Yenilgiyi tasavvur edemiyor muyuz?
Kısa süre önce küçük bir savaşı kaybeden Amerikalıların büyük bir savaşı kaybetmenin sonuçlarını tahayyül etmekte zorlanmayacağını düşünebiliriz. Ancak 2021’de Afganistan’ın aşağılayıcı bir şekilde terk edilmesi, olağanüstü bir hızla kolektif hafıza kuyusuna itildi.
Muhtemelen benzer bir süreç, gelecekteki bir tarihte mühimmat sıkıntısı çeken Ukrayna ordusunun Rus düşmanları tarafından istila edilmesi durumunda da gerçekleşecektir.
Bir yıl kadar önce ABD Başkanı Joe Biden Kiev’e giderek Ukraynalı lider Volodymyr Zelenskiy ile görüşmüş ve şunları söylemişti: “Bize özgürlüğün paha biçilemez olduğunu hatırlatıyorsunuz; ne kadar sürerse sürsün özgürlük uğruna savaşmaya değerdir. İşte biz de bu nedenle savaş ne kadar sürerse sürsün sizinle birlikte olacağız Sayın Zelenskiy; ne kadar sürerse sürsün”.
Elbette bu sözler esasında, “Temsilciler Meclisi Cumhuriyetçilerin Meclis Başkanı Kevin McCarthy’yi görevden alması ve Ukrayna’ya yardımı kesmesi ne kadar sürerse o kadar” anlamına geliyordu ve McCarthy Ekim başında görevden alındı.
Acaba haber kanalları Rusların Ukrayna’nın başkentine girdiği gece Biden’ın Kiev konuşmasını tekrar yayınlayacak mı?
Ya da içlerinden biri Tucker Carlson’ın Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile yaptığı bir sonraki röportajı mı ekranlara getirecek?
Peki, diyelim ki bu yılın sonlarına doğru İran’ın başarılı bir şekilde nükleer silah ürettiğini ve Lübnan’daki vekili Hizbullah’ı İsrail’e füze yağdırması için serbest bıraktığını öğrenirsek nasıl tepki vereceğiz? 1973’te Yom Kippur Savaşı’nda Arap tarafına müdahale etmeyi düşünen Sovyetler Birliği’ni tehdit ettiğimiz gibi, İsrail’i yıkımdan kurtarmak için İran’a karşı kendi nükleer silahlarımızı kullanmakla mı tehdit edeceğiz? Ya da Washington İsrail’e hayatta kalma mücadelesini “tırmandırmaması” için bir kez daha uyarıda mı bulunacak?
Yahut Tayvan’ın Çin Halk Kurtuluş Ordusu tarafından abluka altına alındığı ve Amerika Birleşik Devletleri Başkanı’nın -3. Dünya Savaşı’nı başlatma riskini dikkatle değerlendirdikten sonra- seyrüsefer serbestisini sağlamak ve Tayvan halkına silah ve temel malzeme tedarik etmek üzere bir deniz gücü göndermeye karar verdiği haberlerini duyduğumuz bir senaryoda ne yapacağız?
Tayvan’da demokrasinin sona ermesine ve Çin Komünist Partisi yönetiminin Tayvan halkına dayatılmasına ne kadar özen göstereceğiz? Bu konuda bir sonraki Grammy ödül törenine ya da Super Bowl’a verdiğimizden daha fazla özen gösterecek miyiz?
Bu korkunç senaryoların hiçbirinin gerçekleşmemesini yürekten diliyorum. Ancak, özellikle de 2021’de Kabil’in düşüşünü hatırladığımda, her üç durumda da oldukça kayıtsız kalabileceğimiz fikrini göz ardı etmekte zorlanıyorum. Bunun için bulabildiğim tek açıklama, Amerikalıların kalplerinin derinliklerinde yenilginin kendileri için geçerli olduğunu düşünmüyor olmaları.
