Markar Esayan, 1969’da Çerkes bir annenin ve Ermeni bir babanın çocuğu olarak dünyaya geliyor. Zor bir varoluş mu, o dönem için?
Annem ve babamın birlikteliklerinin tek kelimeyle karşılığı: Aşk. Babam Sivaslı. 1915’te büyük yıkım yaşayan ama hayatta kalan, 1929’da can güvenliği için İstanbul’a göç eden bir ailenin oğlu. İstanbul’a geldikleri gün babam doğuyor. Büyükbabam, Sivas’taki bir Ermeni köyü olan Tavra’nın ağası ve çok zenginmiş. Atatürk, Sivas Kongresi’nde de onun Müslüman ortağı Halis Bey’in evinde kalıyor. Daha sonra Şapka Devrimi’nde Halis Bey idam ediliyor. Dedem de ‘Sıra bana geldi.’ diye, varlığını alıp Ermenistan’a gidiyor. Ancak orada, abisinin karısı, büyükbabamı Bolşeviklere ihbar ediyor. Büyükbabam, Anadolu’daki bütün Ermeniler gibi çok dindar birisi. Her sabah secdeye durmadan ağzından kelime çıkmıyor. O sırada Bolşevikler var ve dinini yaşamak yasak.
Hangi tarihe denk geliyor bu olaylar?
1927-1928 arası… Ev baskına uğruyor, bütün mallara el konuluyor. Sınır dışı ediliyorlar. Büyükbabam, doğurmak üzere olan babaannem için özel bir vagon kiralıyor ve Tiflis üzerinden İstanbul’a geliyorlar. Dedem, aynı ‘Züğürt Ağa’ gibi… Sivas’ta kalan eşyalarını satmaya gidiyor. Saf da bir adam. Ticaret bilmiyor. Harbiye’de açtığı kahvehaneyi batırıyor. En sonunda kapıcılığa kadar düşüyor. Babam 6 yaşındayken büyükbabam ölüyor.
Annenizin hikâyesi ne?
Annem, Kütahya Tavşanlı doğumlu. 4-5 yaşlarında babasını kaybediyor. Anneannem 3 çocukla kalıyor. Bir doktorun muayenehanesine temizliğe gidiyor, annemi de götürüyor. Doktor, zengin bir ailenin çocuğu. Köşkte yaşıyorlar. Annesi bir gün İstanbul’dan geliyor ve bakıyor ki anneannem sersefil bir halde. “Bu çocuğu bize evlatlık ver. Bari bu kurtulsun.” diyor.
Kabul ediyor mu?
Kabul ediyor. Annem Göztepe’deki konağa yerleşiyor. Ama arada bir sığıntı muamelesi görüyor.
Külkedisi gibi…
Aynen öyle. Bir nevi hizmetçilik yapıyor. Üvey kardeşleri, annemi kabul etmiyor, şiddet uyguluyorlar. Annem bir an önce o evden kurtulmak için 16 yaşında evleniyor. 17 yaşında Nergis ablam doğuyor. Sonra, anlaşamıyorlar. Annem ayrılır ayrılmaz, kızını da yanına alıp bir işe giriyor, sekreterlik yapıyor. Orada tanıştığı bir arkadaşının evine yerleşiyor, Dolapdere’de. Babamın dükkânı da, onların evlerinin yanında.
Babanızla burada mı tanışıyorlar?
Babam, 3-4 metrekare bir dükkanda kundura ustalığı yapıyor. Dükkâna gidip gelirken tanışıyorlar. Babam da iki evlilik yapmış ve üç çocuğu var. İkinci eşi, boşanmak istemiyor ama fiilen ayrılmışlar. İkisi bir araya geliyor ve Şişhane’de ev tutuyor. 1969’ta ben, 1973’te kız kardeşim Sima dünyaya geliyor. Babam işlerini genişletiyor bu arada. Fakirlikten gelen hırsla, hayata yapışıyor. Türkiye’de taksitle mal satan ilk tüccarlardan biridir babam.
Taksitli satış yapmayı nereden öğrenmiş?
Kendisi keşfetmiş. Araştırmıştı, Ankara’da ve İstanbul Beşiktaş’ta bunu uygulayan iki kişi daha varmış. Böylece işini çok genişletti. Beyaz eşya ve tüp gaz bayisi açtı. Fakirlikten getirdiği acıları unutmadığından hayır işlerine girdi. Herkes babasıyla gurur duyar ama o benim için çok özeldir. Dükkânımız banka gibiydi. Her ayın başında, yaşlılar dükkâna gelip babamdan maaş alırdı. Vakıf gibi… Kimin başı sıkışsa, din, ırk farkı gözetmeksizin yanında olurdu. Paraya sıkışan olur, “Aram ustaya git, halleder.” derler. Sadece benim bildiğim 400’den fazla çifti evlendirdi.
