Alper Görmüş

Gizemli flash diskin etrafındaki toplu susma âyini

Türkiye’de siyasetçilerin ve gazetecilerin fikri takipten yeteri kadar nasiplenmediklerinden sık sık söz edilir. Bu mesele üzerine düşünenler durumu ‘meraksızlık’, ‘sabır eksikliği’, ‘hep yeni heyecanlar arama’ gibi insani özelliklere bağlıyorlar. Fakat geçtiğimiz yaz ortasında CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun, ‘FETÖ’nün TSK’daki gizli örgütlenmesini içerdiği’ iddiasıyla kamuoyuna açıkladığı flashdisk’le ilgili siyasetçi ve gazeteci performansı, yaşananın basit bir fikri takip probleminden ibaret olmadığını düşündürüyor._x000D_ _x000D_

Ahmet Turan Alkan

Ahmet Turan Alkan, kendisi için ‘anlamlı’ olmasa bile başkaları için öyle olan talepleri de samimiyetle önemseyip savunan o nadir insanlardan biriydi; bu özelliğiyle bir kutuplaşma panzehiriydi fakat artık yazamıyor. Onun gibi birini darbecilikle itham edip ısrarla hapiste tutmak, kutuplaşmadan fayda ummaktan başka bir anlama gelmez. _x000D_ _x000D_

‘Başarısız’ liderin istifasının istendiği bir cemaat yapılanması?

_x000D_ Gülen Cemaati’ni ve Gülen’i ‘içeriden’ eleştiren akademisyen Ahmet Kuru’nun “Başarısız dini önderin istifası istenmeli” önerisinin ‘demokratik’ niteliği tabii ki tartışma dışı... Fakat Müslüman bir cemaate dahil biri için, dini önderin ‘aşkın’ karakterini neredeyse dışlayan, üstüne üstlük omuzlarının üstüne dini önderi sorgulamaya yönelik bir ‘karar’ yükü bindiren bu ‘demokratik’ öneri ne kadar cazip ve işlevseldir? _x000D_ _x000D_ _x000D_

Muhalefet, 17-25’teki hatasını ‘Zarrab davası’nda da tekrarlıyor

Ergenekonvari ‘devirmecilik’ hevesi, AK Parti’nin baskıcı yönetimi nedeniyle, ilk 10 yılında partiyi ‘dışarıdan’ destekleyenlerin büyük bölümünü de etkisi altına almış durumda. Mottosu, ‘iktidarı kim, hangi yöntemle devirirse devirsin kabulümdür’ olan bu dizginsiz heves, sahiplerine, kritik anlarda öyle büyük hatalar yaptırıyor ki, bu hatalar hızla iktidarın elindeki kozlar haline dönüşüyor. 17-25 Aralık’ta öyle olmuştu, şimdi de ‘Zarrab davası’nda aynı şey oluyor.

‘Cemaat istisnailiği’ ya da ‘bana hak, sana değil…’

Cemaat’e ve Fethullah Gülen’e içeriden eleştirler... Akademisyen Gökhan Bacık: “(Cemaat ve Gülen eleştirilerine) olumsuz tepki verenlerin hemen hepsi bir ‘cemaat istisnailiğine’ inanıyor. Yani, bu kişiler cemaatin bir istisnai olgu olduğunu ve her şeyden farklı olduğunu düşünüyor.”_x000D_ _x000D_

Gülen’e Cemaat içinden ‘istifa’ çağrısı…

Akademisyen Ahmet Kuru: “Müslümanlar dini ve siyasi liderlerle ilişkilerini (...) karşılıklı sözleşme esasına dayandırmalıdırlar. Prensiplere ve sözleşmenin esaslarına aykırı davranan, önderlik ettikleri kitleleri başarısızlığa sürükleyen liderler hesap vermeye ve istifa etmeye çağrılmalıdırlar.” _x000D_ _x000D_

Cemaat içinden, doğrudan Fethullah Gülen eleştirileri…

_x000D_ Zamanında Gülen Cemaati’ne gönül vermiş üç akademisyenin kurup geliştirdiği Kıtalararası adlı internet sitesinde yer alan Cemaat ve Fethullah Gülen eleştirileri Cemaat içinde ciddi tartışmalara yol açıyor. Başka yazarların katılımıyla da zenginleşen sitede temel olarak Gülen Cemaati’nin neden bir sivil toplum kuruluşu olarak kalamayıp devleti yönetme hevesine savrulduğu sorusuna ve bunda Gülen’in sorumluluğuna cevap aranıyor._x000D_

