1980’li yılların başlarında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde hazırlık sınıfını geçmiş havalı öğrenci havasındayken ne kadar iyi Arapça konuştuğumuzu teşhir meyanında sergilediğimiz komik diyalogların olmazsa olmaz kelimesiydi, “yekfî”… Kelimenin anlamı, “yeter, kâfi”… Bugün bu kelimeyi yine Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi bağlamında “ağlamadan sızlamadan” –hani diyorlar ya Mustafa Öztürk sürekli ağlar, ajitasyon yapar; o yüzden dedim “ağlamadan sızlamadan” diye- bir kez daha kullanmak durumundayım; ancak bu sefer akademiden ve akademisyenlikten sıtkı sıyrılmış bir halde “yekfî” diyor ve artık akademisyenliğe veda ediyorum.
Bu kararı almama sebep olan linç kampanyası ve kampanyaya konu olan videodaki konuşmamın içeriği hakkında en küçük bir açıklama yapma ihtiyacı da hissetmiyorum… Çünkü söz konusu videodaki konuşmada ne anlatmaya çalıştığımı İlahiyat camiasıyla hemen hiçbir ilişkisi olmayan insanların dahi son derece berrak şekilde anladıklarını görünce, belki kendilerini bildikleri günden beri din ve diyanetle hemdem olan kellifeli İlahiyat hocalarının dahi “Mustafa Öztürk Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu inkâr etti” şeklindeki tezvirat ve linç kampanyasına alkışla tempo tutup destek çıkması meselenin “anlama/anlamama” sorunu olmadığını göstermektedir. Bahse konu videodaki konuşmada ne anlattığımı anlama hususunda çok çarpıcı bir örnek olarak, “Mustafa Öztürk ve Gelinen Sosyolojik Ortam” başlıklı kısa youtube videosunu izlemek ve “Adam Allah’ın yüceliğini anlatmaya çalışırken -haşa- O’na hakaret etti tezviratıyla linç edildi” şeklindeki gerçeği bu kısa videodan bile görmek kâfidir. Bu sebeple, bu saatten sonra Kur’an vahyinin mahiyeti hakkında söylenecek her şey benim açımdan kesinlikle zaittir.
Bununla birlikte, linç kampanyasına konu olan videodaki konuşmam sırasında karşımdaki bazı zevatın “nato kafa nato mermer” denebilecek tarzda ve aynı zamanda kışkırtıcı şekilde itirazda diretmelerinden dolayı adeta çileden çıkıp meramımı konunun mehabetine yakışmayacak bir üslupla anlatma hatamı kabulleniyorum; fakat sonuçta ben de bir insanım kışkırtmalar karşısında ben de dil ve üslup muvazenemi kaybedebilirim. Her neyse, bu bahsi burada kapatıyorum ve “harç bitti yapı paydos” deyip sahneden çekiliyorum. Zira din alanındaki örgütlü mafyatik yapılarla tek başıma mücadele edecek gücüm yok benim. Ayrıca bu alandaki korkunç kirlilik ve müptezellik en azından ruhumda ve kalbimde kendi özgün saflığıyla muhafaza etmeye çalıştığım kutsallara da sirayet etmesin, istiyorum. Bu yüzden hem kurumsal din âlemini hem linç kampanyası düzenleyen din çetelerini ve hem de selden kütük kapmak istercesine bu çetelere destek veren akademisyenleri hafızamdan silmek ve geçmişe dair hiçbir şey hatırlamak dahi istemiyorum. Zira hem iç dünyamdaki maneviyata halel gelmesin ve hem de bundan sonra tez metinlerini düzeltmeye harcayacağım enerji belki bir süre yaşanacak kırgınlık döneminden sonra tekrar başlayacağım ilmî çalışmalara harcansın istiyorum.
Badecilik, çocuk tecavüzcülüğü, yanmaz kefen satıcılığı, peygamber terlikçiliği gibi rezilliklerle gündeme gelen karikatür gibi tiplerin linçe uğramak şöyle dursun, sayısız insan tarafından kellifelli şeyh/mürşid muamelesi görüp sahih Ehl-i Sünnet akidesinin en güvenilir temsilcisi olarak takip edildiği bu memlekette yapılacak en doğru şey, “sağlığı, özellikle de ruh sağlığını korumak”tan başka bir şey değildir. Ayrıca son birkaç gündür sosyal medya mecralarında “Mustafa Öztürk’e ölüm” naralarının atıldığı bir vasatta, kahramanlığa soyunmak aptallıktan başka bir şey değildir. Bizi şahsen tanıyanlar iyi tanır; bilhassa 17/25 Aralık sürecinde cümle âlem korkudan sağa sola sıvıştığında, yarın neyle karşılaşırım diye bir saniye bile düşünmeden “Haşhaşiler” diye daldığım az çok hatırlanırsa, ölüm kokusuyla pek alakam olmadığı anlaşılır. Kaldı ki her ne kadar paradoksal, hatta oksimoron bir söz gibi görünse de “insanı ölümden eceli korur…”
Sonuç olarak, bugün bu ülkede fikir, ilim ve akademik özgürlük adına deniz bitmiştir. Artık iyice anlaşıldı ki İlahiyat Fakültesi, dinî alanla ilgili farklı fikirler ve görüşlerin müzakere edilebildiği bir ortam değil, belli bir mezhep ve meşrebe göre sahih sayılan itikadi sistemin dogmatik şekilde ezberletildiği, dolayısıyla farklı görüş beyanlarına ilişkin hemen her girişimin “heretik” diye etiketlenip aforoz edildiği bir müessesedir. Bu yüzden, artık deniz bitmiştir.
Yazının tamamını okumak için: