Alper Görmüş

‘Çözüm Sürecini bitiren cinayet’in davası ve dersleri…

Açık ya da ima yollu iddiaları toparlarsak: Bu provokasyonu a) doğrudan doğruya PKK, b) Gülen Cemaati’nin devlet içindeki uzantıları, b) devlet içindeki birtakım illegal karanlık odaklar gerçekleştirmiştir... Bunlardan hangisi geçerli olursa olsun, bence bu musibetten bundan sonrası için çıkartacağımız temel ders şu olmalıdır: Provokasyonlar her zaman olur, fakat onların etkili olabilmeleri için siyasetin iradesinin zayıflaması gerekir. Tıpkı bu örnek olayda olduğu gibi.

Ceylanpınar 2015’e bugünden bakmak…

Çözüm Süreci’ni ne Ceylanpınar’daki polis cinayeti (22 Temmuz 2015), ne de ondan iki gün sonra Kandil’in bombalanması bitirmişti... Gerçek şuydu ki, Çözüm Süreci, sürecin iki aktörünün (iktidar partisi ve PKK), bir noktadan sonra kutuplaşmanın azalmasını ve barış ortamını kendi kısa vadeli siyasi yararları açısından uygun bulmamaya başlamasıyla bitmişti; gerisi bir provokasyona bakıyordu, o da Ceylanpınar cinayetiyle geldi.

28 Şubat ve Gergerlioğlu gibi olabilmek…

28 Şubat’ın mağdurlarının çok büyük bir bölümü ‘adalet’ sınavında tam anlamıyla yere çakıldı; onlar, kendisiyle gurur duyduğu bir dönemini, kendisine ihanet ettiği için artık gürül gürül dile getiremeyen o insanların can sıkıntısını taşıyorlar... Karşılarında ise hak ve adalet arayışına hiçbir dönemde hiçbir çapak bulaştırmamış Ömer Faruk Gergerlioğlu gibi eski yoldaşları yer alıyor ki bu onların sıkıntısını daha da artırıyor.

‘Patlama ânı gazeteciliği’nin Afrin’deki hali

‘Patlama ânı gazeteciliği’, süreçleri izlemeyen, o süreçler ancak nihai noktalarına yaklaşırken, hatta çoğu kez 'patlama' ânında olaya dahil olan bir gazetecilik türü... Medyanın sadece kendi yetersizliklerinden ve problemlerinden kaynaklanan ‘patlama ânı gazeteciliği’ türünde, gazeteciler birçok önemli gelişmeyi farkında bile olmadan ıskaladıkları için, süreç işbâ noktasına ulaşıp da patladığında samimiyetle afallarlar. Fakat süreçleri, algıladıkları baskı nedeniyle izlemedikleri (izleyemedikleri) durumlarda hiç şaşırmazlar! Çünkü neyin nereye gideceğini bilmekte fakat yazamamaktadırlar! Afrin haberlerinde olduğu gibi...

İki süper gücün Afrin’deki ‘yeşil ışık’ları hakkında spekülasyon

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) bir ay kadar önce Afrin’e girişinin Rusya ve ABD’nin kerhen verdikleri onayla mümkün olabildiği hususunda ortak bir kanaat vardı. Fakat son günlerde yaşanan bir dizi askeri ve diplomatik gelişme, ‘kerhen onay’ın bir perde olabileceğini, iki süper gücün aslında Türkiye’ye kabul ettirmek istedikleri sonuçları almak üzere Türkiye’yi Afrin’e girmesi hususunda el altından teşvik etmiş olabileceklerini düşündürtüyor. Geçen haftaki gelişmeler, bu sonuçların Rusya açısından Türkiye’yi Esad rejimiyle doğrudan görüşmeye zorlamak, ABD açısından ise ‘Fırat’ın doğusu’nu garantilemek olabileceğini akla getiriyor.

Ön yargı…

Ahmet Altan, Mehmet Altan ve Nazlı Ilıcak’ın ‘darbecilik’ten müebbete mahkûm edilmesiyle Almanya vatandaşı Deniz Yücel’in tuhaflıklarla örülü tahliyesinin aynı güne rastlaması bir kere daha gösterdi ki, Türkiye’de bağımsız yargı artık ‘ön' yargıdır (ön muhasebe gibi) ve gerçek (nihai) kararlar ‘arka’da alınmaktadır. O nedenle, yargı eleştirisini Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı esirgeyerek yapmak ‘karavana atış’tan başka bir anlama gelmiyor.

AK Parti ‘büyük konfor’unu nasıl elde etti?

AK Parti nasıl oluyor da bazı temel politikalarını eleştirenleri ihanetle suçlayınca da, koşullar değişmediği halde o politikadan vazgeçince de ‘haklı’ oluyor? AK Parti’nin böyle bir konfor kullanabilmesinin temel nedeninin toplumdaki derin kutuplaşma olduğunu güvenle öne sürebiliriz. Bir başka neden, AK Parti’nin, liderinin karizması üzerinden AK Partililer üzerinde sağladığı büyük güven duygusu...

AK Parti’nin büyük konforu

AK Parti, belki de dünyada eşi olmayan istisnai bir konfor kullanıyor; bazı temel politikalarını eleştirenleri ihanetle suçlayınca da, koşullar değişmediği halde o politikadan vazgeçince de ‘haklı’ oluyor. Kendisine oy verenler bunda bir problem görmediği gibi, muhalefetin, AK Parti’nin ‘çelişkileri’ üzerine yürüttüğü propaganda da hiçbir etki yaratmadan sönümlenip gidiyor. En taze örneğini TMK’da değişiklik yapmayı kabul ettiği AB atağında gördüğümüz bu konforun nasıl oluştuğu ve nasıl olup da her zaman işlediği üzerine uzun uzun düşünmek gerekiyor

İnandığına oy ver(e)meyenlerin partisi olarak CHP

CHP kurultayı bize şunu gösterdi: Delegeler, partilerini iktidara taşıma ihtimali olduğuna inandıkları adayı değil de, taşıyamayacağına emin oldukları adayı seçtiler. Bu tuhaf durumun nedeni ne olursa olsun sonuç değişmiyor: CHP, delegelerinin inandıklarına oy ver(e)mediği bir siyasi partidir... Aynı şey delegeleri seçerken parti üyeleri, seçimlerde oy verirken parti seçmenleri için de geçerli. Bu, yırtılıp atılmadıkça içindekini çürütecek bir deli gömleği ve kurultay bir kez daha CHP’nin böyle bir enerjisinin olmadığını gösterdi.

Hedef Misak-ı Millî ama ‘light’ bir Misak-ı Millî…

Benim görebildiğim kadarıyla Erdoğan, Türkiye’nin, Misak-ı Millî sınırları dışında kalmış topraklarda etkili olacağı (hatta belki buraları vekaleten yöneteceği) bir model için koşulların uygun olduğunu düşünüyor, daha fazlasını değil. Muhtemelen, Kuzey Suriye’de Türkiye ile işbirliği içinde özerk bölge ya da bölgeler tesis edilecek ve daha sonra merkezi rejim bu bölgelerle bir tür federasyona zorlanacak. Yani hedef Misak-ı Millî sınırları ama ‘light’ bir Misak-ı Millî...

‘Misak-ı Millî savaşı’ ihtimali var mı?

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ilk olarak Ekim 2016’da dile getirdiği ve o günden bu yana her fırsatta tekrarladığı Misak-ı Millî temalı çıkışlar iç politikaya yönelik bir retorikten mi ibaret, yoksa başı sonu hesaplanmış gerçek bir politik ajandanın kamuoyu yaratma aşamasını mı yansıtıyor? Böyle bir ajanda varsa, bu, zamanı geldiğinde Türkiye’yi Misak-ı Millî sınırlarına kadar genişletecek bir savaşı göze almayı da içeriyor mu?

Savaştan haz duyan bir gazetecilik!

