Bir ABD başkan adayı düşünün… İçine, her birini yüzde 60’ın üzerinde oyla kazandığı 6 seçim zaferiyle 34 yıl kesintisiz sürmüş bir ABD Senatörlüğü, neredeyse dünyada şahsen tanışmadığı ülke lideri kalmamasını sağlayan senato dış ilişkiler komite başkanlığı, onu ABD ulusal sahnesine taşıyan üç ABD başkan adaylığı ve nihayetinde 8 yıl süren ABD başkan yardımcılığı sığdırdırdığı 50 yıllık bir politik yaşama sahip. Ama yarım yüzyıllık bu son derece görkemli siyasi hayatına rağmen, şahsına bağlı bir kitlesi, küçük bir takipçi grubu bile yok. Hatta “liderim olmadan asla” diyecek tek bir tutkulu hayranı yok. Medyada, ne yaparsa yapsın alkışlayacak gazetecileri yok. Aksine ona oy verecek gazetecilerin çoğunun bile eleştirmekten zaman zaman çekinmedikleri bir isim.
ABD’nin iki büyük partisinden biri olan Demokrat Parti, işte bu kişiyi, Joe Biden’ı 2020 başkan adayı olarak gösterdi. Biden’ın adaylığının kesinleşmesinden beri aylardır, bir çok Demokrat Partilinin bile ağzından, ‘lider karizması yok’, ‘kitleleri hitabetiyle coşturmuyor’, ‘mitingleri çok ruhsuz, adeta konferans gibi’, ‘baskın karakterli bir lider değil’, ‘rakibine karşı çok halim selim, çok kibar kalıyor’, ‘kitlelerde ülkeyi kurtaracak kişi olduğu heyecanı uyandırmıyor’, ‘coşku yaratmıyor’ gibi endişeler dinliyoruz, okuyoruz.
Peki bütün bu endişeler, aslında Joe Biden’ın değil, sağ veya sol farketmez politik kesimlerin politika algısının ne kadar yanlış güzergahta olduğunun göstergeleri olabilir mi?
Günümüzde siyasette en fazla değer verilen şeyden, yani bütün bu liderlik karizması ve kurtarıcı kahraman profilinden yoksun olması, aslında eksiklik ve kusur olmak bir yana Joe Biden’ı, belki de son yarım yüzyılın en değerli ABD başkan adayı yapan özellikleri. Biden’ın şahsı hakkında aşırı iddialı olmayan, etik ve centilmenlik kurallarına saygılı uygar aday profili, belki de, Amerikan demokrasisinin de, Macaristan, Hindistan, Venezuela, Polonya, Rusya gibi ülkelerin son yıllarda yaşamakta olduğu girdaba yuvarlanması arasındaki tek şey.
ABD’nin kurucu babaları da, ‘başkanlık’ müessesini oluşturduklarında aslında hayallerinde Joe Biden gibi başkanlar vardı. ABD’nin son başkanında vücut bulan ‘her türlü yasadan, etik kuraldan üstün seçilmiş kral’ değil, başkanlık teamüllerini başlatan ilk başkanda vücut bulan ‘cumhuriyetçi’ başkanlıktı kurucuların hayali.
Birinci başkan George Washington, aday olmadığı halde seçilmesi üzerine gönülsüz olarak çiftliğinden çıkıp dönemin başkenti New York’a geldiğinde yüklendiği gücün anlamına çok vakıftı. O günlerde James Madison’a yazdığı bir mektupta, “Her şeyin ilkinde olduğu gibi benim başkanlığım da başkanlıkla ilgili bir çok teamülün başlatıcısı olacak. O yüzden de bu teamüllerin dürüst ilkelere dayanması konusunda çok titiz olmamız gerekir” diyecekti. Bu yüzden örneğin, kendisine, o günlerde sıkça muhatap olduğu ve monarşik geleneklerden gelen ‘Majesteleri’, ‘Haşmetmeab’, ‘Sayın Başkan Cenapları’ hitaplarını üşenmeden her defasında düzeltip, sadece ‘Sayın Başkan’ diye hitap edilmesinde ısrarcı oluyordu. Her defasında ‘ruler (hükümdar)’ değil ‘executive (idareci)’ olduğunu vurguluyordu.
