Doğduğumdan beri iki defa Amerika Birleşik Devletleri göçmek durumunda kaldım. Bir kez çocukken, Irak’ın Kuveyt’i işgalinden sonra, bir kez de yüksek lisans eğitimim için. Gençliğimi (hatta buna ergenlik ve genç yetişkinlik dönemi de diyebiliriz) Filistinli olmanın epeyce yaygın olduğu ülkelerde geçirme ayrıcalığına sahip olmuştum. Bu kimlik benim için ağır olabilirdi, lakin tartışmalı bir kimlik değildi. Şimdi olduğu gibi Filistinli bir yetişkin olmanın doğurduğu “saygınlık siyasetinin” dinamiklerini öğrenmek zorunda kalmamıştım. O zamanlar bunu kendiliğinden ve çabucak kapmıştım.
Dünya siyasetinde Filistin’e biçilmiş yegâne görev: Kabul edilebilir, makul ve hoşa giden bir devlet olmak ile doğrudan mahkûm edilmek ve kınanmaktan başka bir şey değildir.
Filistin vatandaşlarının görevi ise son iki haftada gördüğümüz üzere dünya kamuoyunun empati ve şefkatini kazanabilmek adına onların zevklerine hitap etmekten ibarettir. Veya buna söz konusu empati ve şefkat arayışının hak edildiğini bir şekilde ‘kanıtlama’ görevi de diyebiliriz.
Geçtiğimiz birkaç hafta boyunca, Filistinli aktivistlerin, avukatların, profesörlerin, tamamen susturulmasalar bile, canlı yayında tuzağa düşürüldüklerini ve sözlerinin sürekli kesildiğini seyrettim. Göstermelik yayın süreleri ve adil haber gibi kavramların göz boyayıcı ilkeleri adına ve medyanın sorumluluğunu üstünden atmaya çalışmasını meşrulaştırmak adına ‘konuşmaya’ zorlanıyorlardı.
Güya bu muhabirlere işlerinin en temel amacını yerine getirmeleri için yalvarıyorlar. Fakat medya bir yandan da, canlarını kurtarmaya çalışan, bombalardan kaçan Filistinlileri yanlış biçimlerde tasvir ediyor. Saldırı altındayken bile, “insan” olduklarını onamak için başka halklar gibi sunulmaları, diğer halklarla karşılaştırılmaları, insan statüsü kazandırılmaları gerekiyor ki Filistinlilerin de diğer herkes gibi insan oldukları algılanabilsin.
Bu insanlar öldüklerinde bile rahat edemiyorlar; şu anda Filistin halkı toplu mezarlara ya da ölüleri gömecek başka yerler için yeniden açılan eski mezarlara gömülüyorlar ve daha da acısı Filistinli insanların bedenlerini gömecek yeterli yer hala bulunamıyor.
Bu da yetmezmiş gibi, Filistinlilerin katledilmesi çoğu zaman tarih dışı ve gerçeklikten kopuk bir şekilde sunuluyor: Filistin’e düşen ve insanları öldüren füzeler, işgale veya politikaya atfedilmiyor. Filistinliler ölüleri için merhamet görmek istiyorlarsa önce masumiyetlerini kanıtlamaları gerekiyor.
Filistin’in kınanması ile ilgili asıl sorun şudur: Bu kınamalara eşlik eden soruların sessiz ve sinsi ton! Aksi kanıtlanana kadar Filistinlilerin şiddete başvurduğu dolayısıyla da şiddeti hak ettiği düşünülüyor. Bu yüzden Filistinlilerin ölümleri de aksi ispat edilene kadar savunulabilir bir şey. Bir Filistinlinin, güya kendi kendini tahkik eden ve sonrasında da itham edildiği insanlık suçlarından kendini aklayan bir mekanizmaya karşı söz hakkı olabilir mi? Temsilcileri Filistinlilerden “insan hayvanlar” ve “vahşi hayvanlar” olarak bahseden bir hükümete karşı bir Filistinli ne söyleyebilir? İyi giyimli bir adam yüzsüzce ve fütursuzca Filistin halkı diye bir şey olmadığını söyleyebiliyorsa bunun karşısında söylenecek bir şey var mıdır?
Elbette bu son derece etkili bir strateji. Katledilen Filistinliler hatalıysa, yıllardır sessizce ve etkili bir şekilde, medya-siyaset ikilisi tarafından bir canavar gibi gösterilmişse, bir katliam artık katliam değildir, katliamdan sayılmaz.
Hiç kimsenin sivil olarak kabul edilmediği bir yerde, hiç kimse düşen bombaların kurbanı olamaz.
2017 yılında Filistinli bir aileyi konu alan bir roman yayınladım. Saygın bir yayınevi tarafından basıldı, basında çok güzel yer aldı. Bir kitap turu düzenlendi. Panellerde, kitap kulüplerinde konuştum. Kitapla ilgili soruları yanıtlıyordum. Sürekli ortaya çıkan bir nakarat vardı. İnsanlar hikâyenin ne kadar insani olduğunu söyleyip duruyorlardı. Çatışmayı insanileştirmişsiniz, bu insani bir hikâye diyorlardı.
Elbette edebiyat ve sanat, empati yeteneğimizi geliştirerek ve başka dünyalara göz atmamızı sağlayarak bağlam sağlamada epey önemli bir rol oynuyor. Fakat ne zaman Filistinlileri insanlaştırdığım söylense, aklıma gelen soruyu bastırmak zorunda kalıyordum: Filistinliler daha önce neydiler ki şimdi insanlaştılar?
Birkaç hafta önce, profesyonel bir ortamda, birisi Filistinlilere isimleriyle hitap etti ve yetmiş yıllık ıstıraplarından bahsetti. Düzinelerce iş arkadaşımın arasında otururken dudağımın titrediğini fark ettim. Daha ne olduğunu anlamadan ağlamaya başlamıştım. Odadan kaçtım ve hıçkırıklarımı durdurabilmek 10 dakika sürdü. Tepkimin nedenini hemen anlayamadım. Yıllar boyunca, Filistinlilerin isimsiz kaldığı ya da sadece terörist olarak anıldığı toplantılar, sınıflar ve diğer kurumsal alanlarla karşılaşmıştım.
İnsanların Filistin’den bahsettikleri için sosyal statü, üniversite kadroları, gazetecilik pozisyonları gibi her türlü şeyi kaybettikleri bir ülkede artık profesyonel olduğum bir yaşa gelmiştim. Fakat sonunda, sessizlik ya da yok sayılma yüzünden değil, empati ile yıkıldım. Halkımın basitçe adlandırılmasıyla… Özgürleşmenin bir parçası olan insanlar tarafından kabul görme ve tanınma tarafından… Filistin-Yahudi dayanışma alanları tarafından… Günümüzde tartışmalı hale gelen şeyle: Filistinlilerin acılarının yüksek sesle dile getirilmesiyle…
Bugünlerde herkes çocuklar hakkında yazmaya çalışıyor. Akıl almaz sayıda çocuk öldü ve sayıları giderek artıyor. Geceleri ayaktayız, telefonlarımızın titreyen ışığını tarıyor, bir çocuğun çocuk olduğunu kanıtlayacak metaforu, videoyu, fotoğrafı bulmaya çalışıyoruz. Bu dayanılmaz bir görev.
Soruyoruz: Sonunda bir şeyleri değiştirecek görüntü bu mu olacak? Çatıdaki bu “yarı-çocuk” mu bir şeyleri değiştirmiş olacak? Ya da belki Al Jazeera tarafından yeniden yayınlanan bir videoda, teselli bulamayan annesinin ölüsünü arayan bir kız çocuğu bunu yapacak?
Bu kız çocuğu ölüler arasında annesinin cesedini tanıyor gibi görünüyor, sonrasında “Bu o, bu o” diye bağırıyor. “Yemin ederim bu o. Annem. Onu saçından tanıdım.”
Bir yazardan alıntılayacak olursak: Analojiler bulmaya çalışmanın sıkıcılığı gibisi yoktur. Dayanışmayı kazanmaya çalışmanın aşağılayıcı bir yanı vardır. Amerikalı izleyicilerin ilgisini çekmeye çalışan görsel verilere umutsuzlukla seyrediyorum.
Manhattan nüfusunun büyük bir kısmına 24 saat içinde tahliye edilmesinin söylendiğini varsayalım. Amerikan Başkanının NBC’ye çıkıp herkesin, hem de herkesin burayı terk edeceğini söylediğini hayal edin…
Fakat bakın!!! İşte Akdeniz’in kıyısında bir şerit. Burası Gazze. Philadelphia ile hemen hemen aynı büyüklükte. Veya Las Vegas’ın tüm nüfusunun üç misli.
Sürekli olarak trajedilerin ve vahşetlerin yerel dilinde konuşmak zorunda olmak moral bozucu bir iş: “Bakın, bakın. Hatırlıyor musunuz? Sonunda kabul edilemez olduğu anlaşılan o acıları hatırlıyor musunuz? Sizin için göstereyim. Size buradaki ‘orantıyı’ göstereyim. Öfkenizi kazanmama izin verin lütfen. O yoksa, hafızanızı kazanmama izin ver. Lütfen…”
Herhangi bir çocuğun öldürülmesini, herhangi bir sivilin katledilmesini kınamakta bir an bile tereddüt etmiyorum. Bu dünyadaki en kolay taleptir.