Bunun nedenini anlayabiliyorum. Vietnam’da 1975’teki yenilginin bedelini Amerikalılar değil Güney Vietnam vatandaşları ödedi, tıpkı Afganistan’daki yenilginin bedelinin çoğunlukla Afgan halkı tarafından ödenmesi gibi. Amerika’nın son savaşlarında görev yapan kadın ve erkekler nüfusun çok küçük bir bölümünü oluşturuyordu. Hayatını kaybedenler uzun zaman önce gömüldü; ağır fiziksel ya da zihinsel hasar görenler ise gözlerden ve akıllardan uzak bir durumdalar.
Bu koşullar altında, aşağıdaki argümanı kabul ettirmek gerçekten de çok zordur: Eğer ABD Ukrayna, İsrail ve/veya Tayvan’ın düşmanları tarafından istila edilmesine izin verirse, bunun Amerikalılar için de vahim sonuçları olacaktır. “Vahim sonuçlar” derken, yeni bir 11 Eylül’den çok daha kötü bir şeyi kastediyorum, elbette!
Len Deighton’ın SS-GB İşgal adlı romanını yeniden okurken, çok da uzun olmayan bir zaman önce Britanyalıların mağlubiyetin sonuçlarını kolayca hayal edebildiklerini hatırladım. 1978 yılında yayınlanan SS-GB, 1940 yılında İngiltere’nin başarılı bir Alman işgaline uğramasının ardından İngiltere’deki yaşamı canlı bir şekilde tasvir ediyor. Hikaye, İngilizlerin teslim olmasından bir yıldan kısa bir süre sonra ortaya çıkar. Kral, Londra Kulesi’nde tutsaktır. Winston Churchill, Berlin’de yargılanıp idam edilmiştir. Fransa’da olduğu gibi kukla bir hükümet vardır, lakin iktidar gerçekte Alman “GB Askeri Komutanı “nın elindedir.
1929’da Londra’da doğan Deighton, Nazi işgali altındaki Londra’yı tasvirini akla yatkın kılmak amacıyla Britanya Savaşı ve Blitz’deki felaketlere epey yakın yaşadı. Dahası, yazar İngiltere’de yaşamanın buram buram yenilgi koktuğu bir dönemde eserlerini kaleme alıyordu. Stagflasyonun pençesindeki İngiltere ekonomisi 1970’lerde Avrupa’nın hasta adamıydı; Batı Almanya ise hâlâ ekonomik mucizenin ülkesiydi.
Deighton’ın ana karakteri bir Direniş kahramanı değil, bir işbirlikçidir. Yine de Dedektif Başkomiser Douglas Archer o kadar sempatik bir şekilde sunuluyor ki okuyucu onu ayıplamıyor, aksine onunla kendini özdeşleştiriyor. Archer’ın karısı Londra’nın son savunması sırasında öldürülmüş ve evi yıkılmıştır. Küçük oğluyla birlikte sıkışık ve soğuk lojmanlarda yaşamaktadır. Genç Douggie’nin iyiliği için hayat devam etmeli ve cinayetler araştırılmalıdır, bu bir SS Gruppenführer’e rapor vermek anlamına gelse bile: “Archer bir asker değildi. Almanlar katilleri tutuklama görevini yapmasına izin verdiği sürece, işini her zaman yaptığı gibi yapacaktı.”
Robert Harris’in 1992’de yayınlanan ve Alman zaferinden çok sonra geçen daha iddialı Anavatan’ı ile karşılaştırıldığında SS-GB İşgal, cesur denebilecek bir gerçekçiliğe sahip. Bombalanmış, yıkılmış bir Londra’nın is ve duman kokusunu neredeyse alabiliyorsunuz. İyi bir tarihçi olmayan Deighton, Hitler’in Üçüncü Reich’ında yaşanan kurumlar arası çekişmeleri inandırıcı bir şekilde tasvir ediyor. İngiltere’nin yenilgiye uğramasıyla Hitler’in Nazi-Sovyet Paktı’nı bozup Sovyetler Birliği’ni işgal etmesine gerek kalmadığını, ABD’nin ise tarafsız kalabileceğini makul bir şekilde varsayıyor. Ve Deighton İngiliz Direnişi’ni o kadar karanlıkta bırakıyor ki, Highgate Mezarlığı’ndaki “Alman-Sovyet Dostluk Haftası” törenini bombalaması (ilham verici bir sahne) okuyucuya özgürlük mücadelesi veren bir kahramanlık eyleminden ziyade terörist bir öfke olarak gözüküyor. Archer gönülsüzce Direniş’in içine çekildiğinde, Kral’ı kurtarma girişimindeki rolü tam bir fiyaskodan ibarettir.