Washington, başkanlığı döneminde sürekli kurumların ve uzmanların görüşlerine müracaat etti. Danışma toplantıları, kendisine oldukça muhalif isimler de barındıran kabinesi, başkanlığının belirgin özelliklerinden biri oldu. Ulusal kahraman ve ilk başkan olmasına rağmen, dönemin gazeteleri, kendisine yönelik çok sert eleştiri ve ithamlarla doluydu.
1796’da, ‘eğer başkanken ölürsem, ölene kadar başkanlık geleneği başlamasına yol açabilirim’ endişesiyle emekli olacağını duyurdu. Böylece, kendisinden sonra ABD başkanlarının en fazla iki dönem başkanlık yapması geleneğini başlattı. Ve bu kararı ile ulus devletler çağını başlatan 1648 Vestfalya Antlaşması sonrası tarihin ilk barışçıl iktidar transferini gerçekleştirmiş oldu. Modern demokrasi tarihinde ilk defa bir muktedir, gücünü kendi isteğiyle, halefine (hem de rakibi olan kişiye) devrediyordu.
George Washington, görevini devreder devretmez John Adams’a ‘Sayın Başkan’ diye hitap etmeye başladı ve bütün protokollerde Adams’ın bir adım gerisinden yürüyerek, cumhuriyette başkanlığın, bir şahsa değil, bir makama ait olduğuna vurgu yapmış oldu. John Adams da dört yıl sonra ölünceye kadar hasım kalacağı Thomas Jefferson’a aynı şekilde görevini devrederek barışçıl iktidar transferi geleneğini daha da pekiştirecekti.
ABD’nin bağımsızlık bildirgesinin yazarı ve üçüncü başkanı Thomas Jefferson, Fransız devrimi ideallerine bağlı fırkasını ‘Demokratik Cumhuriyetçi Fırka’ olarak adlandırdığında, ‘demokrasi’ sözcüğü de politik sahnede ilk kez yerini alıyordu. Karşılarında ise, Fransız devrimine mesafeli, İngiliz yanlısı, görece muhafazakar Federalist Fırka vardı. Hamilton’un liderliğindeki Federalist Fırka, 1816 seçimi ile tarihe karıştı. Sonraki 15 yılda, ABD seçim sisteminin ‘demokratikleşmesi’ süreci tamamlanacaktı.
1824 seçimine kadar başkan olanların hiçbiri bu makama doğrudan aday olmamıştı. Bağımsızlık savaşının önemli komutanlarından Andrew Jackson 1824’te kendisini başkanlığa aday ilan eden ilk isim oldu. Ancak, nihayeti tartışmalı seçimi Kongre kararıyla kaybedince Demokratik Cumhuriyetçi Fırkanın içinden Demokrat Parti grubu oluşturup, 1828 seçiminde, dönemin başkanı John Quincy Adams’a (ikinci başkan John Adams’ın oğlu) karşı yeniden aday oldu. ‘Elit başkent aristokratlarına karşı halk’ temalı kampanyası ile zafer kazandı. Başkanlığının ilk gününde Batı eyaletlerinden gelen çiftçilerin çamurlu botlarıyla Beyaz Saray’a doluşması gazetelere haber olacaktı. ABD’de, sıradan seçmenin de başkanı belirlemede rol kazandıran ilk isim olması nedeniyle kendisinden sonraki dönem Jacksonian Demokrasi diye anılıyor.
Jackson 1832 seçimi için de ‘başkanlık kurultayı’ toplayarak bir geleneği daha başlattı.
Demokratik Cumhuriyetçilerin geri kalanı ise, diğer Jackson muhalifleri ile birlikte ‘Whig Party’ adıyla örgütlenerek 1836’dan itibaren benzer şekilde kurultayla adaylarını belirlediler.
Ve politik seçimler artık, politikaların yarıştığı bir platform değil, aday olan şahıslar arası bir tür güzellike yarışmasına dönüştü. Amerikan İngilizcesinde bir makama aday olma fiilinin ‘temsil etmekten’ (stand for), ‘yarışa katılmaya’ (run) dönüşmesi de bu dönemde oldu.
Devlet adamı başkanlardan siyasi başkanlara geçiş dönemi olarak görülüyor bu dönem. Yani, karakter, eğitim, ilklere riayet ve birikimlerinin kıymet görmesiyle değil de, partiyi ve kitleleri şahsı hakkında manipüle gücüyle iktidar olmayı başaran profesyonel başkanlık dönemi. Kitlesel demokrasi, kurucu babaların öncelikle korktuğu gibi çetesel yönetimlere değil ama kitlelerin politikacılar tarafından manipüle edileceği bir düzene evrilmişti. ‘Halkın adamı Andrew Jackson’ bile aslında halkın adamı falan değildi. Washington’daki bir başka politik grubun kuklasıydı sadece.
‘Halkın görüşü’, ‘millet böyle istiyor’ gibi soyut subjektif yargılar, ilk kez bu dönemde somut gerçeklikler muamelesi görmeye başladı. Gerçekte, ‘millet böyle istiyor’ diyen, kendi şahsi isteğini, ‘halkın görüşü’ diyen, kendi şahsi görüşünü dile getiriyordu. Elbette ki halkın çoğunluğunun bu görüşle mutabık olabileceği durumlar da oluyordu ama bunun genel geçer bir gerçeklik kabulü görmesi, demokrasiyi de halkı da miyop hale getiriyordu. 20’nci yüzyılın büyük tarihçilerinden John Lukacs’ın ölmeden önce yayınladığı son kitaplardan biri olan Demokrasi ve Popülizm’de aktardığına göre ABD’nin ilk romancılarından James Fenimore Cooper, bu fenomeni çok erken dönemde fark edecekti.
Amerikan Demokratı adlı eserinde şu tespiti yapacaktı Cooper:
“Bir demokraside her çaba, bunun oluşturacağı ortamda iktidar ele geçirmek için bir kamuoyu yaratmaya dönük. Bunu sağlamak için sıklıkla uygulanan bir sanat ise, bir kişi veya konu lehinde veya aleyhinde genel bir hava olduğu fikri uyandırmak (simülasyon). Böylece çoğu insan, kendi duygularını bir kenara bırakarak, çoğunluğun düşüncesi bu zannıyla bu simülasyona meyletmeye başlıyor.”
‘Kamuoyu (public opinion)’ konseptinin de 19’ncu yüzyılda altın çağını yaşamaya başlaması tesadüf değil. Kurucu babalar, ‘public (kamusal)’ ve ‘popüler (halk çoğunluğunun görüşü)’ arasındaki çok önemli farkı bilebilecek donanımdaydı. ‘Popülarite’yi, başlıbaşına fazilet ima eden bir terim olarak görmüyorlardı. Federalist Makalelerin 10’ncusu örneğin, ‘popüler hükümet’ formunu, ‘herkesi kapsayan kamu yararını ve kendisini desteklemeyenlerin haklarını, kendi çıkarlarına ve hükmetme arzusuna kolayca kurban edebilmesine imkan sağlayan yönetim formu’ olarak tanımlıyordu. Jacksonian Demokrasi döneminde ise, ‘kamuoyu’ ve ‘popülarite’ özdeşleşmeye ve artık aynı görülmeye başlandı.
Okullar yaygınlaştıkça, gazetelerin satışlarını arttıkça daha çok insan oy kullanmaya, daha çok insan görüş sahibi olmaya başladı. Bu da, politik lidere, daha geniş kitleleri manipüle etme, daha güçlü politik hareketler yaratma olanağı doğuruyordu. Bu imkanlarla 1910’larda Amerikan demokrasisi de yeni bir evreye geçti. Artık, ‘publicty’ yani propaganda/tanıtım daha belirleyici hale geliyordu. Public Relations veya kısa adıyla P. R. (piy-ar) yani ‘Halkla İlişkiler’ konsepti ve müessesi de bu dönemde doğacaktı. Popülaritenin, tanıtımla “simule edilebileceği”, sonra da anketlerle daha da pekiştirilerek halkın algı dünyasında ‘gerçekte olmayan bir lider karakterinin’ gerçekte varmış gibi algılanabileceği bir çağ başladı.
Aynı dönemde Kongrenin gücü eridikçe, başkanın kararname, yönetmelik çıkarabileceği alanların çapı büyüdükçe, Amerikan başkanları da ‘seçilmiş kral’a dönüşüyordu. Bunun en çarpıcı göstergelerinden biri, ‘1600 Pensylvania Avenue’ adresindeki ‘Beyaz Ev’ adlı başkanlık konağının çevresiyle fiziksel ilişkisinde görülüyordu. 1920’li yıllarda ilk kez Beyaz Saray’ın etrafına çit yapıldı ama hâlâ isteyen herkesin geçebileceği açık kapıları vardı. Sonraki on yıllarda bu engel duvara ve elektrikli tellere dönüşecekti. Beyaz Saray’da görev yapan çalışan sayısı, onlarca kişiden, yüzlerce kişiye çıkacaktı.