Ve buna rağmen değil, bundan dolayı söylüyorum ki: Bedenlerin vahşice öldürülmesini kınayın. Evet kınayın! Cinayeti kınayın! Şiddeti, hapsedilmeyi, her türlü baskıyı kınayın. Ancak eğer şokunuz ve üzüntünüz sadece vahşice öldürülmüş bazı bedenleri gördüğünüzde ortaya çıkıyorsa? Filistinli insanlar kuşatılıp öldürüldüğünde, kaçırıldığında ve hapsedildiğinde sesiniz çıkmıyorsa; o halde kendinize hangi vahşetin sizin için usulca, hatta bilinçaltında bile olsa, kabul edilebilir olduğunu ve hangisinin olmadığını sormanız gerekli!
Tutarsızlığın adını koyun ve bu tutarsızlığı kabul edin artık. Eğer hakkaniyetli olamıyorsanız, dürüst olun!
Özgürlük talebinin karmaşık bir tarafı yoktur. Filistinliler de eşit hakları, kaynaklara eşit erişimi, adil seçimlere erişimi ve daha fazlasını hak ediyor. Eğer bunlar sizi huzursuz ediyorsa, o zaman kendinize huzursuzluğunuzun nedenini sormalısınız.
Diasporanın öznesi olmuş Filistinlilerin gerçeği şudur: Filistinliler birden sihirli bir şekilde diasporik hale gelmediler. Filistin Diasporası genellikle şiddetli, kasıtlı ve yasadışı mülksüzleştirmenin doğrudan bir sonucudur.
Eviniz sizindir; ertesi günse değildir. Mahalleniz o güne kadar size aittir; bir gün bakmışsınız artık sizin değil. Bölgeniz sizindir; bir gün geçer artık başkalarının olur. Bu tür bir mülksüzleştirme, Gazze’de yaşananlarla aynı zihniyete ve uluslararası suç ortaklığına dayanmaktadır.
Ben bir şairim, aynı zamanda da bir yazar ve bir psikoloğum. Dilin önemini çok iyi bilirim. Bir kısa çizgi için acı bile çekmişliğim vardır. Öğleden sonralarımı bir fiilin uygunluğu hakkında mırıldanarak geçirirdim. Dile özellikle dikkat ederim, kendiminkine ve başkalarınınkine.
Yaşadığım ülkede (esasında pek çok ülkede) Filistinli olmak, hangi arkadaşlarınızın (örneğin iş arkadaşları ya da tanıdıklarınız) müttefikiniz olacağını hangilerinin olmayacağını, ya da hangilerinin sessiz kalıp hangilerinin konuşacağını anlamak konusunda kurduğunuz denge mekanizmalarını tartmak için yaptığınız ve sizi yavaşça uyuşturan bir egzersiz gibidir.
Bir yazar ve psikolog olarak söyleyebileceğim bir şey daha var: Bir anlatıya nereden başladığınız önemlidir. Bağımlılık çalışmalarında buna kaseti oynatmak denir. Diasporik olsun ya da olmasın, Filistinli olmak tipik olarak yıkıcı ve rahatsızlık vericidir. Filistinli olmak önceden düzenlenmiş, değiştirilmiş bir kasette, hazırlanmış bir anlatıya karşı meydan okur.
Bizler varız ve varlığımız varoluşsal bir hakaret teşkil ediyor, insanları gücendiriyor. Var olduğumuz sürece birçok yanlışa meydan okumuş oluyoruz; bunlardan en önemlisi, bazılarına göre hiç var olmamış olmamızdır.
On yıllar önce, hiçliğin lezzetli, ışıltılı genişliğinde bir ülke doğdu, bu doğuştan gelen bir hak, ödenmesi gereken bir hak edilmişlikti. Filistinlilerin varlığı, zorlu ve askerileştirilmiş bir anlatıya meydan okumakta.
Ancak Filistin istisnasının günleri sayılı. Filistin giderek gerçek özgürlükçü pratikler için turnusol kâğıdı haline geliyor.
Bu sırada Filistinlilere paradoksal bir şekilde roller biçilmeye devam etmekte: Filistinlilere hem terör ile ilgili roller hem de görünmez insan rolleri biçiliyor; bu insanlar hem hiç var olmamış hem de geri dönecek yerleri olmayan insanlar.
Böyle baş belası, böyle engeller çıkaran biri olduğunuzu hayal edin. Ya da daha önemlisi, bu kadar güçlü olduğunuzu düşünün.
Çeviri: Hasan Ayer.
Kaynak: https://www.nytimes.com/2023/10/25/opinion/palestine-war-empathy.html