Dört ayı aşkın bir süredir devam eden İsrail’in Hamas’a karşı yürüttüğü misilleme harekâtı, savaş suçları ve uluslararası hukuk ihlalleri örnekleriyle dolu. İsrail’in Gazze’ye karşı açtığı savaşın temel gerekçesini 7 Ekim’de İsrail’e saldıran Hamas’ın işlediği korkunç suçlardan oluşturuyor. İsrail Hamas’ı tamamen ortadan kaldırmak istiyor. Bu saldırıda çoğu İsrailli sivil olmak üzere 1.139 kişi öldürüldü. Binlerce kişi yaralandı. Sayısı henüz bilinmeyen miktarda kadın ve kız çocuğu cinsel saldırıya maruz kaldı. Şu anda da çoğu hala Hamas tarafından rehin alınmış 240 kişi var.
Tüm bunlara karşılık olarak İsrail devleti Filistinlileri zorla yerlerinden ederek yüz binlerce kişiyi temel insani ihtiyaçlardan yoksun bırakan koşullar dayattı. Sivillere, okullar ve hastaneler gibi “sivil hedeflere” ayrım gözetmeksizin, orantısız ve doğrudan saldırılar düzenledi. Bu süreçte çoğunluğu kadın ve çocuk olmak üzere yaklaşık 28.000 Filistinli öldürüldü. Gazze’nin büyük bölümü yerle bir edildi. Altyapının beşte biri ve evlerin çoğu hasar gördü ya da yıkıldı. Bölge büyük oranda yaşanmaz hale geldi.
İsrail, Filistinlileri gıda, içme suyu, yakıt, internet erişimi, barınma ve tıbbi bakımlardan mahrum bırakarak uzun süreli bir abluka uyguluyor. Bu abluka kollektif cezalandırmaya ve eziyete varan eylemleri de içeriyor. Gazzelileri insanlık dışı ve aşağılayıcı koşullarda gözaltında tutuyorlar. İsrail gözaltına alınanlardan bazı Filistinlilerin öldüğünü bile açıkça kabul ediyor. Bu esnada, Batı Şeria’da İsrail güçleri ve yerleşimciler tarafından Filistinlilere karşı uygulanan şiddet de belirgin bir şekilde arttı.
ABD ve birçok Batılı ülke, Filistinlilerin yaşadığı katliam devam ederken bile İsrail’i desteklemeye devam ettiler. İsrail’e askeri yardım sağladılar. Bu ülkeler Birleşmiş Milletler’de gündeme gelen ateşkes taleplerine sırtlarını döndüler. Filistinli mültecilere hizmet veren BM Yardım ve Çalışma Ajansı’nın finansmanını kestiler ve bu da yetmezmiş gibi Güney Afrika’nın Uluslararası Adalet Divanı’nda (UAD) İsrail’e karşı açtığı soykırım davasını hiçbir şekilde desteklemediler.
Bugün Gazze’de yaşanan korkunç insan hakları ihlalleri ve insani krizdeki diplomatik yardakçılık, uluslararası hukukun üstünlüğü ve küresel insan hakları sistemindeki yıllar süren aşınmanın bir doruk noktasıdır. Bu erozyon, ABD’nin “teröristlerin” cezalandırılması için her şeyin mübah olduğu fikrini normalleştiren bir kampanya olan “teröre karşı savaş “ı başlattığı 11 Eylül’den sonra ortaya çıkmıştır. İsrail, Gazze’deki savaşını sürdürmek için bu çerçeveden ethos, strateji ve taktikler devralmakta ve bunu da ABD’nin desteğiyle yapmaktadır.
Adeta Holokost’un ve İkinci Dünya Savaşı’nın ibretlik ahlaki sonuçları ve bu korkunç sonuçlarla birlikte onlarca yıllık “Bir Daha Asla” ilkesinin özü de unutulmuş gibi: Bu ilkenin mutlak evrenselliği, herkesi koruduğu ya da hiç kimseyi korumadığı ve koruyamayacağı düşüncesine dayanır. Gazze’nin yıkımında ve Batı’nın buna verdiği tepkide açıkça görülen bu çürüme, kurallara dayalı düzenin sonunu ve yeni bir dönemin başlangıcını işaret ediyor.
EVRENSELLIK ÇAĞI
Evrensellik, yani kim olursak olalım ya da nerede yaşarsak yaşayalım, istisnasız hepimizin insan haklarına eşit şekilde sahip olduğu ilkesi, uluslararası insan hakları sisteminin merkezinde yer alır. Her ikisi de 1948 yılında kabul edilen Soykırım Sözleşmesi ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin temelini oluşturan bu temel ilke, 2002 yılında kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesi de dahil olmak üzere yıllar içinde yeni hesap verebilirlik yöntemlerine ışık tutmaya devam etti.