Çerkes bir anne ve Ermeni bir babanın kurduğu aileye, akrabalarının tepkisi ne oldu?
Uzun süre akrabasız büyüdük! 1915’in acısını taze tutan baba tarafım, Müslüman ve Türk bir kadınla evlendiği için babama cephe aldı. Halam bu konuda çok sertti. Amcam sonradan yumuşadı. 13-14 yaşımda amcamı ilk defa gördüm. Amcam geldi, annemi onore etti. Sonra hep annemi korudu.
Anneniz nasıl davranıyor bu durum karşısında?
Annem, kendisini her zaman geride tuttu. Patrik Şnork Kalusyan’ın sağ koluydu. 70’ler ASALA terörünün olduğu yıllar… Gözetim altındayız. Babam yürekliydi. Halıcıoğlu’ndaki Ermeni Mezarlığı 70’li yıllarda işgal altındaydı. 18 gecekondu vardı üstünde, mezarlık diye bir şey kalmamıştı. Patrik, babamdan orayı kurtarmasını istemişti. Babam, o 18 gecekonduyu yıktırıp, toprağın altında kalan mezar taşlarını tek tek bulmuş. Etrafını duvarla çevirip, bugünkü hale getirdi.
Babanız annenizin dinine karışmamış mı?
Babam, cemaatin gözbebeği; eşi Müslüman. Dedikoduların arkası kesilmiyordu. Annem bir gün teklif etmiş babama: “İstersen Hıristiyan olayım.” Annem, teklife babamın öfkeden köpürdüğünü söylemişti. “Ben seni olduğun gibi sevdim. Bunlardan mı korkacağım?” diyerek, kabul etmemiş.
Ya halanız ne yapıyor bu sırada?
Babam öldüğünde bile cenazesine gelmedi. Babama acayip düşkündü oysa. Babam öldükten sonra Yedikule Ermeni Hastanesi’nden telefon geldi: “Halanız sizinle görüşmek istiyor.” Ertesi gün, ilk romanım ‘Şimdinin Dar Odası’nı da aldım ve çiçek yaptırıp gittim. Yıllarca annen için kötü laflar söylenmiş, kırılmışsın. Ama bir yandan da halanın zamanının az olduğunu biliyorsun. Sağlıklı gözüküyordu. Çiçeği ve kitabı verdim. Benimle ve kardeşimle gurur duyduğunu, her şeyimizi izlediğini, annemin çok hakikatli bir kadın olduğunu söyledi.
Neden böyle davrandığını sordunuz mu?
Bizi sevgisinden neden uzak tuttuğunu sordum. “Türklerle işim olmaz. Çünkü milletimin geleceğini yok ettiler. Ama annen bulunmaz bir kadın. Onun ne kadar iyi olduğunu sonradan gördüm.” dedi. Anneme selam söyleyip hakkını helal etmesini istedi. İki gün sonra öldü. Bunu kuzenime anlattım. Halamın oturup konuşamayacak kadar ağır olduğunu söyledi ve bana inanmadı. Kadın, bütün gücünü o yüzleşme için toplamış.
Bu olaydan nasıl bir anlam çıkardınız?
Ölülerinin yasını doğru dürüst çekmezsen, bir hayalet olup sürekli seni izliyor. Sadece Ermeniler değil, Çerkesler de 1864’te Rus kıyımından Osmanlı’ya sığındılar. ‘Sentetik tarih anlayışı’ yüzünden, Türkiye’de bu acıların üzerini kapattık. 1915’in müsebbiplerinin, İttihat ve Terakki’nin Cumhuriyet’in kuruluşunda da yer alıp TSK’nın temelini oluşturması, 1915’in reddiyesini getirdi. Bu acılar, kıymet görmesi gereken yerde, kendi ülkelerinde, Türkiye’de kıymet görmedi. ABD Kongresi’nden geçmiş, anmalar yapılmış beni ilgilendirmiyor. Ermeniler, bu ülkenin, en az dört bin yıllık insanları ve Osmanlı’nın millet-i sâdıkâsıydı. Bu acı, saygı görmezse, dünyanın hiçbir yerlerinde Ermeniler rahat etmeyecek.
Hrant Dink’in öldürülmesi, bu acının fark edilişi için bir sebep oldu mu?