Andrew Roberts’ı Sanal Tarih kitabının bir bölümünü Deighton’ın senaryosunun tarihsel inandırıcılığına ayırmaya ikna ettiğimden bu yana çeyrek yüzyıl geçti. Almanların İngiltere’yi istila etme, yenilgiye uğratma ve işgal etme planlarını titizlikle ortaya koydukları belgelerden yaptığı ayrıntılı alıntılarla kaleme aldığı ilk taslağın bende yarattığı soğuk terleri canlı bir şekilde hatırlıyorum. Biz 1960’ların çocuklarına bile, özellikle de tutuklanacak kişilerin isimlerinin yer aldığı liste, korkunç derecede olası görünüyordu.
Belirli koşullar altında, yenilgiyi tahayyül etmek moralinizi bozabilir. Ama aynı zamanda zihni kaybetmeme mecburiyetine de odaklayabilir. Ukraynalılar bugün yenilginin ne anlama geleceğini hayal etmekte zorlanmıyor. Eylül 2022’deki Rus infaz çılgınlığının ardından Bucha sokaklarına saçılan cesetleri gördüler. Putin’in sömürgeci ordusunun yapabileceği dehşeti biliyorlar. Aynı şekilde İsraillilerin çoğu da Hamas ve destekçilerinin zaferinin ikinci bir Holokost’un başlangıcı olacağını çok iyi biliyor. Geçtiğimiz 7 Ekim’de yaşanan korkunç vahşeti asla unutmayacaklar.
Ancak çok az Amerikalı bu şekilde düşünüyor. Sovyetlerin ABD’yi işgalini konu alan ve ticari açıdan başarılı birkaç girişimden biri olan Kızıl Şafak’ın gösterime girmesinin üzerinden tam 40 yıl geçti. Patrick Swayze, Rambo benzeri bir dizi savaşta işgalcilerle savaşmak üzere Colorado tepelerine çıkan bir grup liseli kahramandan biri olan Jed Eckert’i canlandırıyordu.
Bugün böyle bir filmin yapıldığını hayal etmek zor. En yakını, iPhone’larımızdan Tesla’larımıza kadar tüm teknolojimizin aynı anda çalışmayı durdurması halinde bu ülkenin içine düşeceği kaosu canlı bir şekilde tasvir eden Dünyayı Ardında Bırak. Film, zekice ya da belki de kaçamak bir şekilde, bu dehşet verici kesintinin arkasında kimin ya da neyin olduğunu belirtmez.
Yine de felaket filmleriyle Amerikan ilişkisi bana her zaman İngiliz ilişkisinden oldukça farklı gelmiştir. İngiltere’nin en uzun soluklu bilim kurgu dizisi olan Doctor Who’nun hayranları düzenli olarak Londra’nın başına gelen felaketi görürler. Uzaylı istilacılar ne kadar tuhaf olursa olsun, izleyicilere terörün gerçekten de ülkenin başkentinin üzerindeki göklerden inebileceğini hatırlatmak için her zaman Blitz’e bir gönderme yapılır. Ancak Amerikalılar Contagion’ı (2011) izlediklerinde, çok azı ülkeyi kasıp kavuran gerçek bir salgını hayal etmiş görünüyor. Bir tanesi 2020’nin ilk aylarında ortaya çıktığında, iyi eğitimli insanların bile Covid-19’un mevsimsel gripten çok daha ciddi bir şey olduğuna inanma konusundaki derin isteksizliklerini hala hatırlıyorum.
