

Bir ‘boğazına kadar siyaset’ kurbanı olarak Meltem Cumbul

İnsanların siyaseten kendilerine benzeyenlerin her türlü haltını affetme, benzemeyenleri ise “medeni ölüm”e terk etmeye pek hevesli olduğu “boğazına kadar siyaset” zamanlarındayız... Siyasetin ikna ve etkilemeye değil yok etmeye yönelik olduğu böyle zamanlarda kişiliği uygun olanlar, kendilerine benzemeyenlerin kişiliğine yönelik “eylem”lerle bir adım öne çıkarlar. Bu açıdan şortlu ya da tesettürlü kadınlara yumruk sallayan erkeklerle, sahnede ödül vereceği erkeğin elini sıkmayıp arkasını dönen kadınların “eylem”leri arasında özde hiçbir fark yoktur.

ÖTV zammı ve ‘Hükümete yakın yazar’ olmanın zorlukları

Hükümete yakın yazarlar”ın Motorlu Taşıtlar Vergisi’ne yapılan yüzde 40’lık zammı iktidarın seçim stratejisi açısından “akıl dışı” buldukları anlaşılıyor. Fakat şöyle gürül gürül bir tepki için gerekli koşulların oluştuğundan, yani kararın Erdoğan’ın bilgisi dışında alındığından bir türlü emin olamıyorlar. O nedenle aralarından sadece bir bölümü, o da son derece ihtiyatlı bir dille ve bu işten Cumhurbaşkanı’nın haberinin olmadığı imasıyla dile getiriyorlar itirazlarını.

‘Kuzey Irak’, referandum ve gazetecilik

Gazetecilerin toplum adına devleti, karar alıcılarını denetleme görevi sadece iç politika konularıyla mı sınırlıdır? İş dış politikaya ve “milli” meselelere gelince akan sular durmalı, herkes gibi gazeteciler de hiza ve istikamete mi gelmelidir? Hiç kuşkusuz hayır. Hatta, dış politika ve “milli” meseleler söz konusu olduğunda gazetecilerin denetleme arzuları ve kararlılıkları daha da keskinleşmelidir.

‘Bazen muktedir olmanın hiçbir düzeyi size yetmez…’

Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş (TEOG) sisteminin kaldırılıp yerine başka bir sistemin getirileceğinin açıklanması “süreci”, iktidar partisi içindeki karar alma pratiklerinin niteliğine, “ortak akıl” iddialarının kofluğuna ve ülkedeki demokrasinin düzeyine dair çok şey söylüyor. Fakat bir şey daha var: Tablo, “tek seçici” haline gelmiş Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın psikolojisine dair de çok şey söylüyor. Ben bu yazıda, öbür temaları ihmal edip işin bu yanını ele almaya gayret edeceğim

Taştan putlar yıkılırken… Düşünceden putlar taşlaşırken…

Cumhurbaşkanı Erdoğan, oraya buraya heykellerinin dikilmesini durdurdu. Bir insanın, öznesi kendisi olan ve gıyabında kotarılmış bir uygulamayla ilgili olarak, değerlerine aykırı olduğu gerekçesiyle böyle bir ricada bulunmasında ve onu sevenlerin o ricayı yerine getirmesinde hiçbir sorun yok. Fakat Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ileri sürdüğü her düşünceyi, her öneriyi ve bütün tavırlarını otomatik olarak benimseyenlerin, o düşünce, öneri ve tavırlara eleştirel bir dille yaklaşanlara dünyayı dar etmelerinde büyük bir sorun var.

‘Yerli ve millî’ tutmadı, çünkü…

“Yerli ve millî” tutmadı ve tutmayacak. Çünkü Laiklik-dindarlık eksenli siyasi mücadelenin laiklik tarafında yer alanların, onun dışındaki herhangi bir pozisyonu İslamofobilerini aşındıracak ölçüde benimsemeleri mümkün değil.

Temel saflaşmanın ekseni ‘laiklik’ten ‘millîlik’e döndü mü?

İki yıla yakın bir süre önce kaleme aldığım bir dizi yazıda, Türkiye’de “laiklik” eksenli temel saflaşmanın, yerini “millîlik” eksenli yeni bir saflaşmaya terk etmekte olduğunu öne sürmüştüm. Üzerinden yeteri kadar süre geçti, üstelik arada 15 Temmuz darbe girişimi yaşandı. Şimdi sıra, "Temel saflaşmanın ekseni değişiyor: Laiklik yerine ‘millî’lik" başlıklı o yazıların muhasebesinde... Bugün mevcut duruma baktığımda öngörümde kısmen yanıldığımı düşünüyorum.