1950’lerde önseçimlerin, 1960’larda televizyon açık oturumlarının getirdiği popülarite ile Amerikan başkanı, kamusal yaşamın merkezine yerleşti. Amerikan halkı, ABD tarihinde hiç olmadığı kadar, başkanların kişiliğine, öyküsüne, haberlerine ilgi duymaya başladı. İronik şekilde bir başkanı gerçekten tanımanın en zor olduğu dönem de bu oldu.
Bu yüzden de imaj artık her şeydi. Bir çok iletişim uzmanı ve tarihçinin de dikkat çektiği gibi, ABD’nin George Washington ile beraber en önemli başkanı olarak görülen Abraham Lincoln, yakışıklı görülmeyen bir çehreye ve fiziksel özelliklere sahip olduğu için eğer 20’nci yüzyılda aday olsaydı önseçim bile kazanamazdı. 1920’lerin başında geçirdiği felçten beri yürüyemeyen Frankline Delano Roosevelt, 1932’de aday olduğunda ABD’de televizyon olsaydı büyük olasılıkla başkan seçilemeyecekti.
20’nci yüzyılın ilk yarısında, başkanların kapalı kapılar ardındaki gerçek kişiliği ile propaganda ile kamuoyuna sunulan kurgusal profili arasındaki fark büyüdükçe büyüdü. Woodrow Wilson başkanlığının son yılının tamamını felçli yatağında geçirmesine rağmen Amerikan halkının bundan haberi bile olmayacaktı örneğin. Amerikan halkı 1930’larda başkanları FDR’ın köpeğinin adını bile biliyordu. Ama başkanlarının tekerlekli sandalyeye mahkum olduğundan haberleri bile yoktu. Kennedy, Amerikan rüyasının ve mutlu aile tablosunun avatarı olarak görülüyordu. Yaşarken, kimse onun karısını önüne gelen herkesle aldatan biri olduğunu bilmiyordu henüz.
F.D. Roosevelt’in 1932’de başlayan başkanlığı, ABD başkanlığının, monarşiye en fazla yaklaştığı dönemlerden biri oldu. Roosevelt, İkinci Dünya Savaşını bahane ederek Washington’dan beri bütün başkanların uyduğu teamüle uymayarak 1940’ta üçüncü kez aday olup kazandı. 1945 yılında dördüncü döneminde ölmeseydi beşinci kez seçileceği de nerdeyse kesindi. (FRD öldükten sonra Anayasa değişikliği yapılarak iki dönem sınırı, anayasal kural haline getirildi). FDR ile birlikte artık başkanın ailesi de ‘hanedan ailesi’ gibi ilginin odağına yerleşecekti. Eleanor Roosevelt, Amerikan halkının dikkat kesildiği, haberlerini takip ettiği ilk ‘first lady’ olacaktı.
Şöhret ve tanıtım etkisinin çarpıcı göstergelerinden biri, 1950’lerden itibaren bir çok sinema oyuncusu ve televizyon karakterinin, politikaya atıldıklarında, diğer mesleklerden gelenlerden çok daha avantajlı şekilde engelleri kolayca aşıp vali veya senatör seçilebilmeleriydi. Hatta bunlardan biri 1980’de ABD başkanı seçilecekti.
Tanıtım ve propaganda, 1968 başkanlık seçimiyle yeni bir aşamaya geçecekti. Gerçekleri yansıtmaktan son derece uzak güçlü bir propagandanın gücüyle seçilmeyi başaran Richard Nixon, tanıtım ve propagandaya bütün seleflerinden daha takıntılı bir başkan oldu. Joe McGinniss’in gazetecilik klasiklerinden birine dönüşen ‘Başkanı Pazarlamak (Selling of The President)’ kitabı, 1968 kampanyasının nasıl, gerçekte olmayan bir karakteri, varmış gibi halka yansıttığını çarpıcı şekilde anlatıyor.
Tanıtımdan sorumlu yardımcıların, başkanın en yakın çalışma ekibi haline gelmesi Nixon döneminde oldu. Beyaz Saray Sözcülüğü kabine düzeyinde bir güce dönüştü. Amerikan tarihinde ilk kez açıktan ‘muhafazakar’ olduğunu söyleyerek başkan olduğu için Nixon’un seçmenleri de muhalifleri de onun muhafazakar bir ekibi olduğunu sanıyordu. Gerçekte ise, onun bu imajını çizmekle görevli Haldeman, Ehrichman ve diğerlerinin tamamı Californialı profesyonel reklamcılardı. Muhafazakarlık hiçbirinin gerçek yaşam tarzı değildi. İdeolojik bir hedefleri de yoktu. Amerikan halkının kafasında imajlar yaratmayı iyi bilen profesyonellerdi. Nixon döneminde örneğin, Beyaz Saray’ın bütün muhafızlarına süslü üniformalar giydirilerek, devlete haşmet getirildiği görüntüsü verilecekti (sonradan kaldırıldı ve yeniden takım elbiseye dönüldü).
Daha sonra, Watergate skandalı sırasında Beyaz Saray tapelerinin mahkemeye ulaştığı dönemde Nixon seçmenleri, kendilerine imajı çizilen karakter ile gerçek Nixon arasındaki farkı görmeye başlayacaktı. ‘Saygınlığın’ ve ‘şerefin’ hâlâ kısmen geçerli olduğu bir çağda Cumhuriyetçiler de desteğini çektiği için Nixon, ABD tarihinin istifa eden tek başkanı olacaktı.
Halkın zihninde halüsinatif öyküler oluşturmanın, bir insana, geniş yığınlar üzerinde iktidar kurma gücünü Afrika’da o yıllarda palazlanmaya başlamış neopatrimonyal liderler de keşfetmişti. Örneğin Nixon ile aynı dönemde iktidarda olan Uganda devlet başkanı İdi Amin. Vaat ettiği ekonomik düzelme, (hukuktan yoksun bir düzen olduğu için doğal olarak) gerçekleşmeyip halkta rahatsızlığın arttığını görünce, kitleleri büyüleyecek şovlara yönelecekti. 1975 yılının Temmuz ayında, Kampala Nil Hotelinde Afrika Birliği toplantısı katılımcı bakanlar onuruna verilen davete gelişindeki birkaç dakikalık bir poz, onu aynı gün sadece Uganda’nın değil bütün Afrika’nın ‘kahramanı’ haline getirecekti. İdi Amin, dört beyaz adamın omuzlarında taşıdığı bir tahtın üzerinde oturarak binaya giriyordu. Rudyard Kipling’in, 19’ncu yüzyılda, sömürgeciliğin, “üstün beyaz adamın dünyayı uygarlaştırma misyonunun bir gereği” olduğu temasına sahip ‘Beyaz Adamın Yükü’ şiirine atıf yapacak İdi Amin, ‘beyaz adamın yeni yükü’ esprisiyle, “Yıllarca biz beyaz adamı böyle taşıdık, artık onlar bizi böyle taşıyor” diye sunacaktı bu fotoğrafı… ‘Büyük Lider’ Amin sayesinde devran dönmüştü, artık beyaz adam siyah adamın kölesi olmuştu. Kolonyalizmden henüz çıkmış Afrika ülkelerinin, aşağılık kompleksinden muzdarip yığınlarında, bu fotoğraf karesi büyük sükse yapacaktı.
Gerçekte ise, sadece parası ödenmiş dört beyazın taşıdığı bir diktatör vardı. Kendi iktidarından başka derdi olmayan, sadece 8 yılda ailesi ve sadık çevresi ile beraber Uganda’yı yağmalayacak, 300 bine yakın Ugandalıyı ‘kaşının üstünde gözün var’, ‘bana yan baktın vatan hainisin’ kıvamında suçlamalarla öldürecek bir diktatör. Anti-kolonyalist kahraman Amin, 1977’de Kraliçe Elizabeth’in tahta çıkışının 25’nci yıldönümü kutlamalarına katılabilmek için Londra’ya rica mektupları gönderecekti örneğin. Devrilmeden hemen önce yaptığı son işlerden biri de, Galler Prensi Charles’a, Diana adlı halktan kadınla evlenmemesi için mektup yazmak olacaktı.