Bu suyun balığı…

Şöyle diyor: “Sinemada insan yaptıklarıyla övünmek yerine gelecekte yapacaklarının korkularıyla yaşasa daha iyi…” Düşünün, ne kadar zor bu cümlede tarif edilen bir hayatı yaşamak... Yavuz Turgul: İçinden iyilikler geçen hep huzursuz bir ruh; iyilikler bize, huzursuzluk ona… Hayatı kendisine zehrederek bize hayatı sevdiren bilge sinemacı…

Cunta’nın atama listeleri, tahliyeler ve şeytanın ‘sor’ dediği…

15 Temmuz cuntasının o gece yayımladığı sıkıyönetim komutanlıkları listelerinde yer aldıkları için tutuklanan subayların giderek artan sayıdaki tahliyeleri akla şu soruyu getiriyor: Cunta, darbenin başarıya ulaşmasından sonra dayanacağı en önemli kadro olan sıkıyönetim komutanlarını seçerken nasıl olmuş da bu kadar gevşek davranmış? Öyle ya, ordudaki tüm generallerin yüzde 50’si, albayların ise çok daha fazlası kendisine bağlı olan bir cunta neden bu kadroların tümünü kendi adamlarından oluşturmamış?

Anneme gazeteci olduğumu söylemeyin, o beni gazete bayii sanıyor…

Çoğunuz bağlantıyı kurmuşsunuzdur: Bu yazının başlığını ünlü Fransız reklamcı Jacques Sequela’nın “Anneme Reklamcı Olduğumu Söylemeyin... O Beni Bir Genelevde Piyanist Sanıyor!” başlıklı kitabına nazireyle türettim... Fakat gazeteciliğin günümüzdeki haline bakıp da başlığın gerçek duygulara tekabül etmediğini kim öne sürebilir?_x000D_ _x000D_

AK Parti’nin Atatürk hamlesi: ‘Millîlik’ siyasetinin son sürümü

AK Parti’nin laik kesimleri hedefleyen Atatürk hamlesi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2015 seçimleri öncesinde ilan ettiği “millîlik” siyasetinin doğrudan uzantısı... Öte yandan, “millîlik” siyasetinin “Atatürk hamlesi” biçiminde topluma sunulan son sürümünü basitçe bir 2019 seçim yatırımı olarak düşünmek yanıltıcı olabilir.

Yeni AKM: Muhafazakâr taban kızacak ama küsmeyecek…

AK Parti, kendi “çekirdek” tabanının dışından oy almak için onların hoşuna gitmeyecek işler yaptığında, muhafazakâr tabanın canı sıkılsa da partisine küsmüyor. Çünkü AK Parti kurmayları başından beri seçimi kazanmanın yegâne yolunun bu olduğunu biliyorlar ve kendi tabanlarını buna ikna etmiş durumdalar. İşte son örnek: AK Parti’nin “çekirdek” tabanı, yeni Atatürk Kültür Merkezi’nin kendileri için yapılmadığını bilseler de, partilerinin bu tercihlerini sorgulamayacaklar.

‘Yargısal tuzaklar’ ve AK Parti

İktidarın “kendi ayağına kurşun” mahiyetindeki yargısal uygulamalarını, “yargı içinden iktidarı zora düşürmeyi hedefleyen provokatif hamleler”le izaha çalışmak anlamlı olabilir... Fakat eş anlı olarak, iktidarın bu uygulamaları hevesle sahiplendiğini de mutlaka vurgulamak gerekir ki, bunlar sanki iktidara rağmen gerçekleştiriliyormuş gibi bir anlam çıkmasın._x000D_ _x000D_

‘İltisaklı’ya veda zamanı mı?

“İltisaklı” (bitişik olan, temasta olan), 15 Temmuz darbe girişiminden sonra hayatımıza girmiş bir kelime: Gülen örgütünün yalnız “kriminal merkez”ini değil, etrafındaki geniş sempatizan ağını da cezalandırma niyetini ve arzusunu ifade ediyordu. Uzun süreyle işlevsel kalan bu kelime, bu ceza anlayışının ve uygulamasının sürdürülemez olduğunun farkına varılmasıyla yavaş yavaş hayatımızdan çıkıyor. Geçtiğimiz hafta Yargıtay 16. Ceza Dairesi, “FETÖ’yle iltisaklı” kişilerin örgüt üyesiymiş gibi cezalandırılamayacaklarına hükmetti.

“Büyükada ajanları” gazeteciliği: Ayrıntılı döküm…

“Büyükada ajanları” haberciliğine, şimdi bir kısmını unuttuğumuz manşetler ve haber başlıkları üzerinden bir kez daha bakmak, bu türden gazeteciliğin desteklemek istediği siyasi harekete gerçekte ne kadar büyük bir zarar verdiğini görmek bakımından faydalı olabilir. Bu amaçla, “Büyükada ajanları” haberciliğinde başı çeken beş gazetenin performanslarının bir dökümünü çıkardım.

