Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIBir sürecin anatomisi

Bir sürecin anatomisi

Yasal düzenlemeler için verilen tarihlerin sürekli ertelenmesi ve yüz binlerce insanın umutla beklediği infaz düzenlemesi veya adı af olmayan ama af gibi kapsamı geniş olan düzenlemenin adeta unutulmaya bırakılması, sürece yönelik zaten çok az olan güvenin daha da azalmasına neden oluyor ve anlamakta zorlandığım bir soğuklukla soruna bakılması, kuşkulardan beslenen yorumlara yol açıyor.

Eylül 2024’te Öcalan’ın Kandil’i bilgilendirmesi ve 2024 Ekim’inde Devlet Bahçeli’nin start verdiği, bir yıldan fazladır büyük umutlarla beklenen süreç ile alakalı söz ve söylemlerle her şeyin iyi gittiği ifade edilmesine rağmen, kardeşlik köprüsünü inşa edeceğiz denilmesine karşın ortada PKK’nin kendini feshetmesi ve Meclis Komisyonu’nun insanları dinlemesi dışında somut bir gelişme şimdiye kadar henüz oluşmadı.

Sorunu güvenlik perspektifi ile ele alma ve güvenlik radarından geçirme isteği ve arzusu, süreci zamana yayan ve bu zaman ölçeğinde toplumsal karşılığı sürekli eriyen bir fotoğraf gösterdiği için, haliyle sürece yönelik sorular da çoğalıyor.

Yasal düzenlemeler için verilen tarihlerin sürekli ertelenmesi ve yüz binlerce insanın umutla beklediği infaz düzenlemesi veya adı af olmayan ama af gibi kapsamı geniş olan düzenlemenin adeta unutulmaya bırakılması, sürece yönelik zaten çok az olan güvenin daha da azalmasına neden oluyor ve anlamakta zorlandığım bir soğuklukla soruna bakılması, kuşkulardan beslenen yorumlara yol açıyor.

Evet, kapalı kapılar ardında olup bitenler toplumun önemli bir kesimi tarafından kabul görmesine rağmen, bunu topluma izah etmekteki suskunluk hâlâ bir soru işareti olarak duruyor. Bir taraftan tarihsel bir kutuplaştırmaya son verecek bir süreç yürütülürken, diğer taraftan tarihsel arka planı olan kutuplaştırmalara hız verilmesi, sürecin ruhuna ters düşen bir durumun oluşmasına olanak sağlıyor.

Hakkını teslim etmek gerekir ki devlet, güvenlik gözlüğü takarak bu alanda olabilecek en geniş olanakları kullandı ve hâlâ da kullanıyor Kamuoyuna yansıyanlar dışında neredeyse İmralı, Kandil ve Rojava arasında kırmızı ışığı olmayan bir trafik inşa etti. Gerek mektuplar, gerek yüz yüze görüşmeler, gerekse de telekonferanslarla sürecin ilk ayağı olan PKK’nin şiddetten vazgeçmesi ve kendini feshetmesi diye ifade edilen bölümünü sorunsuz bir şekilde halletmiş görünüyor.

Ama takdir edersiniz ki bu bölüm, eğer nedenlerine odaklanılmazsa uzun süre yaşayabilecek bir bölüm değil. Evet, çok önemli bir bölüm. Olmazsa olmaz bir bölüm. PKK artık yok. Ve devlet ile PKK eşgüdümle bu bölümü tamamladılar.

Böylesine ağır bir sorunu bu yol ve yöntemlerle halletmek, bizim gibi süreçleri yaşayan diğer ülkeler açısından da bir ilk. Daha değişik bir ifadeyle “nedenlerine hiç dokunmadan sonuçları çözmek”, bu sürece mahsus bir durum.

Ama işin bir “ama”sı var burada. Eğer PKK sadece Türkiye’nin bir iç meselesi olmuş olsaydı, daha doğrusu PKK İran ve Suriye’de örgütlü olmasaydı, bu “bize özgü çözüm süreci” doğru bir tarif olurdu.

Nitekim Türkiye’nin bir yıldan fazladır toplumsallaşmasından sakındığı ve sadece güvenlik gözüyle baktığı mesele, son Trump ve Şara görüşmesi ile ABD garantörlüğüne dönüşmüş vaziyette ve ısrarla kendisini Kürtlerin değil mevcut Suriye yönetiminin hamisi olarak gören Türkiye, içinde bulunduğu Kürt kaygısı ve endişesi ile sürece ana aktör olması gerekirken yan aktör pozisyonuna düşmüş durumda ne yazık ki. Belki de istenen buydu diye düşünüyorum.

Nitekim Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın çözüm süreci döneminde kullandığı dil ile son Trump–Şara görüşmesi sonrası kullandığı dil arasında dağlar kadar fark olduğu hemen belli oluyor. Sorunun ABD’ye havale edilmesi, dilinde önemli ölçüde bir rahatlamayı sağlamış gibi görünüyor.

Suriye yönetimine uzaktan bir ağabey nasihatı yapar gibi “Herkesin hak ve hukukunu koruyun” diyen bir dil var ortada. Öyle anlaşılıyor ki; sürecin ikinci ayağı Suriye’de başlayacak ve bu belli bir somutlaşma gösterdiğinde ancak Türkiye’de sürecin ikinci ayağına start verilecek

Bu belirsizlik ortamı, toplumun geniş kesimlerinde süreçten tamamen kopma riskini de beraberinde getiriyor. Ayrıca siyasi partilerin sürece dair net ve tutarlı bir duruş sergilememesi, kamuoyunun sağlıklı bilgiye erişimini zorlaştırıyor.

Toplumsal barışın sağlanması için sadece güvenlikçi yaklaşımın değil, sosyal ve kültürel politikaların da eş zamanlı devreye alınması zorunludur. Sürecin geleceğine ilişkin şeffaf bir iletişim stratejisinin oluşturulması, hem devlet hem de toplum açısından güven tazeleyecektir. Aksi halde, bugünkü kırılgan tablo ileride daha büyük sorunların kapısını aralayabilir.

- Advertisment -