Bu hukuki altyapı, on yıllar boyunca devletlerin insan hakları yükümlülüklerini yerine getirmelerini sağlamaya katkıda bulunmuştur. Evrensellik ilkesi insan hakları hareketlerini küresel olarak tanımlamış ve yirminci yüzyılın en büyük insan hakları başarılarının temelini oluşturmuştur.
Bu sistemi tenkit edenler, devletlerin evrenselliğe sadece lafta önem verdiklerini öne sürebilirler. Yirminci yüzyıl, tüm insanların eşit derecede onur sahibi olduğunu savunmada başarısız olunan sayısız örnekle dolu: Dekolonizasyonu savunanlara karşı uygulanan şiddet, Vietnam Savaşı, Kamboçya ve Ruanda’daki soykırımlar, Yugoslavya’nın dağılmasını takip eden savaşlar ve daha niceleri. Tüm bu olaylar, evrensellikten ziyade sistematik eşitsizlik ve ayrımcılığa dayanan bir uluslararası sisteme işaret etmektedir. Filistinli Amerikalı akademisyen Edward Said’in de ifade ettiği gibi, 1948’den bu yana “kurbanların kurbanı, mültecilerin mültecisi” olan Filistinlilere evrenselliğin hiçbir zaman uygulanmadığı kolayca söylenebilir.
Ne var ki evrenselliğin kaderi ona ihanet edenlerin elinde değildir. Aksine, insanlık için daimî ve azimli bir proje olarak, evrenselliğin gücü her şeyden önce sürekli olarak dile getirilmesinde ve ısrarla savunulmasında yatmaktadır. Yirminci yüzyıl boyunca evrensellik ilkesi sayısız başarısızlığa uğramış olsa da genel gidişat bu ilkenin ortaya konması, onaylanması ve savunulması yönünde oldu. Fakat bu durum yirmi birinci yüzyılın başlarında, trajik 11 Eylül deneyimi ardından “teröre karşı savaşın” başlamasıyla değişti.
Son 20 yıldır “teröre karşı savaş” doktrini ve yöntemleri dünyanın dört bir yanındaki hükümetler tarafından benimsendi ya da taklit edildi. Bu doktrin ve yöntemler, devletlerin “meşru müdafaa” tedbirlerinin kapsamını ve alanını genişletmek ve gevşek şekilde tanımlanan ancak geniş çapta uygulanan “terör tehdidi” tanımına uyduğu düşünülen kişi ya da makamları en ufak bir kısıtlama olmaksızın avlamak için kullanıldı.
Gazze’de hem meşru müdafaa hem de terörle mücadele adı altında işlenen korkunç sivil katliamları bu bağlamda değerlendirmeliyiz. Tüm bunlar uluslararası hukuku ve evrensellik ilkesini saptıran ve neredeyse ortadan kaldıran yukarıdaki çerçevenin mantıksal bir sonucudur.
Amerika’nın Afganistan, Irak, Pakistan, Somali ve Suriye’de yaptığı hava saldırıları kitlesel sivil ölümlerine neden olmuştu. ABD ordusu her seferinde sivilleri korumak için gerekli adımları attığını iddia ediyordu. Fakat sivilleri savaşçılardan tam olarak nasıl ayırdığına ve doğru bir şekilde ayırdıysa neden bu kadar çok sivilin öldürüldüğüne dair neredeyse hiçbir zaman gerçek bir açıklama yapmadı.
Son 20 yılda dünyanın dört bir yanındaki hükümetler bu tarz yöntemleri benimsediler. Suriye’de Rusya’nın sivil altyapıya yönelik aralıksız bombardımanları binlerce sivilin ölümüne yol açtı. Uluslararası Af Örgütü tarafından belgelenen olaylarda Rus yetkililer, hastaneleri, okulları ve pazarları yok ederken bile silahlı kuvvetlerinin “terörist” hedefleri vurduğunu ileri sürüyordu.
Aynı söylem Rusya’nın 2022’deki Ukrayna’yı işgalinde de gün yüzüne çıktı. Meşru müdafaa ve güç kullanma kısıtlamaları konusundaki sahte atıflarla Ukrayna’nın işgali meşrulaştırıldı. Ayrım gözetmeyen saldırılar, işkence, sınır dışı etme ve zorla transfer, cinsel şiddet ve hukuksuz infazlar gibi uluslararası hukuk kapsamında işlenen suçlara dair örneklerin arttığı bir ortamda binlerce sivilin hayatını kaybetmesiyle sonuçlandı.