Amerikalılar düz ekran televizyonlarını açtıklarında ciddi ciddi dünyayı geride bırakmak istiyorlar. Distopik gelecekleri düşünmek yerine, kendilerini Taylor Swift kültüne kaptırmayı tercih ediyorlar. Bu 1930’ların izolasyonist dönemindeki ekran tanrıçaları çılgınlığını hatırlatan bir kitlesel kaçış biçimi.
İşte size kimsenin çekmeyeceği bir film. Bu yıl bir ara Çinliler Tayvan’ı abluka altına alır – ya da belki Filipinler’i. Ya da Kuzey Kore Güney Kore’ye füze fırlatır. Ama biz Tayvan olayını seçelim.
Beyaz Saray Durum Odası’nda gündeme gelecek ilk şey, Tayvan hükümetinin ablukayı kaldırmak ve seyrüsefer serbestisini yeniden tesis etmek üzere bir ABD deniz gücü talep etmesi olacaktır. Bunun en az iki uçak gemisi taarruz grubundan ve önemli sayıda taarruz denizaltısından oluşması gerekir.
Bu yarın gerçekleşecek olsa bile mümkün olabilir. Şu anda Kızıldeniz’de sadece bir uçak gemisi var, Eisenhower. Carl Vinson ve Theodore Roosevelt Filipinler açıklarında. Ronald Reagan Japon sularında.
Ancak bu gemiler daha Tayvan Boğazı’na doğru yola çıkmadan Wall Street panik moduna girerdi. Hisse senetleri %20 düşerdi. Apple %50 düşerdi (çünkü donanımının büyük bir kısmı hala Çin’de üretiliyor); Nvidia da öyle (çünkü çiplerinin büyük bir kısmı Tayvan’da üretiliyor). Her krizde olduğu gibi dolar uluslararası piyasalarda yükselişe geçer, fakat yurtiçinde de genel bir banka kaçışı yaşanabilir ve insanlar ATM’lerde sıraya girebilir.
Finansal kriz ve Covid pandemisinde olduğu gibi, likiditeye yönelik bu tür bir hücum, bir tur daha parasal genişleme ve faiz indirimi çağrılarına neden olabilir, fakat Federal Rezerv Başkanı Jerome Powell, çok sevdiği %2 enflasyon hedefine yönelik enflasyonist risklerden endişe duyabilir.
Çin’in ABD uçak gemisi gruplarına füzelerle ya da insansız hava araçlarıyla saldırması halinde işler hiç de kolay olmayacaktır. Başkan aynı zamanda Japonların Çin füze ve hava üslerine saldırılarını onaylayıp onaylamama konusunda da hızlı bir karar vermek zorunda kalacaktır (Japonların da bu senaryoda bulunacağını varsayarsak). ABD Başkanı, Genelkurmay Başkanı tarafından ABD’nin bir sıcak savaş durumunda başta uzun menzilli gemi savar füzeleri olmak üzere bazı kilit silahlarının bir hafta içinde tükeneceğini öğrenmek zorunda kalacaktır.
Ve tüm bunlar – eğer bu yıl gerçekleşirse – Cumhuriyetçi aday Donald Trump’ın Biden’ı bir başka “sonsuz savaş” başlattığı ya da tam tersini yaparak zayıflık gösterdiği için azarladığı, Çin’in sahip olduğu TikTok’un ise genç Amerikalıları Tayvan’ın anakara ile “yeniden birleşmesinin” ahlaki gerekliliğine ikna etmekle meşgul olduğu bir seçimin ortasında yaşanacaktır.
Dünyayı Ardında Bırak filminde tasavvur edildiği üzere, Çin’in ABD’nin telekomünikasyon altyapısını başarılı bir şekilde bozması büyük olasılıkla büyük şehirlerde kaosa yol açacaktır.
Şimdi tek hayal etmeniz gereken -iletişim yeniden sağlandıktan sonra- Başkan Yardımcısı Kamala Harris’in yeni “Asyalılaştırma” politikasını (1969’daki Vietnamlaştırmaya benzer şekilde) duyurmasıdır ki bu da tüm Amerikan askerlerinin ait oldukları yere, evlerine geri dönmesi anlamına gelecektir. Bunu Başkan Xi Jinping’in Taipei’ye gelişinin canlı yayını takip edecektir. Son olarak, bir hafta sonra Çin, Rusya, İran ve Kuzey Kore dışişleri bakanları Pekin’de bir araya gelerek Büyük Avrasya Ortak Refah Sahası’nın kuruluşunu ilan edeceklerdi.
