Serbestiyet: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Maske diyoruz takmıyorlar, mesafe diyoruz uymuyorlar” diye halka serzenişte bulunmasından sonra, televizyonlardaki “kurallara uymayan vatandaş” avında ve teşhirinde belirgin bir artış gözleniyor. Bu tablonun bir süre sonra “devlet üzerine düşeni yapıyor, vatandaş kurallara uymadığı için salgın önlenemiyor” algısını yerleştirmemesi mümkün değil.
Devletin koyduğu kuralların uygulanamaz olduğu açıkken, bunlara uyulmadığının tekrar tekrar haberleştirilmesi de keza anlamlı görünüyor. Mesela şehir içi ulaşımına getirilen sınırlı yolcu kuralına sabah ve akşam saatlerinde uymanın mümkün olmadığı apaçık; çünkü onlar işe gidip gelen insanlar. Devlet hem çalışma saatlerinde bir regülasyona gitmiyor, hem taşıma kapasitesini artıracak tedbirleri almıyor, hem de bu sınırlamalara uyulmasını istiyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın zorunlu maske ve sınırlı yolcu taşıma kurallarını açıkladığı toplantıda koyduğu hedef de şaşırtıcı: Sonbahar bitmeden günlük vaka sayısını 100’e indirmek… Kışa doğru bu imkânsız hedefin tutturulamadığı ortaya çıkınca, “uysaydınız tuttururduk” serzenişi mi gelecek diye düşünmemek elde değil.
Ne dersiniz, bütün bu sorular bir vehimin dile getirilişi mi yoksa iktidarın mantığı hakikaten böyle mi işliyor?
Mahçupyan: Hükümetin uygulanması imkânsız korona tedbirleri açıklamasının ardında çaresizlik yatıyor. Gündelik ve özellikle ekonomik hayatı daha ‘seyrelterek’ düzenlemenin gerektirdiği finansal imkânlara sahip değiller, çünkü o paralar tamamen akılsız bir ekonomi anlayışı sonucu heder edildi. Ancak yine de hükümetin bu denli çaresiz olmaması lazım. Rasyonel bir yaklaşımla, toplumun şu ana dek nasıl davrandığı da bilindiğine göre, çok daha etkin tedbirler alınabilirdi. Haziran başındaki serbestleşmenin geri tepeceği henüz aynı ayın ortasına gelindiğinde belliydi. Ne var ki hükümet ekonomide durağanlaşmanın bedelini karşılayamayacağını gördüğü ölçüde aynı bedeli insan maliyeti ile ödemeyi kabul etmiş oldu.
Bu kabulü açık yüreklilikle üstlenmenin siyasi maliyeti ise çok yüksek. Dolayısıyla suçu ‘kendi görevini yerine getirmeyen’ halka yıkmak daha kolay bir yol olarak seçildi. Bugün iktidara yakın medya söz konusu ‘bilinçsiz’ (belki de zaman içinde ‘hain’) vatandaşları sergileme yarışı içine girerken, Cumhurbaşkanı da ‘halkına’ sitemlerini iletiyor…
Ancak mesele bu kadar basit değil… Cumhurbaşkanı ve çevresi, çaresizliği ve rasyonalite dışı tutumu kendi gözlerinde ‘doğal ve mantıklı’ kılan bir zihniyete sahip. Bu ‘doğallaştırma’ eğiliminin iki unsuru var. Biri 2008 ekonomik krizinde olduğu üzere sorunun bizi ‘teğet’ geçeceğine olan temelsiz inanç. Söz konusu krizin nasıl atlatıldığı konusunda egosantrik açıklamalara sahip olan Erdoğan, kendi tercih ve davranışlarının her türlü krizin panzehiri olduğuna inanıyor.
İkinci olarak Erdoğan’ın kendi hayalini bir ‘gerçekçi hedef’ olarak tanımlama ve o hayalin gerçekleşmeyeceği belli olsa bile bunu kabullenmekte zorlanma özelliği. Örnek 2023 hedefleri… İlk açıklandığında da gerçekçi değildi ve her geçen gün daha da mizahi hale geldi ama söylemdeki yerini kaybetmedi.
Aynı yaklaşımın korona salgınında da geçerli olduğunu görüyoruz. Bu yaklaşımı siyasi literatürde popülizm olarak da değerlendirmek mümkün ama popülizmin özel bir türü olduğunu gözden kaçırmamakta yarar var. Popülizm farklı zihniyetler içinde yeşerebilir ve farklı özellikler gösterir.
Türkiye’de yaşanan ‘ataerkil popülizm’…
Ataerkillik fiziksel performanstan ziyade insanlar üzerindeki etkinin yoğunluğundan beslenir. Ataerkil liderler kendilerini halkları için birer rehber, yolu aydınlatan ışık olarak algılarlar. Lider bu aydınlatılmış yoldan yürür ve halkının da hiçbir emre veya zorlamaya gerek kalmadan, ‘doğal olarak’ arkasından gelmesini bekler. Halk liderin istediğini yapar, çünkü zaten yapmak ister. Bu sayede sıradan insanların hayatı anlam kazanır…
Ataerkil liderler sıradan kişiler olmadıklarına, övgü ve yüceltilmeyi ‘doğal olarak’ hak ettiklerine inanırlar. ‘Benzemez kimse sana’ dendiğinde bunu ‘tevazu’ ile karşılarlar çünkü kimsenin kendilerine benzemediğini bilmektedirler… Lider kendi deneyimini ve yaşantısını biricik ve benzersiz gördüğü ölçüde hikmet sahibi olduğuna inanır. İnsanlık skalasının tepesinde yer aldığının dost düşman herkes tarafından algılandığını varsayar. Kısacası ataerkil liderler ‘doğal’ bir megalomani içinde yaşarlar ve çevreleri de bu duyguyu olabildiğince besler.
Dolayısıyla bu iktidar çevreleri kendilerini halk için bir lütuf olarak görür ve kıymetlerinin bilinmesini beklerler. Bu nedenle de ataerkil popülizan yönetimlerde sorumluluk yukardan aşağı değil, aşağıdan yukarıdır… Esas sorumluluk halkındır… Halkın basiret gösterip, bir lütuf olarak onlara ‘doğmuş’ olan liderin isteklerini emir almadan, kendiliğinden, hatta coşkuyla ifa etmesi beklenir. Bu sorumluluğu idrak etmeyen bir halk o lideri hak etmemiş demektir ve nitekim ‘aziz’ halkın kötü görünmesine neden olan münafıkların sergilenmesi, ayıklanması ve cezalandırılması son derece uygundur…
Türkiye’deki iktidar ve liderlik yapısı herhangi bir gerçeklikle karşı karşıya geldiğinde, bu ataerkil popülist çerçeve içinde algılıyor, düşünüyor ve davranıyor… Fiziksel sınırlama ve akılsızlık bir yana, zihniyet olarak da herhangi bir krizi çözebilecek niteliklere sahip değil. Aksine bu iktidar ve liderlik anlayışı korona salgınını yaşanmakta olan zihniyet tıkanmasının bir veçhesi haline getiriyor ve kendi tıkanmışlığının sorumluluğunu da halkın yetersizliğinde arıyor…