Benzer şekilde Çin hükümeti de Sincan’da Uygurlara, Kazaklara ve çoğunluğu Müslüman olan diğer etnik azınlıklara karşı uyguladığı insanlığa karşı suçları ve baskıyı haklı göstermek için “terörle mücadeleyi” gerekçe gösteriyor.
İsrail’in Gazze’ye yönelik yoğun bombardımanının kökleri Amerika’nın teröre karşı savaş argümanından çok daha eskilere dayanıyor. 1948’de yaklaşık 750.000 Filistinlinin evlerinden sürülmesi, Nakba ya da felaket olarak anılıyor. Bu aynı zamanda, İkinci Dünya Savaşı sonrası sistemin koyduğu kısıtlamaların çok azına ya da hiçbirine saygı gösterilmediği uluslararası hukukun erozyona uğramasının yirmi birinci yüzyıldaki bir tezahürü. BM İçtihatlarına, uluslararası insan hakları hukukuna ve hatta Güney Afrika’nın iddia ettiği gibi Soykırım Sözleşmesine bile hiçbir şekilde riayet edilmiyor.
Batılı hükümetlerin 7 Ekim’den hemen sonra Hamas’ın işlediği suçları kınamaları ve İsrail’e koşulsuz desteklerini ifade etmeleri, müttefiklerinin halkına yaşatılan dehşet karşısında anlaşılabilir ve öngörülebilir bir tepkiydi. Oysa İsrail’in Gazze’yi bombalayarak binlerce sivili öldürdüğü açıkça ortaya çıktığında söylemlerini değiştirmeleri gerekirdi. Tüm hükümetler, özellikle de İsrail üzerinde etkisi olanlar, İsrail’in hukuksuz eylemlerini kesin bir dille ve kamuoyu önünde kınamalıydı. Ayrıca ateşkes, rehinelerin iadesi ve her iki tarafın da savaş suçları ve diğer insan hakları ihlalleri için hesap verebilirlik çağrısında bulunmalıydılar.
Bunların hiç birisi gerçekleşmedi. Savaşın ilk iki ayı boyunca Biden yönetimi Gazze’deki can kayıplarını büyük ölçüde önemsemedi. İsrail’in amansız bombardımanlarını ve yıkıcı kuşatmasını hiçbir şekilde kınamadı. İsrail’in 56 yıllık askeri işgali de dahil olmak üzere İsrail-Filistin çatışmasının kapsamını kabul etmedi. Bunun yerine İsrail’in terörle mücadele anlayışını kabul etti.
Savaş devam ederken Biden yönetimi İsrail’in uyguladığı yöntemleri savunuyordu. İsrail’in Hamas vahşetiyle ilgili doğrulanmamış ve daha sonra reddedilen bazı iddialarını bir papağan gibi tekrarladı. Her ne kadar ABD sonunda Filistinli sivillerin korunması konusunda daha yüksek sesle konuşmaya başlasa da sivillerin hayatlarını kurtarmaya yardımcı olacak kilit adımları açıkça desteklemeyi reddetti. Bunun yerine ABD, BM’de, savaşa insani amaçlarla ara verilmesi çağrısında bulunan Güvenlik Konseyi kararlarını da veto etti.
Amerika yalnızca 22 Aralık’ta çekimser oy kullandı. Böylece Güvenlik Konseyi’nin Gazze’ye “güvenli, engelsiz ve genişletilmiş insani erişimin derhal sağlanması için acil adımlar atılması” ve “düşmanlıkların sürdürülebilir bir şekilde durdurulması için gerekli koşulların sağlanması” çağrısında bulunan bir uzlaşı kararını kabul etmesine izin verdi. Biden yönetimi İsrail’e yaptığı silah transferlerini durdurmayı hiçbir zaman açıkça düşünmemiştir.
Uluslararası Adalet Divanı’nın kararından ve Gazze’deki soykırımı önlemek için geçici tedbirler alınması çağrısından birkaç gün sonra ABD ve diğer bazı Batılı hükümetler, Gazze’deki insanlara can simidi sağlayan BM Yardım ve Bayındırlık Ajansı’na yapılan fon yardımını durdurdu. Bu karar sadece soykırımın açık tehlikelerini görmezden gelmekle kalmıyor, aynı zamanda bu tehlikelerin artmasına ve hızlanmasına da hizmet ediyor.