Sol’un iktidar arzusunun zayıflığıyla 1 Mayıs 1977 arasındaki bağ…

Türkiye’de “sağ-dışı”, yani geniş yelpazesiyle “sol” politik hareketlerin ülkeyi yönetme arzularının çok cılız olduğunu, hatta iktidara gelme fikrinin zaman zaman fobik bir ruh hali ürettiğini düşünüyorum. Öyle olunca, insanda var olan iktidar duygusunun tatmini “içerde” aranıyor. Bence 40. yıldönümünde kanlı 1 Mayıs’tan sol’un çıkarması gereken en büyük ders bu. Geçtiğimiz yaz aylarında yayımlanan kapsamlı “Maden-İş tarihi” kitabında yer alan 1 Mayıs 1977 dosyası, görmek isteyenler için bu gerçeği bir kez daha gözler önüne seriyor.

Ataerkil bir öfke mi, rasyonel bir hesap mı?

Ben, son gözaltıların (ve önceki benzer uygulamaların), “yoldan çıkmış evlat”larını cezalandırmaya pek hevesli ataerkil, akılsız bir öfkenin ürünü olduğu hususunda o kadar da emin değilim. Peki, öyle değilse ve bu işlerin arkasında rasyonel bir hesap (akıl) varsa, bu ne olabilir?

En berbat sınavlarımızdan biriydi…

Deniz Baykal’ın 2010’da CHP liderliğinden uzaklaşmasıyla sonuçlanan “Kaset skandalı” gazeteciliğimizin en berbat sınavlarından biri olarak tarihe geçti. “Kaset” haberleri, sihirli bir el değmiş gibi, Baykal’a en yakın duran medyada manşetlere çıktı, karikatürize edildi... Çok sayıda köşe yazarı,“aman fırsat kaçmasın, Baykal'ın istifadan kaçacağı hiçbir boşluk bırakmayalım” telaşına girdi; bu büyük amaç doğrultusunda belaltı vuruşlar da meşru sayıldı.

Ulusalcılar boşa kürek çekiyor: Tabandaki ‘Erdoğan nefreti’ seyreltilemez

Son aylarda ulusalcı cenahın önde gelenlerinden yükselen “Erdoğan’dan artık o kadar da nefret etmeyelim, çünkü o artık bir anti-Amerikan” seslerinin geniş laik-ulusalcı tabanda karşılık bulması imkânsız... Bunun asıl nedeni, “Erdoğan nefreti”nin seyrelmesi imkânsız bir yoğunluğa ulaşmış, adeta taşlaşmış olması değil.

HDP ve PKK’nın ‘referandum’daki ayrışmasının anlamı

HDP’nin PKK’ya rağmen Kürdistan bağımsızlık referandumuna destek vermesini, bu partinin sadece doğruluğuna inandığı bir adımdan imtina etmemesi olarak görmemek gerekiyor. Bence, bu hamlenin, referandumu PKK ile arasına mesafe koyma arzusu doğrultusunda uygun bir araç, bir fırsat olarak değerlendirme gibi bir anlamı da var.

Hadi bakalım: PKK ile AK Parti ‘referandum’da aynı çizgide

PKK, biri Türkiye’de (16 Nisan 2017), öbürü IKBY’de (25 Eylül 2017) gerçekleştirilen iki referandumda da “hayır”cıydı... PKK, birincisinde CHP ile, ikincisinde ise AK Parti ile aynı pozisyonları paylaştı... Birincisinde, AK Parti “PKK da senin savunduğunu savunuyor” diye CHP’ye gününü dar etti. Fakat ikincisinde CHP, “PKK da senin savunduğunu savunuyor” diye kıyameti koparamadı, çünkü o da AK Parti ve PKK ile aynı saflardaydı; “hayır”cıydı...

Bir ‘boğazına kadar siyaset’ kurbanı olarak Meltem Cumbul

İnsanların siyaseten kendilerine benzeyenlerin her türlü haltını affetme, benzemeyenleri ise “medeni ölüm”e terk etmeye pek hevesli olduğu “boğazına kadar siyaset” zamanlarındayız... Siyasetin ikna ve etkilemeye değil yok etmeye yönelik olduğu böyle zamanlarda kişiliği uygun olanlar, kendilerine benzemeyenlerin kişiliğine yönelik “eylem”lerle bir adım öne çıkarlar. Bu açıdan şortlu ya da tesettürlü kadınlara yumruk sallayan erkeklerle, sahnede ödül vereceği erkeğin elini sıkmayıp arkasını dönen kadınların “eylem”leri arasında özde hiçbir fark yoktur.