Bütün ‘büyük lider’ devletleri gibi, Amin Uganda’sında da devletin bütün erk ve kurumlarıyla yegane çabası, Uganda halkına hizmet değil, lideri muktedir halde tutmaktı. Ülkenin kendisi de dahil her şey lider içindi. Uganda’yı, tamamı şahsi politik kazanımları için bir şekilde savaşın eşiğine getirmediği tek bir komşu ülke bile bırakmayacaktı. Bütün dış politika liderin göreceği ilgiye göre yeniden şekilleniyordu. Örneğin, İdi Amin, ABD’nin yeni seçilen başkanı Jimmy Carter’ın dikkatini kendine çekmek için bir gece ülkedeki bütün Amerikalıları evlerinden toplayıp tutuklayacaktı. Uganda medyası, ‘hiç kimseden korkmayan lider’ övgüsüyle duyuracaktı bu kararı. Çektiği dikkat kendisi için tehlikeli boyuta ulaşınca da, hemen tutukladıklarını salıverecek ve yabancı gazetecileri ülkesine çağırarak, ‘bakın bütün Batılılar nasıl mutlu, hiçbir sorun yok’ iddiasında bulunacaktı. Tutuklamalara başladığında ABD’ye savaş meydan okumaları yapan Amin, haftalar sonra Jimmy Carter’ın, egosunu okşayan bir mektubu üzerine, kendi resmi kokteylini 4 Temmuz’a denk getirerek, ABD’nin doğum günü anısına barbekü partisine dönüştürecekti. Böylesi bir ego okşaması, o dönemde CIA başkanlığı yapan baba George Bush’un da sonradan ifade edeceği gibi, ‘bağnazlığın ezik karakterli beklentisi için yeterliydi’. Bu tür liderlerden, her türlü şeyi koparabilirdiniz. Yeter ki onlara, halklarına, ‘dünyaya meydan okuduklarını’, ‘delikanlı bir tavır takındıklarını’, ‘dünyanın büyük saygı ve hayranlığını kazandıklarını’ iddia edecekleri bir fotoğraf karesi hediye edin.
İdi Amin, Ugandalılar yoksulluktan kırılırken, 1974 başında ekonomik kriz yaşayan İngiltere’ye gıda yardımı şovu yaparak, ‘kolonici ülkeler bize muhtaç hale geldi’ halüsinasyonu oluşturacaktı. Bu kampanyadan sonra resmi ünvanını, ‘İngiltere Fatihi, Ebedi Başkan, Mareşal El Hacı İdi Amin’ olarak değiştirecek Amin’in, ‘Uganda artık İngiltere’ye gıda yardımı yapacak kadar büyük bir ülke oldu’ propagandası ile gaza getirdiği Ugandalı çiftçiler traktörler dolusu sebze ve gıdayı, “açlıktan kırılan Londralılara” gönderilmek üzere kampanyaya bağışlayacaktı. Yarım yüzyıl sonra kimse hâlâ, nihayetinde İngiltere’ye gönderilmeyen yüzlerce ton tarım ürününe ne olduğunu bilmiyor.
Afrika kıtası, koloni sonrası dönemde, Amin gibi ‘tarih kurucu büyük liderlerin’ geçit alanına dönüştü. Gerçekte, kıtanın son yarım yüzyılda yetiştirdiği tek büyük liderin, anayasal hakkı olduğu halde ikinci kez devlet başkanlığına aday olmayacak kadar liderliğe hevessiz bir isim (Mandela) olması bu açıdan çok çarpıcı.
‘Tarih yapıcı büyük lider’ konsepti, Thomas Carlyle’ın “tarih, büyük liderlerin biyografisinden başka bir şey değil” diyen ‘kahramanlar’ teorisi ile 19’ncu yüzyılda popülerleşmişti. Oysa ki tarihi, büyük ölçüde iklimden, ekonomik dinamiklere, sosyal dinamiklerden, teknolojik gelişmelere bir yığın faktör şekillendirmişti. Carlyle, şovenist bir Viktorian olmanın ve hiyerarşiye aşırı inancının neden olduğu bir perspektiften bakıyordu sadece. Bugünden bakıldığında Carlyle’ın tarihi anladığını söylemek zor olsa da, hakkını vermek lazım, bizim liderlerine tapan bir tür olduğumuzu iyi çözmüştü.
