Yusuf Manav

Evrensellik koca bir yalan mıydı?

İsrail’in canice katliamları karşısında şoka düşmüş olarak insanlar, Batılı demokrasilerin sistematik ikiyüzlülüğünün ayırdına varıyorlar. Evet, bir şok hali içinde, zira bombalanan hastaneler, ateşe verilen çadır kampları, yüzlerce kurşun sıkılan çocuklar ve katledilen siviller karşısında böylesine bir şoka düşmemek elde değil. Ancak bu şok halinin bu defa Batılı olmayan ve demokrasiyi de bir kılıf olarak kullanmayan otokrasilere rıza ve meşruiyet yaratmasının önüne set çekmek gerekiyor. Zira, bir zulüm yek diğerine, “demokratik” sömürü “otokratik” sömürüye yeğ değil.

31 Mart sonrasının hayret verici gündemi nasıl açıklanır?

Seçim sonuçları bir ayrımı gerçek haline getiriyor: Ankara’ya karşı taşrayı, valiye karşı belediye başkanını tahkim ediyor. “Yeter Söz Milletin” şiarında karşılığını bulan halka dayanma bu defa yerel yönetimler üzerinden bir karşılık buluyor. Bu ayrım muhalefetin kazanmasının sebebi değildir, aynı zamanda güçlü olmayı sürdürmesinin koşuludur da. Bu sezgi düzeyinde kavranıyor olacak ki seçim zaferinin hemen akabinde Özgür Özel “Devletle millet karşı karşıya gelirse er ya da geç millet kazanır” demekten geri durmadı. Zaferin sebebi şüphesiz doğru teşhis ediliyor, hatırlanmalı ki anlık bir zaferin kalıcı bir duruma dönüşmesi de “devlete karşı milleti” bir şiara çevirebilmek.

Resmiyetin ağır gölgesi altında protestolar: İngiltere’den neyimiz eksik?

7 Ekim’den bu yana İsrail’in Filistinlilere karşı yürüttüğü insanlık dışı harekatı tel’in etmek gayesiyle yapılan protestoların zaman içindeki değişimi, Türkiye’de her türlü sivilliğin nasıl resmiyet tarafından sindirebildiğine iyi bir örnek teşkil ediyor. Toplumsal ve politik olanın alanından uzaklaştırılan ve bireyselleşmeye mahkum edilen protestolar, şimdi Instagramize edilmiş şekilde ve psikolojik güdülere indirgenmiş görünümleriyle ortaya çıkmaya başladılar: Çilekeş tavırlarla “vah halimize ki bir buçuk milyar Müslüman otuz milyon Yahudi’nin zulmüne engel olamıyoruz”, “ey Filistinliler! Sizin imanınız bizi yerin dibine sokuyor” diye ah vah ederek sosyal medyada günah çıkarılıyor; haneiçi alışverişlerle sınırlı boykotlarla vicdanlar sükunete eriyor. Dünyanın her köşesinde ise İsrail’i kınayan büyük çapta, etkili ve harikulade organize edilmiş protestolar düzenleniyor. Bu protestoların hem ulusal hem de uluslararası kamuoyunda yarattığı yankı da aynı ölçüde derinlikli oluyor. Oysa Türkiye’de düzenlenen protestolar, kitlesellikten, protest bir duruştan ve özellikle de politikadan azat edilmiş ve bireyselleşmiş bir görünüm arzediyorlar. Peki neden İngiltere’de, Norveç’te ve diğer pek çok ülkede, geniş yankılar uyandıran adına layık protestolar Türkiye’de düzenlenemiyor?

15 Temmuz’dan sonra, 14 Mayıs’tan önce

Politik feodalizmin ilk neticesi güçlü devlettir ve orada artık devlet adamları Tanrılık kompleksi ile malûldür. Depremzedeye yardım götürmekte dahi kendisine şerik kabul etmiyor; şirk’i en büyük günah belliyor. Devlet’in kutsiyeti ve dokunulmazlığı var; ölümlüler tarafından hesap vermeye çağrılamıyor, yalnızca hesap soruyor ve cezalandırıyor. Kullarının günahlarını kaydedip rûz-i mahşerde önlerine sürmek üzere “not ediyor.” Her güvenlikçi devlet, bir iltimas rejimi yaratır. Düşmanların, yerli ve milli olmayanların, ötekilerin varlığı içeride safları sıklaştırmak için en münasip atmosferi hazırlar. Nasılsa düşman ayan beyan ortadayken ve düşmanla cenk edilirken yapılandan sual olunmaz.