ÖTV zammı ve ‘Hükümete yakın yazar’ olmanın zorlukları

Hükümete yakın yazarlar”ın Motorlu Taşıtlar Vergisi’ne yapılan yüzde 40’lık zammı iktidarın seçim stratejisi açısından “akıl dışı” buldukları anlaşılıyor. Fakat şöyle gürül gürül bir tepki için gerekli koşulların oluştuğundan, yani kararın Erdoğan’ın bilgisi dışında alındığından bir türlü emin olamıyorlar. O nedenle aralarından sadece bir bölümü, o da son derece ihtiyatlı bir dille ve bu işten Cumhurbaşkanı’nın haberinin olmadığı imasıyla dile getiriyorlar itirazlarını.

‘Kuzey Irak’, referandum ve gazetecilik

Gazetecilerin toplum adına devleti, karar alıcılarını denetleme görevi sadece iç politika konularıyla mı sınırlıdır? İş dış politikaya ve “milli” meselelere gelince akan sular durmalı, herkes gibi gazeteciler de hiza ve istikamete mi gelmelidir? Hiç kuşkusuz hayır. Hatta, dış politika ve “milli” meseleler söz konusu olduğunda gazetecilerin denetleme arzuları ve kararlılıkları daha da keskinleşmelidir.

‘Bazen muktedir olmanın hiçbir düzeyi size yetmez…’

Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş (TEOG) sisteminin kaldırılıp yerine başka bir sistemin getirileceğinin açıklanması “süreci”, iktidar partisi içindeki karar alma pratiklerinin niteliğine, “ortak akıl” iddialarının kofluğuna ve ülkedeki demokrasinin düzeyine dair çok şey söylüyor. Fakat bir şey daha var: Tablo, “tek seçici” haline gelmiş Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın psikolojisine dair de çok şey söylüyor. Ben bu yazıda, öbür temaları ihmal edip işin bu yanını ele almaya gayret edeceğim

Taştan putlar yıkılırken… Düşünceden putlar taşlaşırken…

Cumhurbaşkanı Erdoğan, oraya buraya heykellerinin dikilmesini durdurdu. Bir insanın, öznesi kendisi olan ve gıyabında kotarılmış bir uygulamayla ilgili olarak, değerlerine aykırı olduğu gerekçesiyle böyle bir ricada bulunmasında ve onu sevenlerin o ricayı yerine getirmesinde hiçbir sorun yok. Fakat Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ileri sürdüğü her düşünceyi, her öneriyi ve bütün tavırlarını otomatik olarak benimseyenlerin, o düşünce, öneri ve tavırlara eleştirel bir dille yaklaşanlara dünyayı dar etmelerinde büyük bir sorun var.

‘Yerli ve millî’ tutmadı, çünkü…

“Yerli ve millî” tutmadı ve tutmayacak. Çünkü Laiklik-dindarlık eksenli siyasi mücadelenin laiklik tarafında yer alanların, onun dışındaki herhangi bir pozisyonu İslamofobilerini aşındıracak ölçüde benimsemeleri mümkün değil.

Temel saflaşmanın ekseni ‘laiklik’ten ‘millîlik’e döndü mü?

İki yıla yakın bir süre önce kaleme aldığım bir dizi yazıda, Türkiye’de “laiklik” eksenli temel saflaşmanın, yerini “millîlik” eksenli yeni bir saflaşmaya terk etmekte olduğunu öne sürmüştüm. Üzerinden yeteri kadar süre geçti, üstelik arada 15 Temmuz darbe girişimi yaşandı. Şimdi sıra, "Temel saflaşmanın ekseni değişiyor: Laiklik yerine ‘millî’lik" başlıklı o yazıların muhasebesinde... Bugün mevcut duruma baktığımda öngörümde kısmen yanıldığımı düşünüyorum.

‘Çoğunluk için çoğunluğa rağmen’ mi?

Bir demokraside, iktidarla onu seçen çoğunluk arasındaki zımni anlaşma bozulursa... Yani, iktidar kendisine yeni hedefler belirler ve bu hedefler onu iktidara getiren çoğunluğun talepleriyle uyum içinde olmazsa ne olur?

‘Çaresiz kaldığında Atatürk gibi düşün’ – Norveç atasözü…

Türkiye’de 2002’de keşfedilen bir “Norveç atasözü”, 30 Ağustos vesilesiyle bir kez daha Twitter ve Facebook’ta “paylaşıldı”: “Çaresiz kaldığında Atatürk gibi düşün...” Büyük bir ihtimalle AK Parti iktidarının yarattığı şaşkınlık, öfke ve çaresizliğin tarlasında üreyen bu “atasözü” ile ilgili olarak internette küçük bir kazı çalışması gerçekleştirdim...