Afrin’e yönelik Zeytin Dalı harekâtını haberleştiren gazetelerin birinci sayfalarının görsel dökümü, sayfaları hazırlayanların çocuklar gibi şen olduklarını, tarifsiz bir heyecan içinde bulunduklarını gösteriyor. Bunun sadece ‘millî' bir heyecan olduğuna inanan, yanılır. Bu, ilaveten militerlikten ve dolayısıyla savaştan alınan hazla ilgili de bir şey.

Dersimiz savaşta habercilik, öğretmenimiz Başbakan…

Başbakan Binali Yıldırım, geçtiğimiz günlerde gazete ve televizyonların sahipleri ile genel yayın yönetmenlerini toplayarak onlara Afrin’de nasıl gazetecilik yapmaları gerektiğini açıkladı. Ben karikatürist olsaydım, bu toplantının mekânını tipik bir ilkokul sınıfı olarak tasarlardım: Her sırada bir sahip ve bir genel yayın yönetmeni olmak suretiyle iki kişi oturmakta, öğretmen de onlara bir şeyler anlatmakta... Aynı ekibi o sınıftan alıp vizyondaki ‘The Post’ filmini izletmek de fena olmazdı.

ABD’nin Afrin’deki muğlaklığı inşallah Kuveyt’tekiyle aynı soydan değildir

ABD’li yetkililerin Türkiye’nin Afrin’e müdahalesi öncesinde yaptığı muğlak-çelişkili açıklamalar, Irak’ın Kuveyt’i işgalinden (2 Ağustos 1990) hemen önce yapılan çelişkili açıklamaları akla getiriyor... Türk Silahlı Kuvvetleri Afrin’e ABD’nin yeşil ışığıyla mı girdi, yoksa onların kırmızı ışığına rağmen mi? Her iki ihtimal de kendi risklerini barındırıyor. Bakalım, şu âna kadar bildiklerimizin yanı sıra bilmediklerimiz ne zaman ortaya çıkacak ve bugünkü müsvedde ne surette temize çekilecek?

İktidar-gazeteci-okur ilişkisi ya da yalanda yaşamak

Medyanın iktidarın neredeyse dolaysız bir parçasını oluşturduğu, dolayısıyla da gazetecilik adına akla gelmeyecek şeylerin göze alındığı dönemlerin ortak bir özelliği, okurların gazetelerini cezalandırmayı düşünmemeleri... Bunun nedenini hepimiz biliyoruz: Toplumun aşırı ölçülerde kutuplaşması... Böyle dönemlerde, başkaları yaptığında ayıplanan şeyler, bu defa bizimkilerin iktidarı, bizimkilerin medyası söz konusu olduğu için görmezlikten geliniyor ve hatta yapanların sırtı sıvazlanıyor.

Duruşmalarda sanıkların ‘siz’ talebi üzerine…

Bir insan başka bir insana kural olarak ‘sen’ diye hitap ediyorsa, buna karşılık öbürünün ona ‘sen’ diye hitap etmesi hiçbir aklın köşesinden dahi geçemiyorsa, orada çok güçlü bir otoriter ilişki, bir iktidar ilişkisi var demektir._x000D_ _x000D_

Güç odağına o kadar yaklaşırsan, haberini yapamazsın

Bir zamanlar Mustafa Balbay, darbe heveslisi komutanların toplantılarına şahitlik ettiği halde onları neden haberleştirmediğini açıklarken, “not alıyordum, ileride kitaplaştıracaktım” demişti. Şimdi de Ekrem Dumanlı, zamanında yazsaydı yeri göğü inletecek haberleri video kayıtlarıyla anlatıyor. İki örnek olay da aynı gazetecilik dersine işaret ediyor: Güç odağına o kadar yaklaşırsan, haberini yapamazsın

Ortak payda…

Ahmet Hamdi Tanpınar, aralarında sınıf ve gelir farkları olan insanların yine de bir toplum oluşturabilmelerinin sırrını, onların ‘aynı hayatın ihtiyaçlarını duymalarında’ görüyordu: _x000D_ Münir Özkul, hiç kuşkusuz farklılıklarına rağmen herkesin ortaklaşa sevip saydığı, ‘ihtiyaç duyduğu’ sanatçıların başında geliyordu. _x000D_

