Oral Çalışlar: 1977 yılının sonunda İpek’le (Çalışlar) Ankara’dan İstanbul’a taşındık. Günlük Aydınlık gazetesini çıkarmak işini Türkiye İşçi Köylü Partisi adına yönetimden ben üstlenmiştim. O güne kadar profesyonel sayılabilecek bir gazetecilik deneyimim yoktu.
Nuri Çolakoğlu, Çiğdem Kömürcüoğlu, Aydoğan Büyüközden, Muhittin Sirer, Servet Onay, Ragıp Duran, Doğan Yurdakul, Leyla Yurdakul, Alev Er, Alper Görmüş, Celal Üster, Gülengül Altınsay, İbrahim Altınsay, Kerem Çalışkan, Metin Göktürk, Erhan Yalvaç, Sevinç Altan, Yaprak Zihnioğlu, idarede Gürhan Ertür, Sadun Sönmez, Macit Çopur gibi çok sayıda arkadaşımızla işe koyulduk.
Mehmet Ataberk’le o zaman tanıştık. İçimizde en deneyimli olanımız oydu. Daha önce Vatan gazetesinde çalışmıştı. Aydınlık geleneğinden değildi. Gazeteciliği meslek olarak seçmişti ve bize bu sırada katılmıştı.
Hepimizden farklıydı. İşini büyük bir sükûnet içinde yapar, sesini hiçbir zaman yükseltmezdi. Bizler bağrış çağrış içinde tartışıp siyasi nutuklar atarken o sayfaya manşeti yerleştirmeye çalışırdı.
Çılgınların içinde bir sâkin insandı. Duygularını belli etmez, neye kızıp neye sevindiğini göstermezdi. Kibar adamdı. Kimseyi incitmeden söyleyeceğini söylerdi.
Nuri Çolakoğlu’yla Çin’e, Kamboçya’ya gittiler. Pol Pot’la da söyleşi yaptılar.
Eşi İnci’yle sakin bir birliktelikleri vardı; Sultanahmet’te, manzarasını unutamadığım bir evde oturuyorlardı. İnci Sultanahmet’teki Çocuk Esirgeme Kurumu yuvasında yöneticiydi. Çocukları Pınar ve Ata o hengâmenin içinde gazetenin koridorlarında koşturuyordu.
12 Eylül askeri darbesinden sonra bizler cezaevine gittik, bağlarımız koptu. O gazeteciliği bir süre daha devam ettirip bıraktı.
1994 yılıydı. Mehmet Ataberk’i Cumhuriyet gazetesinde çalışması için ikna etmek amacıyla İpek (Çalışlar) ve Aydın Engin’le ziyaretine gittik. Sanki içine kapanmış bir hali vardı. Onu ikna edemedik. Gazeteciliği bırakmıştı. Dönmek istemiyordu.
Son görüşmemiz oldu.
Bizler birlikte çalıştığımız üç yıl boyunca ondan meslekî olarak önemli dersler aldık. Asla telâşlanmaz, sükûnetini kaybetmezdi. Haber değerlendirmede usta, başlık seçerken hünerliydi.
Birikimli bir insandı. Daha mesleğe katabileceği çok şey vardı. Darbeler, altüst olan yaşamlar onu yormuştu.
Ölüm haberini aldığımızda İpek’le birlikte büyük bir üzüntü duyduk. Halil’e (Berktay) ve Alper’e (Görmüş) de söyledim. Onlar da benzer anı ve duyguları paylaşıyor.
Halil Berktay: “‘Çılgınlar içinde bir sâkin insan’ nitelemesi çok doğru. 1960’ların ve 70’lerin sol akımları içinde, bir, o fraksiyonun kendine özgü paradigmasının iç kurucuları ve ayrıntılarına vâkıf teorik muhafızları diye tarif edebileceğimiz bir sahabe kesimi mevcuttu, bir de söz konusu grup veya örgüt biraz olsun kitleselleşebildiği takdirde, o kadar ince eleyip sıkı dokumaksızın, genel duruşu ve/ya çevre ilişkileri temelinde sonradan katılan uzman meslek sahipleri ile halktan insanlar. Mehmet Ataberk bu ikinci kategoridendi. Ben de kendisini, Aydınlık’tan önceki Halkın Sesi aşamasında, aynen bu özellikleriyle tanıdım. Özetle, normal bir insandı. Böyle daha kimler geldi, kimler geçti o yılların hızla yükselen ve hızla çöken kadro örgütlerinden! Sosyalist sol biraz olsun adam olabilseydi, şiddete ve illegaliteye sürüklenip 1980 darbesine kendi kendini yıktırmasaydı, örgüt ve çatı devamlılıkları azıcık korunabilseydi, zamanla Fransız veya İtalyan Komünist Partilerinin emektar yaşlılarına benzer bir konumda olacaktı bu normal kişiler. Sağa sola savrulmaksızın, öksüz yetim kalmaksızın örgütleriyle birlikte ihtiyarlayacaklardı. Onu da idealize edecek değilim. Ama olmadı. Olamadı.”
Alper Görmüş: “1970’lerin sonunda, ülke hızla, birileri çıkıp kılıcını attığında, halkın “demokrasi, özgürlük” diye itiraz etmeye mecalinin olmayacağı bir noktaya doğru sürükleniyordu. Zaten kurgulanan da buydu: Öyle bir atmosfer oluşsun ki, insanlar kendi canlarından, çoluk çocuğunun canından başka bir şey düşünemez olsun; özgürlük tali bir mesele haline gelsin.
O günlerde ben de ülke ve toplum için yegâne doğruyu temsil ettiğine şaşmaz bir inançla bağlı küçük sol gruplardan birinin gazetesinde (Aydınlık) çalışıyordum; Mehmet Ataberk’le birlikte.
Ben Ataberk’in “bizim arkadaş” olmadığını bilmiyordum, meğer profesyonel gazeteci olarak katılmış aramıza, bunu çok sonra öğrendim. Ve işte ancak o zaman onun neden bizim iddialı fakat kof bazı başlıklarımız karşısında o garip içine kapanma tavrını benimsediğini anlayabildim. Yalnız profesyonelliği nedeniyle değil, sağduyusunu kaybetmemiş “normal” bir insan olarak gözünün önünde her gün tekrarlanan ideolojik çocukluklar belli ki canını çok sıkıyordu.
En çok bu haliyle hatırlıyorum Ataberk’i. Bir de tabii nazik, kibar halleriyle. Benim gözümde, Aydınlık’ın en önemli entelektüel simalarından Halim Spatar’la birlikte nezaketin canlı örnekleriydi ve onlardan etrafımızda çok fazla örnek yoktu.
12 Eylül darbesinden birkaç yıl sonra köşesine çekildi. O yıllarda birkaç kez ziyaretine gitmiştim. Onlardan birinde, Nuri Çolakoğlu’yla birlikte uzun bir süre geçirdiği Kamboçya’daki ‘sosyalizm’ uygulamalarını öven bir kitap yazmış olmaktan duyduğu pişmanlığı anlatmıştı. Daha sonra ortaya çıkan ve ziyaret sırasında kendilerinden ustalıkla gizlenen korkunç gerçekler onda ciddi bir rahatsızlık yaratmıştı.
Bilmiyorum, belki de bir daha toplumu etkileyecek bir faaliyet içinde olmamasının, kendisini geri çekmesinin nedenlerinden biri de budur.
Şahane bir adamdın, güle güle Mehmet Ataberk.