Kesinlikle. O diyordu ya: “İki halk da hastalanmış. Ama Ermeni’nin doktoru Türk. Türk’ün doktoru Ermeni.” Ben, bir arkadaşımın beni anladığını ve üzgün olduğunu söylediğinde, hissettiğim şeyi anlatamam. O bir şifa. Doğduğum yerde acımın hakarete uğramadığını gördüğüm an yasımı tutup ağlamaya başlıyorum. İncil’de bir ayet vardır: “Hardal tanesi yere düşüp ölmezse, ürün vermez. Ölürse, bol ürün verir.” Tohumun yere düşüp çatlaması, onun ölümü ve ürün vermesidir. Maalesef bazen insanların aklının başına gelmesi için böyle acılar yaşıyoruz. Hrant’ın en sevdiği meyve, nardı. Oturmuş, tanelerini saymış. Hrant bir nardı. Şeytani akılları, bunu göremedi. Hrant yere düştü, binlerce oldu. Bunu tahmin edebilselerdi, Hrant’ı öldürmezlerdi. 1915’te bir kaza olmuştur ve o kara kutu kayıp. O kara kutuyu bulup açtığımız anda, oradaki heyulada kurtulacağız. Bu işin aslında hepimize zarar verdiğini, bunları Türklerin yapmadığını, bir müsebbibi olduğunu göreceğiz ve bu abuk sabuk üstlenişten vazgeçeceğiz.
Babamın adına hakkını helal ettim
Ben de uzun yıllar ticaret yaptım. Artık Kurtuluş’a çıkmıştık. Aynı işin daha küçüğünü yapıyorum. Babam 92-93 yıllarında kardeşini kaybetti, iflas etti derken felç geçirdi ve 95 Kasım’ında yitirdik. 96 yılıydı, içeriye birisi girdi. Kasketli, köylü giyimli, orta yaşlı bir adamdı. “Ben Aram Usta’yı arıyorum.” dedi. Öldüğünü de söylemek istemiyorum. Acısı tazeydi. “Oğluyum, bana anlatın.” dememe rağmen görüşmekte ısrar etti.
Vefat ettiğini söyleyince, adam olduğu yere çöktü. Anlatmaya başladı: “Yıllar evvel babanın yanında çalışıyordum. Sivaslıyım, aileme bakacak halim kalmadı ve İstanbul’a geldim. Babanın semtine düştüm. Dediler ki, ‘Aram Usta’yı bul. Sana yardımcı olur.’ Babanı buldum, derdimi anlattım: ‘Üç çocuğum var. Açız. Bunun için gurbete çıktım.’ Baban beni hemen işe aldı. Tüp reyonunda çalışmaya başladım. Bana bekâr evi tuttu. Evi döşedi. Hiçbir masrafım yoktu, aldığımı memlekete gönderiyordum. Tüp bölümündeki usta, tüplerden çalıyordu. Ben oraya gelince, işleri bozuldu. Beni de bu hırsızlığa ortak etmek istedi. ‘Bu adam beni sokaktan topladı. Aileme onun sayesinde bakıyorum. Hayatta yapamam.’ dedim. Beni köşeye sıkıştırıp, hırpaladı. Suçu üzerime atacaklardı. Kabul ettim. Ben hata yaptıkça, baban daha bonkör davrandı. Bunu vicdanım kaldıramadı. Babana, ‘Memlekete dönüyorum. Ailemi çok özledim.’ dedim. Baban, ‘Daha büyük bir ev tutalım, aileni buraya getir.’ dedi. Ben ısrar edince, ‘Ne zaman başın sıkışırsa gel. Burada işin hazır.’ dedi. Aradan 30 yıl geçti. İki yakam bir araya gelmedi. Bir gün toksak, ertesi gün açız.”
Bunca yıl niye gelmediğini, bunları anlatması halinde babamın anlayışla karşılayacağını söyledim. Gelecek yol parası bulamamış. “Abim öldü, İstanbul’da. Bana borçla bilet parası gönderdiler. Onun cenazesine gelmişken, buraya koştum.” dedi. Bir kâğıt çıkarttı. Çaldığı bütün malları yazmış, değerini hesaplamış. Cebinden hepsinin parasını çıkardı. Mahvoldum. “Bu parayı almam.” dedim, ama o ısrarcıydı. Cebelleştik. Sonunda dedim ki: “Köyüne dön. Orada babam için bir ‘can yemeği’ ver, mevlit okut. Paran yeterse, fakirlere para ver. Birkaç çocuğun da üstünü giydir. Bunları babamın adını zikrederek yap. Onun adına hakkımı helal ediyorum.” Eminim de yapmıştır.