Bir bumerang olarak ByLock: İlk dalga geldi

ByLock kullanıcısı oldukları gerekçesiyle cezaevinde yatmakta olan 11 binden fazla kişinin cep telefonlarına iradeleri dışında ByLock yüklendiği ortaya çıktı, tahliyeler başladı. Yargı ve siyaset, kaldırılması çok güç bir ‘hata’ ile yüzleşirken, ByLock’un bir bumerang gibi etkide bulunma kapasitesinin birinci yönü de kendini gerçekleştirmiş oluyor. En az onun kadar önemli olan ikinci yön ise ortaya çıkmak için sırasını bekliyor.

Büyük ve tehlikeli bir cisim yaklaşıyor: Flynn’in Türkiye dosyası (3)

Michael Flynn, Mart 2017’de henüz savcıyla işbirliğine karar vermemişken ‘olmadı’ dediği şeyi kabul edebilir ve Türkiye’den iki bakanın da katıldığı Eylül 2016’daki taplantıda Gülen’in kaçırılmasını konu alan bir ‘beyin fırtınası’nın gerçekleştirilmiş olduğunu itiraf edebilir. Yeni yılın ilk aylarında, belki de ilk haftalarında sonuçlanacak soruşturmada Türk hükümetini en çok Flynn’in bu konuda nasıl bir ifade vereceği ilgilendiriyor.

Büyük ve tehlikeli bir cisim yaklaşıyor: Flynn’in Türkiye dosyası (2)

Flynn, geçtiğimiz ay özel savcıyla işbirliğine gidip tıpkı Rusya‘yla ilişkileri gibi Türkiye ile ilişkilerinde de belli bir âna kadar gizlediği bazı bilgileri açıklamaya karar verdi. Açıkladıklarından bir bölümünü biliyoruz, fakat Türkiye’nin imajını ciddi ölçülerde zedeleyebilecek başka bilgileri de savcıyla paylaşmış olabileceği ve bunların da yakında ortaya çıkabileceği öne sürülüyor.

Büyük ve tehlikeli bir cisim yaklaşıyor: Flynn’in Türkiye dosyası (1)

ABD Başkanı Trump’ın eski güvenlik danışmanı Michael Flynn, ABD seçimlerinde Trump lehine Rusya ile birlikte çalışıldığı yönündeki iddiaları önce reddetti, ardından muhtemel uzun cezalardan korkarak kabul edip özel savcı ile işbirliğine gitti. Bu dosyanın bir parçasını da Türkiye lehine ABD’de lobi yaptığını önce inkâr edip sonra kabullenen Flynn’in Türkiye ilişkileri oluşturuyor. CIA’in eski başkanı Woolsey’ye göre bu işbirliğinin bir aşamasında, Gülen’in ABD’den kaçırılıp Türkiye’ye getirilmesi fikri etrafında, iki bakanın da katıldığı bir ‘beyin fırtınası’ gerçekleştirilmiş.

O dosyalar kapandı ama nasıl kapandı?

17-25 Aralık dosyalarının ABD’de bir kez daha canlandırılmasını eleştirirken iktidar kanadının başvurduğu, “O dosyalar Türkiye’de hukuk süzgecinden geçti ve kapandı” savunmasının şeklî hukuk açısından bir anlamı olabilir, fakat “kapandı” hükmünün ikna edici de olabilmesi için asıl o şeklin içinin nasıl doldurulduğuna bakmak gerekir. Şeklî hukuk o kadar önemli olsaydı, mesela iktidarın ABD’deki davanın muhtemel olumsuz sonucuna yönelik eleştirilerde bulunma hakkı da olmazdı._x000D_ _x000D_

Ortak değerlerde buluşmak mı, ortak olmayan değerlere saygı mı?

Türkiye’deki nöbetleşe zorbalık tablosu, karşılıklı olarak kutuplarda derin bir korkuya ve güvensizliğe yol açıyor. Ortak Değerler Hareketi’nin ‘Müştereklerimizi keşfedelim, geleceğe birlikte yürüyelim’ hedefi bu koşullarda iyi niyetli fakat işlevsel olmayan bir tını veriyor. Bu korkuyu ve güvensizliği ortadan kaldırmadan ‘bizim ne güzel ortak değerlerimiz var, hadi orada birleşelim’ çağrısı anlamlı görünmüyor.