‘Çoğunluk için çoğunluğa rağmen’ mi?

Bir demokraside, iktidarla onu seçen çoğunluk arasındaki zımni anlaşma bozulursa... Yani, iktidar kendisine yeni hedefler belirler ve bu hedefler onu iktidara getiren çoğunluğun talepleriyle uyum içinde olmazsa ne olur?

‘Çaresiz kaldığında Atatürk gibi düşün’ – Norveç atasözü…

Türkiye’de 2002’de keşfedilen bir “Norveç atasözü”, 30 Ağustos vesilesiyle bir kez daha Twitter ve Facebook’ta “paylaşıldı”: “Çaresiz kaldığında Atatürk gibi düşün...” Büyük bir ihtimalle AK Parti iktidarının yarattığı şaşkınlık, öfke ve çaresizliğin tarlasında üreyen bu “atasözü” ile ilgili olarak internette küçük bir kazı çalışması gerçekleştirdim...

Adil Öksüz’ün serbestçe uçtuğuna inanacak kadar uçmanın analizi…

Büyük bir haber aynı zamanda büyük bir heyecan ve büyük bir hata kaynağıdır. Büyük bir haberle karşılaşan bir siyasetçi ya da gazeteci, gündem belirleyecek olmanın heyecanı ve coşkusuyla kuşku eşiğini aşağıya çekerse, başlarına gelecek felaketlere hazır olmalıdır.

‘Flashdisk’ sorularının öbür muhatapları ve kaçınılmaz spekülasyonlar

Gülen Cemaati’nin ordu içindeki örgütlenmesini isim isim fâş ettiği öne sürülen bir flashdisk Tuncay Özkan tarafından 2007’de Genelkurmay’a verilmişti. Bu tarih, birçok özelliği nedeniyle yeni ilave soruları ve bir dizi spekülasyonu da davet ediyor: Ünlü Dolmabahçe buluşması 2007’de gerçekleşmişti. Onu izleyen 2008’de ise Tuncay Özkan’ın sahibi olduğu Kanaltürk televizyonu Cemaat’e yakınlığıyla bilinen bir işadamına satılmıştı.

Gizemli flashdisk’te sorular ve muhataplar

Tuncay Özkan’a 2007’de teslim edilen ve içinde Gülen’cilerin ordu örgütlenmesinin yer aldığı iddia edilen flashdisk’in ancak 10 yıl sonra ve “savcı zoru”yla uykudan uyandırılmasının davet ettiği sorular çok fazla. Tek muhatap da Özkan değil.

Gizemli flashdisk’i sanki herkes unutmak istiyor gibi…

Gülen Cemaati’nin çanına ot tıkayacak devâsâ bir bilgi paketi, nasıl oluyor da başta Tuncay Özkan ve İlker Başbuğ olmak üzere Cemaat’in çanlarına ot tıkadığı kişiler tarafından 10 yıl boyunca gün yüzüne çıkarılmıyor? Acaba bu devâsâ bilgi paketi, bize “tester” olarak koklatılan “Ordu içindeki Cemaatçi subaylar listesi”ne ek olarak, kamuoyunun öğrenmesinde sakınca görülen başka bilgiler de mi içeriyor?

İnsanın insandan uzaklaşması ve giderek büyüyen hayvan sevgisi

Siz hangi “kötü”yü tercih ederdiniz: İnsanın, insanın sinesinden uzaklaşıp hayvanlara sığınmasının bir “küresel komplo”dan kaynaklanmasını mı, yoksa insanın, insan kardeşlerinden soğumasından kaynaklanmasını mı?

ByLock’u bumeranga dönüştürecek tercihler ve hatalar

Bir şeye ne kadar fazla bel bağlanır ya da ona ne kadar fazla yatırım yapılırsa, o şeyle ilgili olarak zaman içinde ortaya çıkan sorunlu tarafları, zaafları görebilmek ve kabullenebilmek o kadar zorlaşır. Hatta, sorunlar ve zaaflar üst üste geldikçe, onları “görmemek” konusundaki ısrarımız o kadar büyür. ByLock konusunda siyaset, medya ve yargıda böyle bir direncin olduğunu düşünüyorum... Fakat onlar böyle yaptıkça, ByLock’un bumerang etkisi daha da büyüyor.