ABD’de, 1980’de seçilen Reagan ve Clinton ile başkan taraftarlığı da pekişti. Ve bir noktada artık siyasi taraftarlığın ötesine geçti. Taraftarlarının, politikacıya, ilahi görevler, mistik misyonlar yüklediği bir aşamaya vardı. George W. Bush, kendisini ‘Decider (karar verici)’ olarak adlandırmayı seviyordu. Sonradan yazacağı otobiyografisine de bu ismi verecekti. Selefleri gibi her hangi bir politikanın sözcülüğünü yapması da gerekmiyordu. Texaslı maço delikanlı pozlarıyla sergilediği profilin kendisi, bütün politikasıydı. O ve taraftarları, Bush’un başkanlığının, tanrının tarihe bir müdahalesi olduğuna inanıyordu. Konuşmalarında Mesianik bir edası vardı.
Derken Demokratlar kendi ‘tarih yapıcı liderlerini’ bulmakta gecikmedi. Barack Obama seçim konuşmalarında, başkanlığının, ‘okyanusların küresel ısınma nedeniyle yükselmesinin durmasının başlangıcı’ olacağını iddia ediyordu. Bir çok destekçisi de seçilmesini, ABD’de ırk ayrımcılığı ve ırk tartışmalarının bitişi olarak ilan ediyordu. Obama’nın sekiz yıllık başkanlığından sonra aynı ABD, tarihinin en açık ırkçı başkanını seçti. Irk tartışmaları çok daha yıkıcı ve kaotik bir boyut kazanmış durumda, okyanuslar ise yükselmeye devam ediyor.
Obama’nın karizması, entelektüel donanımı, hitabet gücü, güçlü lider karakteri, gerçeklerden kopuk bu beklentileri, kitlesi için kolayca inanılır kılıyordu. Tamamı ile tek bir adamın karizmasının dümenine bağlı kalan sekiz yıllık başkanlığı sona ererken, tanık olduğumuz şey ise, Bush devriminin tamamlayıcısından fazlaca bir şey olmadığı oldu. Tıpkı, muhalif Jefferson’un Federalist programı ikmal etmesinde, Nixon’un selefi Johnson’ın ‘Büyük Toplum’ programını kemikleştirmesinde, Bill Clinton’ın Reaganomik’i tamamlayan başkan olmasındaki ironi gibi…
Ve nihayetinde, “ABD’nin bütün sorunları sadece ben çözebilirim”, “ben istediğimi yaparım, çünkü seçim kazandım” iddiasındaki kifayetsiz bir muhterise kadar gelindi. Trump’ın yeniden başkan adayı gösterildiği Cumhuriyetçi Parti kurultayı, ilk kez bir ‘one man show’ olarak organize edildi. Sadece Trump’ın aile üyeleri ve ateşli taraftarlarının çıkabildiği mikrofonda, Trump’ın neden tarihte eşi bulunmaz bir lider olduğu, tanrının yeryüzüne ikinci gelişi olduğu gibi uçuk konuşmalar yapıldı. Sahici bir politikanın somut detayları, çok nadiren konuşmalara konu oldu. Trump’ın kampanyasının o günlerde sosyal medyada yürüttüğü iki ‘hashtag’ın #Trump4Eva (sonsuza kadar Trump), #KingTrump (Kral Trump) şeklinde olması bile, ‘liderliğe’ yüklenen anlamı göstermesi açısından çok çarpıcıydı.
Bununla beraber, bugünlerde bir çok Demokrat’ın da kolayca iddia ettiği gibi Trump, ‘başkanlığı’, başkanlık olmaktan çıkaran isim değil. Bütün bir 20’nci yüzyılda, anayasal düzende ve halkın algısında aşama aşama yaşanan bir dejenerasyonun vardığı son nokta. Yönetim tarzı, media ve hukuk nefreti, öteki antipatisi, yolsuzluğa meyli ile dünyanın dört bir yanında demokrasilerde son 10 yılda boy veren ‘tarih kurucu büyük liderler’ dalgasının da avatarı haline geldi Trump.
18’nci yüzyılda gerçekleşen ve dünyayı etkisi altına alan iki devrim, Fransız ve Amerikan devrimlerinin her ikisi de ‘anti-monarşik’ devrimlerdi. 20’nci yüzyılın ilk yarısındaki kitle hareketleri ise bundan farklıydı. Demokrasilerin ürettiği Hitler, Mussolini, Peron gibi örnekler, demokrasinin, monarşi ile, aristokrasiden bile daha uyumlu olma potansiyeline sahip olduğunu açığa çıkardı. 21’nci yüzyılın ilk çeyreğindeki Neopatrimonyal liderler dalgası da, çok güçlü bir liderin, bu lider ne kadar nitelikli ve iyi niyetli de olsa fark etmez, demokrasiye ve nihayetinde ülkesine çok ağır bir bedeli olacağını daha açık sergiliyor.