Gizemli flash diskin etrafındaki toplu susma âyini

Türkiye’de siyasetçilerin ve gazetecilerin fikri takipten yeteri kadar nasiplenmediklerinden sık sık söz edilir. Bu mesele üzerine düşünenler durumu ‘meraksızlık’, ‘sabır eksikliği’, ‘hep yeni heyecanlar arama’ gibi insani özelliklere bağlıyorlar. Fakat geçtiğimiz yaz ortasında CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun, ‘FETÖ’nün TSK’daki gizli örgütlenmesini içerdiği’ iddiasıyla kamuoyuna açıkladığı flashdisk’le ilgili siyasetçi ve gazeteci performansı, yaşananın basit bir fikri takip probleminden ibaret olmadığını düşündürüyor._x000D_ _x000D_

Ahmet Turan Alkan

Ahmet Turan Alkan, kendisi için ‘anlamlı’ olmasa bile başkaları için öyle olan talepleri de samimiyetle önemseyip savunan o nadir insanlardan biriydi; bu özelliğiyle bir kutuplaşma panzehiriydi fakat artık yazamıyor. Onun gibi birini darbecilikle itham edip ısrarla hapiste tutmak, kutuplaşmadan fayda ummaktan başka bir anlama gelmez. _x000D_ _x000D_

‘Başarısız’ liderin istifasının istendiği bir cemaat yapılanması?

_x000D_ Gülen Cemaati’ni ve Gülen’i ‘içeriden’ eleştiren akademisyen Ahmet Kuru’nun “Başarısız dini önderin istifası istenmeli” önerisinin ‘demokratik’ niteliği tabii ki tartışma dışı... Fakat Müslüman bir cemaate dahil biri için, dini önderin ‘aşkın’ karakterini neredeyse dışlayan, üstüne üstlük omuzlarının üstüne dini önderi sorgulamaya yönelik bir ‘karar’ yükü bindiren bu ‘demokratik’ öneri ne kadar cazip ve işlevseldir? _x000D_ _x000D_ _x000D_

Muhalefet, 17-25’teki hatasını ‘Zarrab davası’nda da tekrarlıyor

Ergenekonvari ‘devirmecilik’ hevesi, AK Parti’nin baskıcı yönetimi nedeniyle, ilk 10 yılında partiyi ‘dışarıdan’ destekleyenlerin büyük bölümünü de etkisi altına almış durumda. Mottosu, ‘iktidarı kim, hangi yöntemle devirirse devirsin kabulümdür’ olan bu dizginsiz heves, sahiplerine, kritik anlarda öyle büyük hatalar yaptırıyor ki, bu hatalar hızla iktidarın elindeki kozlar haline dönüşüyor. 17-25 Aralık’ta öyle olmuştu, şimdi de ‘Zarrab davası’nda aynı şey oluyor.

‘Cemaat istisnailiği’ ya da ‘bana hak, sana değil…’

Cemaat’e ve Fethullah Gülen’e içeriden eleştirler... Akademisyen Gökhan Bacık: “(Cemaat ve Gülen eleştirilerine) olumsuz tepki verenlerin hemen hepsi bir ‘cemaat istisnailiğine’ inanıyor. Yani, bu kişiler cemaatin bir istisnai olgu olduğunu ve her şeyden farklı olduğunu düşünüyor.”_x000D_ _x000D_

Gülen’e Cemaat içinden ‘istifa’ çağrısı…

Akademisyen Ahmet Kuru: “Müslümanlar dini ve siyasi liderlerle ilişkilerini (...) karşılıklı sözleşme esasına dayandırmalıdırlar. Prensiplere ve sözleşmenin esaslarına aykırı davranan, önderlik ettikleri kitleleri başarısızlığa sürükleyen liderler hesap vermeye ve istifa etmeye çağrılmalıdırlar.” _x000D_ _x000D_