ByLock’un bir bumerang olarak portresi

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “altı ibadet, ortası ticaret, üstü ihanet” formülasyonu, Gülen Cemaati’ne karşı mücadele ederken “teşkilat” ile sempatizan ağına karşı farklı tavırlar geliştirileceği düşüncesini doğurmuştu. Fakat öyle olmadı, “ince ayar” yerine “koy çuvala” çizgisi izlendi. Bylock’ta da öyle oluyor: O da bir “çuval” olarak görülüyor ve içindeki herkes eşit derecede “suçlu” ilan ediliyor. Fakat yavaş yavaş ortaya çıkıyor ki, bu, eninde sonunda geri tepecek bir silahtır... Şimdi bu sürecin içindeyiz.

‘İki Türkiye’den ‘Bir Türkiye’ye…

Benim görebildiğim kadarıyla “İki Türkiye” arasındaki çatışmanın küllenmesi, ancak bir tarafın iktidarının öbür tarafı bastırmayacağına, eritmeye çalışmayacağına inandırmasından itibaren mümkün olabilecek. Mevcut iktidarın varolan algıyı tersine çevirmesi ve seküler sosyolojiyi ikna etmesi mümkün görünmediğine göre, bundan sonra n’olmak ihtimali var?

‘İki Türkiye’yi aşacak asgari demokrat zihniyet oluştu mu?

Türkiye’nin ikiye bölünmüşlüğü o kadar uzun sürdü ve süreç o kadar büyük öfkeler biriktirdi ki, şimdi artık çok az insan bunun nihayetinde tarihsel, geçici bir durum olduğuna inanıyor. “İki Türkiye”yi ezelden gelip ebede gidecek bir süreç olarak algılamak, ülkenin ikiye bölünmüşlüğünün önünde çok büyük bir psikolojik engel oluşturuyor. İyimser bir görüş ise, sürecin sonunun yaklaştığını müjdeliyor.

Fatih Terim: Türkiye’nin insan hali…

Fatih Terim neden sürekli olarak “olumlu-olumsuz”, “iyi-kötü”, “dost-dışlayıcı” davranış kalıplarıyla, bir o bir bu yüzüyle gündeme gelip bizi şaşırtıyor? Bence buna yol açan şey, otoriter kişilikle öğrenilmiş demokratik davranış kodları arasındaki sürekli gerilim... Türkiye gibi; Terim’e bakan Türkiye’yi görür.

HDP, ‘doğru eylem’ çizgisinde kalabilecek mi?

Bütün “devrimci şiddet” anlarında olduğu gibi 2015-2016’da Güneydoğu’daki “hendekli direniş” karşısında da yüreği pır pır eden Türk ve Kürt solcularının sayısı hiç az değildi. O günlerde bu hissiyatın dışında kalamayan HDP’lilerin bugünlerde başlattıkları pasif “direniş nöbeti”nin şiddete dayalı eylem biçimlerine karşı bir özeleştiri boyutu da var mı?

Medya, ‘kaybedilen insanlar’da haber değeri bulamıyor!

Sokakta, evlerinin önünde güpegündüz kaçırılan insanlarla ilgili iddialar ilk ve son kez BBC Türkçe tarafından dile getirildi. Türk basınının bu iddialara “cız” haber muamelesi yapıp uzak durması akla 1990’lar Türkiye’sinin medyasını getiriyor.

Sevan Nişanyan’ın ‘acayip’ bir adam olarak portresi

“Seni esir alan nefsini, köle kılan çıkarını ve sosyal mecburiyetleri hepten bir kenara itip bir şeyi sadece 'güzel' olduğu için yapabiliyor musun?..” Cezaevine ilk girdiğinde kaleme aldığım portresinde çıkış noktam, onun neden sert, uyumsuz, “sevimsiz” ve “acayip” bir adam olduğunu çok iyi izah eden kendisine dair bu cümlesi olmuştu... O portreyi “firar” vesilesiyle bir kez daha yayımlıyorum.

E. Özkök’ün fantezileri bitmek bilmiyor: 28 Şubat da ‘FETÖ’ içinmiş!

25 Ağustos 2004 tarihli MGK toplantısında alınan “Gülen Cemaati’ne karşı mücadele” kararının lafzını öne çıkararak, o kararın asıl AK Parti’yi hedeflediği gerçeğini perdeleyen yazılar kaleme alan Ertuğrul Özkök yeni bir siyasi fanteziyle karşımızda: Meğer 28 Şubat kararları da Erbakan’ı ve Refah Partisi’ni değil “FETÖ”yü hedefliyormuş!