İşte Joe Biden, güçlü ve büyük liderlik iddiasından son derece uzak kişiliği ile, bu ‘kurtarıcı ve kurucu liderler’ çağına oldukça zıt bir profil. Bunu Demokrat Parti kurultayının atmosferinde bile görmek mümkündü. Kurultayda partinin bütün yelpazesi kendisine mikrofon buldu. Önseçimde kendisini en sert şekilde eleştiren ismi başkan yardımcısı adayı olarak seçti. Biden’a kamuoyu önünde de eleştirilerde de bulunan bir çok Demokrat, kendi hazırladıkları konuşmalarını yaptılar. Bunların çoğu geçmişteki veya mevcut politikalara eleştiri ve yeni çözüm önerileri ile doluydu. Biden hakkındaki övgüler bile genel olarak, ‘iyi ve duyarlı bir adam (decent and caring guy)’ şeklinde samimi mütevazı övgüleri geçmedi.
Biden’ın Kongre’yi, ‘istediği her yasayı bir gecede geçirecek bir emir eri grubu’ olarak görmeyeceği kesin. Uzlaşmayı, ılımlı olmayı, diğer parti ile diyalog içinde olmayı, kendini ve kararlarını izah etme mecburiyetini birer zaaf olarak görmüyor. İstediğiniz şekilde karikatürünü yapıp, komedi skeçlerine konu edip, medyada en ağır eleştirileri güvenle yapabileceğiniz bir karakter. Bundan dolayı, FBI, IRS gibi kurumları başınıza bela edemeyeceğinden emin olabilirsiniz. Trump’ın onu, ‘bilim insanlarını dinleyecek’ diyerek eleştirmesi, onun da ‘evet bunu aynen yapacağım’ diyerek bunu savunması, sadece bir politika farklılığı değil. ‘Liderlik’ ve ‘başkanlığa’ yüklenen anlam açısından iki zıt dünyanın sesleri.
Financial Times gazetesinden Janan Ganesh, ABD’nin, Mesianik takipçileri olan iki başkan ile geçirdiği son 12 yılın, toplumda kutuplaşma ve duygusal çatışmayı en üst düzeye çıkardığına dikkat çektiği yazısında, “Hiçbir demokrasi, bu kadar uzun süre, güçlü lider etkisinde kaldığında sağlığını koruyamaz” tespiti yapıyor.
“Temel problemimiz, Joe Biden’ın insanların içinde coşku kıvılcımı yaratacak liderlik yeteneklerinden yoksun olması değil” diye yazıyor Ganesh, “Asıl problemimiz, bizim böylesi birine ihtiyaç duyan bir ruh halinde olmamız. Politika, bütün varoluşsal kimliğimizin temeli haline gelmiş durumda. Biden’ın seçilmesi, politikayı olması gereken yere, çatışan çözüm önerilerinin hakemlik yapan bir işleyiş olduğu yere döndürme şansı verecek”.
Ganesh’in de dikkat çektiği gibi politika, ülkelerin refahını, gelecek umudunu, sosyal zenginliğini tüketen bir kuyuya dönmüş durumda. Çoğu insan için duygularını ifade ettiği ve aidiyet hissini yaşadığı tek mecra adeta. Mahalleler, komşuluklar, evlerin içi, aşklar bile politize olmuş durumda. Bu kör kuyuda da lider, savunulan ve inanılan politikaların icrası koordinatörü görülmekten çıkıp, duyguların ve aidiyetin beslediği kör sadakatin yegane objesine dönüşüyor.
Yani Joe Biden’ın güçlü ve büyük bir lider profilinden yoksunluğu, duygusal çatışma ve kitlesel halüsinasyonlardan beslenip, demokrasiyi, sosyal düzeni tüketen ‘güçlü büyük liderler’ kuyusundan radikal bir çıkış için çok önemli bir fırsat aslında.
Çünkü kuyuların birinci kanunu der ki, birinin içindeysen kazmayı bırak. Kökünü kazıdıkça sadece derinleştirirsin. Gelinen yere bakılarak kuyulardan çıkılır.
Kaynak: T24