Amerika Birleşik Devletleri’nin süper güç statüsü ve İsrail üzerindeki etkisi, Washington’un Gazze’deki gerçekliği değiştirmek için benzersiz bir konuma sahip olduğu anlamına geliyor. ABD, yakın müttefikinin zulüm yapmaya devam etmesini diğer tüm ülkelerden daha fazla engelleyebilecek bir konumdayken bunu şu ana kadar yapmamayı tercih etmiştir.
Bu tutumun çok ağır bir bedeli olacaktır. Bir G-7 diplomatının ifade ettiği gibi: “Küresel Güney’deki savaşı kesinlikle kaybettik. Küresel Güney ile (Ukrayna konusunda) yaptığımız tüm çalışmalar boşa gitti. … Uluslararası kuralları unutun, dünya düzenini unutun. Bizi bir daha asla dinlemeyecekler.”
Her ne kadar Gazze’de uluslararası hukukun hiçe sayıldığı olayların provaları yapılmış olsa da, oradaki savaş bir dönüm noktasını işaret ediyor gibi görünüyor. Soykırım riski, işlenen suçların ciddiyeti ve Batı demokrasilerindeki seçilmiş yetkililerin çürük gerekçeleri bir devrin kapandığını haber veriyor. İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan bu yana uluslararası ilişkileri düzenleyen kurallara dayalı düzen sona eriyor ve bunun artık geri dönüşü yok gibi görünüyor.
Bu durumun sonuçları çok açık: Daha fazla istikrarsızlık, daha fazla saldırganlık, daha fazla çatışma ve daha fazla acı.
Şiddet karşısındaki tek engel daha fazla şiddet olacaktır. Kurallara dayalı düzenin sonu, çökmekte olan uluslararası sistemden koparılabilecek her türlü pis ödülden yararlanmak üzere konumlananlar dışında, toplumun tüm katmanlarında, dünyanın her köşesinde yayılan ve hissedilen bir öfkeyi de beraberinde getirecek.
Yine de bu en kötü senaryoyu engellemek için adımlar atılabilir. Bu adımlar hem İsrail hem de Hamas tarafından yürütülen tüm askeri operasyonların derhal durdurulması, Hamas tarafından alıkonulan tüm sivil rehinelerin ve İsrail tarafından hukuksuz bir şekilde alıkonulan tüm Filistinlilerin derhal serbest bırakılması ve Gazze kuşatmasının kaldırılmasıyla başlayabilir. Uluslararası Adalet Divanı’nın Gazze’deki soykırımı önlemeye yönelik geçici tedbirleri tam olarak uygulanmak zorundadır.
İsrail ve onun en büyük destekçisi ABD, Hamas’ı yok etmeye yönelik askeri amaçlarının, sivillerin yaşamlarına ve altyapıya, uluslararası hukuk uyarınca haklı gösterilemeyecek kadar büyük bir maliyet getirdiğini kabul etmelidir.
Uluslararası Ceza Mahkemesi savcısının, çatışmanın tüm taraflarınca işlenen suçlar için iddianame hazırlamak üzere kararlı bir şekilde harekete geçmesi artık her zamankinden daha önemlidir.
İsrail’in apartheid rejiminin ortadan kaldırılmasını öngören ve tüm insanların güvenlik ve haklarının korunmasına imkan tanıyan uluslararası ve kapsayıcı bir süreç olmaksızın çözüm mümkün değildir.
Bu kapsayıcı uluslararası süreçler ele alınmadan ne bölgede uzun yıllardır süren mağduriyetler ne de Orta Doğu’da ve muhtemelen ötesindeki barış umutları bir anlam ifade edebilir.
Gerek yakın geçmişte gerekse uzun zaman önce yapılan yanlışların acı hatıraları, bugün olduğu kadar gelecekte de İsrail’de, Filistin topraklarında ve ötesinde hayatların kurtarılmasına yardımcı olabilir. Fakat zaman daraldığı için bu süreç derhal başlamalıdır. Eğer bize sık sık söylendiği gibi tarih gerçekten de tekerrür ediyorsa, o zaman kendimizi bu konuda uyarılmış saymalıyız.
Uluslararası hukukun evrensel olarak uygulanmasının son demlerini yaşadığı ve yerini acımasız ulusal çıkarlar ve katıksız açgözlülükten başka bir şeyin almadığı bir ortamda, küresel ölçekte daha da geniş bir istikrarsızlığı körüklemeye hazır pek çok kişi tarafından kuralsızlığın neden olduğu küresel öfke istismar edilebilir. Ve edilecektir de!
Kaynak: https://www.foreignaffairs.com/israel/gaza-and-end-rules-based-order
Çeviri: Hasan Ayer.