Tüm bunlar size tuhaf ya da fantastik gelebilir. Ancak 7 Aralık 1941’de Pearl Harbor’da başlayan olağanüstü küresel çalkantıdan çok daha uçuk değil. Ve unutmamalıyız ki, çağdaşları için, iki buçuk yıl sonra D-Day çıkarmasının başarısına kadar, Müttefiklerin nihai olarak savaşı kazanacağı net olmaktan çok uzaktı.
İlginç olan, ÇKP güdümü altındaki ABD’deki gündelik yaşamı hayal etmektir. İlk başta, yanmış yıkılmış birçok şehir ve yeni terhis olmuş asker ve denizci akını dışında her şey oldukça olağan seyredecektir. Taylor Swift muhtemelen şarkı söylemeye ve Kansas City Chiefs maç yapmaya devam ederdi. Pekin’deki dostlarımız ancak yavaş yavaş varlıklarını hissettirmeye başlayacaktır.
Ancak birkaç ay sonra telefon görüşmelerinizde, e-postalarınızda ve eski köşe yazılarınızda neler söylemiş olabileceğiniz konusunda ciddi bir şekilde endişelenmeye başlarsınız. Ve sonra bazı şeyleri silmeye başlarsınız. Sonra da silmenin o rahatsız edici sözlerden gerçekten kurtulmanızı sağlamadığından endişelenmeniz gerekir, çünkü ne olursa olsun büyük teknoloji sunucularında yedeklenmişlerdir.
Bazıları işbirliği yapardı. Bazıları direnir. Çoğu da kabul ederdi. Len Deighton SS-GB’de sahneyi aşağıdaki gibi kurguluyor:
“Bazıları ateşkesten bu yana bir hafta bile güneş ışığı olmadığını söylüyordu. Buna inanmak kolaydı. Hava bugün nemliydi ve renksiz güneş, kirli bir masa örtüsünün üzerindeki boş bir tabak gibi, gri bulutların arasından ancak görülebiliyordu. Yine de Douglas Archer gibi doğma büyüme Londralı biri bile Curzon Caddesi’nde yürürken gözlerini yarı kapalı tutarak bir önceki yıla göre çok az değişiklik olduğunu ya da hiç değişiklik olmadığını görebilirdi. Curzon sinemasının dışındaki Soldatenkino tabelası küçük ve ihtiyatlıydı. Ssadece Mirabelle restoranına girmeye çalıştığınızda silindir şapkalı bir kapıcı, buranın artık sadece yolun karşısındaki eski Eğitim Bakanlığı ofislerinde bulunan 8. Hava Filosu Karargahı’ndan Kurmay Subaylar tarafından kullanıldığını fısıldıyordu. Ve eğer gözleriniz yarı kapalı kalırsa, “Yahudi Girişimi” yazan ve en cesur müşteriler dışında herkesi dışarıda tutan tabelaları kaçırırdınız. Ve 1941 yılının Eylül ayında, Douglas Archer, yurttaşlarının çoğu gibi gözlerini yarı kapalı tutuyordu.”
Kendi adıma konuşacak olursam, ÇKP gözetiminin işaretlerini fark etmemek için New York ya da San Francisco’da gözlerimi yarı kapalı bir şekilde dolaşmaktan daha fazla nefret edemem.
Ancak şu anda yenilginin olası senaryosuna gözlerinizi açmazsanız – ve onları iyice açmazsanız – o zaman bir gün tam olarak bunu yapmak zorunda kalma riskiyle karşı karşıya kalırsınız.
Kaynak: https://www.bloomberg.com/opinion/articles/2024-02-11/what-would-america-look-like-if-it-lost-world-war-iii
Çeviri: Hasan Ayer.